29 Aralık 2009

Salak ile Avanak

2009'a veda ederken biraz yüzünüz gülsün istedim. Müthiş bir gazetecilik örneği var çünkü ortada..

Konumuz Milliyet'in "son dakika" spor haberi. Babalar, Cruyff'un ünlü penaltı videosunu koymuşlar, hani paslaşarak kullandığı. Heralde yeni izlediler youtube'da sörflerken, vay anasını diyip son dakika'dan girmişler. Zira enteresan bir de haber metini var, screenshot'lardan okuyabilir daha iyi bir işi olmayan veya biraz makara yapmak isteyenler.

Derken Hürriyet'in de aynı haberi, "kelimesi kelimesine" manşetten verdiğini görünce diyecek söz kalmıyor. Copy-paste habercilik sınır tanımamış ve yazım hatalarına bakarsak komik bir durum ortaya çıkmış.

Cruyff bu penaltıyı, 5 Aralık 1982'de, Ajax'ta oynarken kullanmış. Yani aradan yaklaşık olarak 27 yıl geçmiş. Tarihin en geç son dakika haberi bu olsa gerek.

Milliyet'i, Hürriyet'i seksi resimleri için tıklanmak üzere bırakıp, penaltı hakkında da birşeyler söylemek gerek. Birçok yerde Cruyff'un icatı olarak yer alıyor bu iş ama değil. 1964'te Manchester City'i 3-2 yenen Plymouth'un galibiyet golünü bu şekilde attığı yazar maç raporlarında. Topun başına gelen Johnny Newman pası verir ve Mike Trebilcock golü atar.

Bu da ilk değildir ama. 1961'de kupa maçında Aston Villa'ya 5-3 yenilen (yine) Plymouth'ta bu sefer pası veren Wilf Carter'dır, golü atansa Johnny Newman.

Hayır, bu da ilk değil.

Bilinen en eski paslı penaltı, 1957 yılına gidiyor. Belçika, Dünya Kupası elemelerinde İzlanda'yla oynamaktadır ve 44. dakikada 6-1 öndeyken kazandıkları penaltıda Rik Coppens, beklenmedik şekilde topu sağa doğru yuvarlar. Kaleciden önce topa yetişen Andre Piters, topu tekrar çevirir ve Belçikalıların ünlü forveti Rik Coppens golü atar. Maç 8-3 biter, çok mu önemli, değil. Bir detay olarak akıllarda bulunsun.

Rik Coppens, Belçika futbolunun yetiştirdiği en önemli oyunculardan biri olarak kabul edilen bir Beerschot efsanesi. Beerschot, bugün Manchester United'ın pilot takımlığını yapan Antwerp'ten 1899'da ayrılan futbolcuların kurduğu, şehrin diğer takımı. 7 kez Belçika şampiyonu olmalarına ve elmas ticareti diyince akıllara ilk gelen şehirlerden birinin takımı olmalarına rağmen, 100. yıllarında, 1999'da finansal problemler yüzünden şehrin banliyösü Ekeren'in takımı olan Germinal ile birleşip bugünkü Germinal Beerschot'u oluştururlar.

Henri 'Rik' François Coppens da kariyerinin büyük bir kısmını doğduğu şehir olan Antwerp'te, Beerschot'ta geçirmiş. 1.68'lik boyu ve o zamanlara göre özel denebilecek tekniğiyle, taraftarın en sevdiği oyuncu olmuş. 3 kez Belçika gol kralı olmuş Coppens, hala da attığı 258 golle Belçika Ligi'nde en çok gol atmış 5 oyuncudan biri. Mevzu bahis penaltı ve Coppens görüntülerinin olduğu iki videoyu da yazı içerisinde bulabilirsiniz.

Harekete geri dönersek, en son hatırladığım kadarıyla, Henry (bütün üçkağıtların altından hep sen çıkıyosun birader) ve Pires denemiş ama becerememişlerdi. Açık konuşmak gerekirse yaratıcı olsa da, bana göre salakça bir hareket. Penaltı, futboldaki en garanti gol yoludur. Penaltıyı kullanan oyuncunun kontrol edemediği, karşısında yer alan tek parametre kalecidir. Paslaşarak kullanıldığındaysa kontrol edemeyeceği bir çok parametre işin içine girer ve bana göre şans azalır. Pası verdiğin takım arkadaşının becerisini veya onu marke eden rakip defans oyuncusunun vereceği reaksiyonu bilemezsiniz.

Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz?

24 Aralık 2009

Dark side of the ball



Öyle pis sakatlıkları göstermeye, izlemeye, izletmeye meraklı birisi değilim. Bunu sadece "ulan basketbolcular da güzel takılıyolar ha!" diye düşünen arkadaşlar için koyuyorum.

22 Aralık 2009

Serbest çağrışım


Oğuz, temiz kalpli, genç, üniversite mezunu ve işsiz bir delikanlıdır. Üç yıldır birlikte olduğu Naz ile evlenmeye karar verir. Ancak Naz’ın babası Cemal Bey, saplantılı bir biçimde kızını milli formayı giyen birisine vermeye and içmiştir. Çaresizlik içinde kalan Oğuz, sporcu olmanın yollarını aramaya başlar, başarısız denemelerin ardından tam umudunu yitirmeye başladığı anda televizyonda hiç bilmediği bir spor dalı görür; “curling”. Oğuz ve çocukluk arkadaşları curling takımı kurarak kimsenin bilmediği bu spor ile kolay yoldan Milli Sporcu olmaya karar verirler.

Gideyim de bir Cool Runnings izleyeyim.

21 Aralık 2009

Sürpriz mi?


Rubin gerçekten Inter’i grubun dışına itebilecek, Barcelona’dan 4 puan alabilecek bir takım mıydı? Dinamo ve Rubin’in iki ağır toptan toplam dokuz puan çalması bir sürpriz miydi, yoksa bu grup dengeli ve zor muydu?

Bana göre her ikisinden de biraz var. Rubin’in bu grupta iki maçını izledim. Biri Barcelona’ya, biri Dinamo Kiev’e karşıydı. İki maçın arasındaki en belirgin fark, Barcelona karşısında rakibin kazanma açlığından faydalanmaları, Kiev’e karşı ise kendi kazanma açlıkları içinde kaybolmalarıydı. Daha teknik açıklamak gerekirse, çok fazla çıkmayan bir defans kurguları var, Semak bu defansa olabildiğince yakın oynuyor ve her ne kadar savunma görevleri daha belirgin olsa da, hücum alanındaki Dominguez ve Gökdeniz/Boukharov ikilisine topları o taşıyor. Savunma yapmayı iyi biliyorlar ve Dominguez’in liderliğinde yakaladıkları boş alanları iyi kullanıyorlar. Normal şartlarda kullanması tercih edilen diziliş, en önde deplasmanlarda hızlı Gökdeniz’i, içeride ise boğa kuvvetindeki Boukharov’u konumlamak ve arkasına Dominguez ile bir köprü kurmaktır. Kurban hoca en öne Dominguez’i koyuyor ve Roma’nın 4-6-0’ı gibi olmasa da, oyunu yönlendiren oyuncunun en uçta olmasının esas olduğu bir hücum planı içinde. Semak’ın da zaman zaman defansın arasına sızıp oradan topu taşıdığını hesaba katarsak, uç noktalar arasındaki bağlantıların Rubin’in başarısında kilit rol oynadığını söylemek yanlış olmaz.

Bu takım içeride Barcelona’ya pozisyon vermezken, Dinamo Kiev’e karşı da pozisyon bulamadı. Bunun ilginç olmadığını düşünüyorum zira CL’de karakteriniz dışına çıktığınızda genelde başarısız olursunuz. Nitekim son haftada Inter deplasmanına çıktılar ve gruptan çıkmak için bu maçı kazanmak zorunda olduklarını duyduğumda kaybedeceklerini düşündüm. Inter de, Barcelona da iş başa düşünce kazandılar, hele Inter’in Kiev deplasmanındaki galibiyeti grubun gidişatı için bir mesaj niteliğindeydi, 85’te 1-0 mağlup olduklarını düşününce.


Kiev’in elde ettiği puanlar, Rubin’in aksine kadro kalitesinden kaynaklanıyordu. Forvette Ukrayna’nın şu andaki en iyi forveti Milevskiy ile birleşen Shevchenko. Orta sahanın ortasında defansif görevleri hayli yüksek olan Vukojevic ve Mykhalik, ki ikisi de top kullanma becerisine sahip. Defansta yine ayağına top uyan isimlerden Almeida ve Yussuf. Kanatlarda Magrao-Yarmolenko, beklerde eski orta sahalardan Eremenko ve Betao. Diano Kiev, bu kadroyu korumayı başardığı takdirde hem Shakhtar’ın hali hazırda çatırdamaya başlayan Güney Amerika egemenliğini bozar, hem de yakın bir gelecekte CL’de tur atlar.

Barcelona’ya çok fazla dokunmak istemiyorum. Ne kadar iyi bir takım olduğunu biliyoruz ve kimle oynarlarsa, ne kadar sertlik görürlerse görsünler, kendi iyi oldukları şeyleri yapmayı başarabiliyorlar, olmadı Messi Kiev maçındaki gibi ortaya giriyor ve oradan çözüyorlar işi. Ekstradan dayatılan kupalar sonucunda lige de, CL’ye de yavaş girdikleri ortada ama Inter galibiyeti bu turda onlar için referans alınacak maçtır.


Inter’in de alması gereken çok yol olduğunu ve Mourinho’nun elinde istediği gibi şekillendirebileceği bir kadro olmadığını düşünüyorum. Mücadele gücü, orta saha baskısı gibi öğeler Stankovic dışında pek yok. Forvette Milito, Eto’nun da verimini azaltan bir yavaşlıkta. Daha fazla Balotelli görmeliyiz gibime geliyor ama Mourinho ondan daha iyi bir bitirici olan Milito’yu tercih ediyor, orta sahasına uyumlu bir forvet hattı yaratmak için. Tahmin ediyorum ki, Mourinho bütün bilgisini ve hünerini Chelsea serisinde gösterecek ve geçemediği takdirde Inter’den ayrılacaktır. Çünkü bu kadronun günümüz temposuna uymak için değiştirmesi gereken çok parça var.

20 Aralık 2009

Ölüm grubu!


Man Utd, CSKA Moskova ve Wolfsburg. Yaklaşık 20 sezondur oynanan Şampiyonlar Ligi’nde bu tip grupların hangi takımlara, ne şekilde fayda ya da zarar sağladığı bilinmektedir, istisnaî durumlar dışında da alternatifini görmek zordur. Bir taraftarın da, teknik direktörün de aynı açıdan bakıp, gördüklerini iyi özümsemesi ve göremediklerini de aynı resme farklı açılardan bakarak görmek gereklidir.

Beşiktaş’ın ve o kalibrede yer alan diğer takımların en sevdiği grup tipi bu olmalıdır: grubu domine edecek ve maç seçme lüksüne sahip olacak bir ağır top, arkasından tercih edilebilir bir ikinci torba takımı ve son (yahut üçüncü) torbadan birinci torba dışındakiler ile çarpışan, birinci torbadan puan alma potansiyeli taşıyan bir son torba takımı. Wolfsburg belki son torbadan beklenen profili karşılamıyor, fazla güçlü kalıyordu ancak onların da neredeyse tüm kadrosu (tümü de olabilir, bilgi sahibi yorumda paylaşsın) CL bâkiri isimlerden oluşuyordu, geri kalan tercihlerden Standard ve Unirea sadece Beşiktaş’tan puan alarak bütün umutları tüketebilirdi.

Bu grup öncesinde ben kağıdı kalemi elime alsam, ilk puanı içeride birinci torba takımına karşı yazarım. Beşiktaş bu maçı ilk haftada oynadı ve bu da bir avantajdı, henüz form tutma trendine girmemiş, bu maçta puan kaybetme lüksünü göze alabilecek, en önemli oyuncusunu kaybetmiş ve oyun düzeninde beklenilenin biraz dışına çıkmak durumunda kalmış, kısacası 3. ya da (planların yolunda gitmesi ve grubun yakın puanlarla devam etmesi halinde) 6. Hafta oynanacak bir maçtan daha elverişliydi. Beşiktaş bana göre doğrusunu yapıp bol kademeli, orta sahayı ele geçirmeye çalışan defansif bir kurguyla oynadı, puana da fazlasıyla yaklaştı. Sonrasındaki fikstür daha zordu artık, dış sahada asıl rakiplere karşı iki maç ve sonrasında muhtemelen kazanmanın zorunluluk olacağı iç saha maçları.


Bu tabloda Wolfsburg deplasmanında alınan bir puan başarıydı belki, ama Beşiktaş’ın gruptan çıkmasını sağlayacak ofansif kurgudan yoksun olduğu aşikârdı ve takım henüz deneme bile yapmamıştı. Bu noktada Mustafa Denizli’nin açıklamalarını yanlış buldum ve sonraki maçlara etki ettiğini düşünüyorum. Wolfsburg karşısında oyuncuların üzerindeki baskı elden geldiğince alınmalıydı ama o bu baskının üzerine yük bindirdi. Belki gerçekçi olan Euro Cup hedefi düşünüldüğünde beraberliğin makul olabileceği bir maçtı ama öyle olmadı. Beşiktaş ilk kez denediği hücum ağırlıklı futbolda bocaladı, Denizli yanlış hamleleriyle tuz-biber ekti, sonuç Türk futbolunun alışkın olduğu kötü bir mağlubiyet…

Sonrasında gruptan çıkma şansları kadar, Euro Cup ihtimali de zorlaşmıştı, Man Utd galibiyeti de bu durumu değiştirmedi CSKA’nın çıkışı sonrası. Son maçta, maç 1-1 olduktan sonra oyuncuların ve taraftarın düştüğü psikolojik girdabın, bir puan ve biraz para kazanma ihtimali varken ve gol de atılmışken bütün direncin kırılmasının sorumlusu Mustafa Denizli.

Wolfsburg bana en başından beri daha iyi gözüküyordu Man Utd dışındakiler arasında. İlk maçı kazanıp, ikinci maçta kırmızılara diş bileyince daha net gözüküyordu bu. Onların hatası içeride Beşiktaş’a puan kaybetmek oldu, ama o puanı kazansalardı İnönü’de bu kadar rahat kazanabilirler miydi? Burada CSKA’nın hakkıymış demek gerekiyor. Onlar fikstür avantajını değerlendirdiler, ara maçlarda Man Utd’dan puan aldılar ve başardılar. CL’de de gruptan çıkmak bu kadar kolay aslında, resmin içinde kaybolmamak ve CL’yi de her sezon oynadıkları bir lig gibi değerlendirebilmeyi bilmeleri gerekir teknik direktörlerin. Denizli’nin hatası da bu belki de, yoksa 12 maçta sadece bir galibiyet alabilmiş olmasının açıklaması yok.

19 Aralık 2009

Birdman



Rebel Ink dergisi için yapılan fotoğraf çekimleri
Nereden aşırıldı (ve diğer fotolar) : Nick Saglimbeni

18 Aralık 2009

Esintiler


Şampiyonlar Ligi ikinci tur kuraları bugün itibarıyla çekildi. Grupların hemen ardından iki maçlık eleme oynanma fikri alındığından beri hem maç yoğunluğunu, hem sürpriz ihtimalini hem de ulusal liglerin üzerindeki tartışmasız egemenliğini kaybettiğini düşündüğüm organizasyonda son 2-3 senedir olduğu gibi yine favori takımlar birbiriyle eşleşmiş, ikinci tura yakışmayan bazı müsabakaların tarihi atılmış. Bu sezon, önceki iki sezona göre teğet geçmiş sayılırız CL’yi, üvey evlat muamelesi yaptık (hangi organizasyona yapmadık ki?). Bu sebeple, ikinci tur kuralarına, ilk turu ve geçmiş sezonları kapsayan ufak bir yazı dizisiyle karşılayalım diyorum. Zaten Alp hocam uzun süredir makarasını yaptığımız, UEFA’nın desteğiyle makaradan komplo teorisine dönen, artık teoriden de çıktığına inandığım bir şekilde Mourinho baba kucağına verilmiş, o yazının ardını toplayıp önünü düzelterek devam etmek iyi olur.

Birinci turda pek çok sürpriz oldu, kim hangisine sürpriz der onu bilemeyiz -zira “ben demiştim” furyasının başını alıp gittiği bir dönemden geçiyor Türk medyası, herkes her sonucu tahmin etmiş; Rubin aslında zaten bu ışığı veriyormuş, Bordeaux konusunda geçtiğimiz sezon Galatasaray eşleşmesi öncesi-sonrası yorumların takıldığı çarklara ben dokunmuyorum bile, hele “İtalyanların deyimiyle invincibile” adledilen Barcelona’nın yaşadığı tökezlemeyi normal bulanlar? Ben en az sürprizden en çoğa doğru gideceğim, o sebeple önce G-H grupları.

Bu Arsenal ve Sevilla görece en kolay grupları çekmişlerdi, sürpriz ihtimali sıfıra yakındı zira hem topçular, hem artistler çok tempolu ve atak oynayan, fizik gücü üst düzeyde oyunculardan kurulu ve ikisi de zayıf takımlara karşı rahatlıkla fark yaratabilecek düzeyde kadro istikrarına sahipler. Bu iki takımı ancak defansif kurgusu oturmuş, orta sahanın hücuma yakın bölgesinde top kazanabilen ve bu topları da –bu iki takımın top kaybı sonrası yaptığı- rüzgar baskıyı dindirebilecek pas yüzdesine sahip takımlar durdurabilir ki o takımlar da bunu yaparken pek zorluk çekmiyorlar, son iki sezondur. Bu iki grubun da ikinci torba takımının nasıl o torbaya girdiklerini anlamış değilim, organizasyondaki “şampiyon takım sayısının artırılması” sonucu olsa gerek; ancak bir tarafa bakıyorsun Inter ya da Real Madrid, öbür tarafa bakıyorsun bunlar, garip oluyor, hâliyle.


C, D ve F’de ilk iki torba takımları çıktı, C’de Milan’ın Zürih’e 5 puan kaybedip Real’i deplasmanda yenmesi klasikler arasına girer diye düşünüyorum. Şu kadro, Milan’ın posası sayılabilir, Ancelotti’nin beş sezonda üç final oynattığı Milan’ın ideal 11’inden Nesta-Dida yanında orta saha komple aynı desek abartmış olmayız, Real maçını kazanan Pirlo-Ambrosini-Seedorf orta sahasını görünce. Milan hakkında söylenecek en net yorum, Pato’nun transferi sırasında anlatıldığı kadar efsane bir golcü olmadığı ama orta sahanın tıkırında olduğu sert maçlarda kendini kenarlarda kaybedip etkili olabilen şık bir son vuruşçu olduğu. Adam ceza sahasının sağı, solu, gelişine-gidişine affetmiyor yakaladı mı. Ona rağmen, Ronaldinho ne kadar oynarsa o kadar gidecek bir takım görünümünde Milan, dişlek kardeşim pas hatalarını azaltıp rolüne daha bir adapte olmuş gibi. Real için de fikirlerimi şurada aktarmıştım. CL’de olmasa da, İspanyol liginde görüyoruz ki Los Galacticos gibi değil, dirençli ve rakibini rahatsız eden bir takım gibi oynamak istiyorlar, en azından Pellegrina(!) bunu istiyor, Ronaldo şimdilik uslu çocuk, Kaka’yı zaten bilirsiniz. Raul sevdası hafiften törpülenmiş gibi, takım içinde yaptıkları haltlar ortaya çıktıkça hafiften Raul ve Guti’nin koğuş ağası günleri bitecek gibi. Marsilya’nın orta sahası güzel, kaşar da bir takım kurdular ve ne yalan söyleyeyim bu grup çıkınca onlar için üzüldüm, fazla uzun ömürlü bir takım değil gibi geliyor bana, bir yandan da, daha kolay bir gruptan çıkmaları işten değildi.


D’de Chelsea tabiri caizse ‘güle oynaya’ tur atladı, ikinci Porto’nun kaybettiği altı puan da mavi formalara karşı. Chelsea, son maçlarda yaşadığı düşüşe rağmen, ki ben bu düşüşün de kadronun doymuşluğu ve yoğun maç trafiğine verdiği reaksiyon ile fazlasıyla alakalı olduğunu düşünüyorum, Avrupa’nın en formda, en dengeli takımı. Geçtiğimiz sezon Barcelona’yı zor duruma düşürmeyi başaran bir tek onlardı, bu sezon da Barça geçen sezonki formunu yakalayabildiği takdirde güçlü adaylardan biri olacaklar. Son maçlarda ligde Zhirkov’u dahil etme çabaları var, ufak tefek sakatlıklar da bel büktü ama en büyük sorun Cech’in formsuzluğu. Hâlâ dünyanın en iyi kalecilerinden biri ama o talihsiz sakatlık olduğundan beri Çek kaplanı gitti, az hata yapan ama kapasitesi belli bir kaleci geldi. Porto’nun vizyonunun ve başarıya giden takımı kurma tecrübesinin artık Dragao’nun çimlerinden, mavi beyaz çubukların aralarına kadar sindiğini bilmeyenimiz yok, gelen gideni, giden geleni aratmıyor. Atletico öyle böyle tökezlemiyor, izlemedim de hiçbir maçlarını ama bildiğim bir futbol gerçeği varsa, bu takım içten çürümüş ve Aguero-Forlan-Perea-Simao-Maxi gibi küflü kaşarları temizlemedikçe toparlanamazlar gibi. Asenjo-Garcia-Camacho üçlüsü yanında Agüero tutulabilir gerçi, FM’den bildiğimiz kadarıyla ama operasyon şart, olmuyor böyle.


A ve E grupları birbirine bazı açılardan benziyor. Bir tarafta Juventus, bir tarafta Liverpool dışarıda kaldı, ikisinin de yakın geçmişte bu kupayı kaldırdıklarını hatırlamakta fayda var. Hadi Juventus yakın geçmişte bir yarı-felaket yaşadı, çok yaşlanan kadrosunu yenilemeye çalıştığı bir geçiş döneminde, teknik direktörü tecrübesiz, vs. Hadi onlar gruba dört maçta 8 puan ile başladılar ve onlardan daha güçlü kadrolara sahip olduğu rahatlıkla iddia edilebilecek Bayern ve Bordeaux’ya yenilerek gruptan çıkma şanslarını son maçta kaçırdılar. Bordeaux Fransa şampiyonu, en son Lyon’u deplasmanda yendi, deplasmanda çok dişli bir takım. Bayern kötü başladığı sezonda beklenen bir toparlanma yaşadı, Van Gaal’in arkasındaki Hoeness desteği hiç eksik olmadı ve Bayern’i yönetenler bu tip krizlerden çıkmayı iyi biliyorlar.


Ya Liverpool… Açık konuşayım, şu an Rafa Benitez’in yatacak yeri yok ve ben olsam sezon sonuna kadar da beklemez, hatta grubun son maçını da beklemez ve İspanya biletini kulağına bir şey fısıldama ayağına gizlice ceket cebine koyar, sonra da cep telefonuna kontrol etmesi yönünde bir not düşerdim. İngiltere’de ve özellikle Liverpool kadar köklü klüplerde motto haline gelmiş istikrar, Rafa Benitez döneminde Liverpool için sadece bir yöne işledi. Geçmişe fazla dönmeyeceğim zira ona da burada dokundurmuştum, bu gruptan gerçeklerle anlatmaya çalışayım Liverpool’un ne kadar zor bir durumda olduğunu: Grupta iki Debrecen galibiyeti dışında üç puan almışlıkları yok, evlerinde hem Fiorentina’ya hem de Lyon’a son dakika golüyle mağlup oldular, aldıkları tek kayda değer sonuç olan Lyon beraberliği de –bana göre- Lyon’un hayli üstün olduğu bir maçta geldi. Gerrard’ın sakatlanmasıyla birlikte müthiş bir düşüşe girdiler ve Avrupa’nın başarılı takımları arasında bu kadar tek oyuncuya bağlı bir takım daha yok. Fiorentina bu grupta 15 puan aldı! Gruptan çıkmalarını, en fazla Lyon ya da Liverpool’un birinin arkasına takılarak becermelerini bekliyordum ama 15 puan ne yahu?


Next: B ve D gruplarına derin dalış, ikinci tur kuraları

fotolar: espn soccernet

UEFA'nın Mourinho ile Alıp Veremediği

Federasyonlar, FIFA, UEFA, vs. genelde sevmez Mourinho'yu. Çok da garip değil sürekli sivri açıklamar yapan, herhangi bir çarpıklığı görünce çat diye söyleyen bir adama karşı duyulan garez. Ancak bugünkü kura çekiminden sonra aklıma başka bir şey geldi. Acaba diyorum bu nahoş ikili ilişkiler kura çekimlerine yansıyor mu? Yoksa yalnızca tesadüf mü?

Tesadüf olan nedir, ondan bahsedelim. Bu sırada da geçmiş zamanda ufak bir Şampiyonlar Ligi yolculuğuna çıkacağız. 2003-2004 sezonu. Porto'nun mucize yaratıp şampiyon olduğu sezon. İlk turda eşleşilen takım Manchester United. Devamı çok da önemli değil aslında ama Lyon geliyor akabinde. Daha sonra Milan olması gerekirken Deportivo ve Arsenal/Real Madrid'den biri olması gerekirken Monaco. Ama dediğim gibi çeyrek finalden sonraları çok önemli değil keza güçlü bir takım çıkması zaten anormal bir durum değil. Burda Porto'ya kıyak yapıldı Deportivo, Monaco geldi de diyemeyiz, çünkü sürprizi bol bir seneydi ve baba takımların hepsi erken elendi. Değinmek istediğim nokta 2. turdaki Manchester eşleşmesi.

Geçelim bir sonraki sezona. Mourinho artık Chelsea'de, şampiyonluğun güçlü bir favorisi. Çektiği takımlar ise korkunç. 2. tur eşleşmesi Barcelona. Şampiyonluğa giden yolun devamı Bayern, Liverpool, Milan. 3. aşamada takılıyor hâliyle, Liverpool kahraman oluyor.

2005-2006 sezonunda grupların hemen sonrasında çekilen kura yine Barcelona. Tesadüf mü, yoksa Anders Frisk olayının bunda etkisi var mı?

2006-2007 sezonu tek ufak istisnamızı oluşturuyor. Porto geliyor ikinci turda, nispeten kolay bir eşleşme. Devamında Inter'i eleyen Valencia ve sonra yine Liverpool.

2007-2008 sezonunda Moskova'ya giden yol kolaydı. Olympiakos, Fenerbahçe, Liverpool (evet yine). Fenerbahçe süpriz yaptı desek, elediği takım Sevilla ki Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Chelsea havada kapar. Ama bir dakika, Mourinho yoktu o sezon. Son yıllardaki en kolay Chelsea kurası Mourinho'nun olmadığı sezona denk geliyor.

2008-2009 sezonunda Mourinho Inter'e geçiyor ama kuralarda değişen bir şey yok. 2. turda çekilen takım Manchester United.

Ve 2009-2010 sezonu. 2. turdaki rakip Chelsea. Ha grup birincisi olsun, kolay takımı çeksin diyebilirsiniz, ama gruplar da pek birinciliğe müsade etmiyor. Mourinho'nun geçmiş gruplarında Barcelona'lar Liverpool'lar eksik olmazdı. Zaten Barcelona ve Liverpool olayları ayrı yazı konusu. Ayrıca 2. de olsa, insana bir kere bile kolay bir takım çıkmaz mı? 2 kez Manchester, 2 kez Barcelona, 1 Porto, 1 Chelsea biraz fazla değil mi?

Komplo teorisi gibi algılanmasın, dikkatimi çekti sadece. Daha önce de Ozan'la konuştuğumuz bir hadiseydi, şimdi üstüne Chelsea eşleşmesi gelince içimde tutamadım daha fazla.

17 Aralık 2009

Yapma Tolgahan...

Bugün spor haberlerine göz gezdirenler, Adanaspor kalecisinin kazandıkları maç sonrası mikrofonu eline alıp sevgilisine yaptığı evlilik teklifini izlemişlerdir. Enteresan bir hareket olmakla birlikte (Lehmann'ın sahaya işemesinden iyidir elbette) bir facianın da eşiğinden dönmüş Tolgahan kardeşimiz;


Fotoğrafta gördüğünüz üzere, maç ve teklif sonrası çifte kumruların soluğu muhallebiciye kadar yetmemiş olsa gerek, stat dışındaki tatlıcıda mola vermişler. Yalnız tatlının kendisi biraz sakat, Zürafa Sk. tatlısı diye bilinir bunun yuvarlağı.

(foto: milliyet.com)

14 Aralık 2009

Normal mi, elma dilim mi?



Görüntü pazar gecesi oynanan Oklahoma City - Cleveland maçından. James, fast break başında önce kısa bir kasap havası yapıyor, hücumun sonunda çocuğun patateslerini götürüyor.

Manchester City Ve Beraberlikler

7 maçlık beraberlik serisi nadir görülecek cinstenti. Aslında geçen hafta Lampard penaltıyı atsa, bu haftayla beraber seri 9'a çıkacaktı. Ve hafta içi de Tottenham deplasmanına çıkacaklar ki, beraberlik en olası sonuç gibi duruyor şu aşamada. Peki neden berabere kalıyor bu takım? Kasten mi yapıyorlar?

Oynadıkları ilk 6 maçtan 5'ini kazanınca heyecanlandırmışlardı herkesi. Tek mağlubiyet de Old Trafford'da son dakikada gelmişti. Futbol çok iyi değildi belki ama ekeftif oynuyorlardı, sonuca gidiyorlardı. Mark Hughes ile çok başarılı olamayacağını düşündüğüm bu kadro benim de kafamı karıştırmıştı. Hiç adalı bir hocanın stiline benzemiyordu. Uluslararası futbola kendini çok önce adapte etmeyi başarmış Alex Ferguson dışındaki tüm adalı hocalar, belli geleneklerden vazgeçmezler ve biraz geri kafalılardır aslında. Martin O'Neill belki ayrılabilir biraz farklı özellikleriyle. Mark Hughes'ün futbolculuk kariyeri iyi bir hoca olacağı ipuçlarını verse de, toplama bir takımı başarıya götürebilecek bir tarza sahip olduğunu düşünmedim hiçbir zaman. Ha bir David O'Leary vardı, ne oldu ona?

Başarısız olduğunu iddia etmiyorum Hughes'ün. Manchester United dışında onları yenebilen hâlâ yok. Buna kupa da dahil. Kendi evlerinde iki kez Arsenal'i, bir kez Chelsea'yi devirdiler. İlk 4 yarışının içindeler. Beraberlikler zinciri esnasında çok fazla sakat oyuncuları vardı. Robinho henüz yeni yeni oynamaya başlıyor, Tevez-Adebayor çok az beraber oynadı ve daha bunun gibi bir sürü mazeretleri var. Ancak bazı problemler olduğu da kesin. Bir takım 9 maçın 8'ini berabere bitiriyorsa ve bu süreçte kazandığı maç hariç diğer tüm maçlara favori çıkmış ise oynadıkları futbolda sorgulanması gereken bazı hususlar olsa gerek.

İki adet kapı gibi stoper aldılar ve rakiplerine pozisyon vermeden başladılar lige. Ancak gol yemeden tamamladıkları ilk üç maçın ardından 0-0 biten bir Birmingham maçı hariç oynadıkları tüm maçlarda en az 1 golü kalelerinde gördüler. Yani gol yemeye başladıklarından itibaren çözüldüler ve bir türlü defanslarını toparlayamıyorlar. Biraz da kendine güven işidir bu. Gol yemeyeceğine inanarak maça çıkmak birçok şeyi kolaylaşyırır. Benitez'in Liverpool'u dönem dönem bunu başarmıştı geçmişte. Mourinho'nun Chelsea'sinde de o kendine güven vardı. Manchester City kontrollü futbol oynamaya çalışıyor ama bir gol yedikleri anda oyun disiplini kalmıyor ortada ve Mark Hughes takım üzerindeki kontrolünü kaybediyor. Kafasındaki şeyleri az çok anlayabiliyorum ve doğru futbolu oynatmaya çalıştığını da görebiliyorum, ancak yönetilmesi zor bir oyuncu topluluğuyla beraber olduğunu unutmamak lazım.

Beraberlik serisindeki birçok maçı öne geçmesine rağmen galip bitiremedi. 2-0 öne geçip farka giderlerken, üst üste yedikleri 2 golle Fulham'a puan kaptırmaları mesela. Ya da ligin en kötü deplasman takımlarından biri olan Hull karşısında 1-0 öne geçtikten sonra rahat sonuca gitmeleri gerekirken yine bir şekilde gol yemeyi başarmaları.

Yıldız oyuncuların yarattığı pozisyonlarla hücumda idare ediyorlar bir şekilde. Mourinho'nun Chelsea'sinin sezona hep 1-0'larla başladığını hatırlarsınız. İşin hücum yönü için bir 10 maç beklemekte sakınca görmezdi. Öncelikle tüm takıma savunma bilincini oturtup, herkesin ne yapması gerektiğini bildiğinden emin olduktan sonra daha açık oynamaya, rakibin daha çok üzerine gitmeye başlardı. Hughes de bu yol üzerinde gidiyor sanmıştık ki, biraz da şaşalı Arsenal galibiyetinin gazıyla erken açıldı ve hafiften şapa oturdu. Takım kimyası ne durumda, çok bir fikrim yok ancak bu kadar üst düzey hücum oyuncularına sahip bir takımda Bellamy'nin bu kadar dakika bulması benim garibime gidiyor. Büyük paralar ödenerek alınan Santa Cruz pek süre alamazken hem de.

Bence yol yakınken gönderilmesi gerekiyor Hughes'ün. Antrenör değişikliğini seven biri değilim, hele sezon ortasında yapılan değişikliklere uyuz olurum çoğunlukla. Ama baştan yapılan seçim bir hataydı ve şu anda kaybedilmiş çok bir şey yokken, eğer kısa vadeli başarı istiyorlarsa, daha üst düzey bir hocayla çalışmaları gerektiğini düşünüyorum. Mesela bu modelde daha önce denenmiş ve başarıyla ulaşmış Mourinho ikna edilebilir kesenin ağzını açarak.

Bu kadronun, özellikle Liverpool bu kadar kötü giderken, ilk 4 dışında kalması bence kabul edilebilir bir durum değil. Sezona Jose'yle başlasalar ciddi bir şampiyonluk adayı olmazlar mıydı? Tren kaçmış değil hâlen.

13 Aralık 2009

Olağan Şüpheliler

Letonya tarihinin en yetenekli kadrosu olarak nitelendiriliyorlardı. Öyle ki, 2001'de ezeli rakipleri Litvanya'ya Ankara'da fark atıp çeyrek finale kalan takımdan bile daha iyi bir kadroydu bu oyuncu bazında bakarsak. Bagatskis ve Stelmahers yoktu belki ama, oyunu olgunlaşmış bir Valters'le birklikte Skele, Blums, Berzins gibi yetenekli oyuncularla dolu kadroya bir de NBA çapında bile elit bir uzun olarak kendini kanıtlamış Andris Biedrins'in eklendiğini düşünürsek Letonya Federasyonu'nun bu kadrodan iyi dereceler beklemesi çok da abartılı bir istek değildi. Burada di-li geçmiş zaman kullanmamın bir sebebi var tabi. Zaten yazının konusu da bu olacak. Medyanın çeşitli organlarında bu kadroya neler olduğuyla ilgili bazı şeyler okumuşsunuzdur muhakkak. Bu yazılanları biraz daha netleştirmeye çalışacağım hazır yerel basını takip etme şansım varken.

Kadronun ilk çürük elması Kaspars Kambala oldu. 2001'de muhteşem oynayan ve geleceği çok parlak görünen bu sevimsiz dev adamın 2007'de kokain kullanmaktan ceza alması pek de şaşırtmadı kimseyi. Letonya insanı biraz gariptir. Sovyet dönemini yaşayan bu jenerasyonun çoğunun babadan fakir olması, onların paraya olan bakış açılarını farklılaştırmıştır muhakkak. Buna görmemişlik, öküzlük, vs diyebilirsiniz. Ama Letonyalı oyuncuların hemen hepsine görülen disiplin problemini en iyi bu şekilde açıklayabiliriz. Litvanya da aynı dönemlerden geçmiştir, ancak onların basketbol kültürü ve oyuna olan saygısı bambaşkadır. Bu sebeple oyuncularda ciddi bir disiplin anlayışı olmasa da basketbol oynarken bu yönlerini gizlerler. Oysa Letonya'da birinci spor hokeydir. Basketbolcuların bir çoğu için para ön plandadır ve yoksulluk içinde yaşadıkları dönemlerden sonra bir anda ciddi paralar kazanmaya başlayan bu gençlerin bu durumu çok hazzedemeyip, işi makaraya vurmaları çok da garip değildir. Neyse Kambala bir süre boksla da uğraştıktan sonra basketbola geri döndü ve 2009 kadrosunda kendine yer buldu.

Turnuvadan sonra ise Kristaps Valters üç sene, Armands Skele iki sene milli takımdan uzaklaştırılma cezası alırlarken, Efes Cup'ın ardından takımdan atılan Kaspars Berzins ile birlikte Kaspars Kambala ve Andris Biedrins de en ufak bir disiplinsizliklerinde uygulamaya konulacak bir senelik şartlı uzaklaştırma aldılar. Peki neydi bu adamların sorunu? Berzins'ten başlayalım isterseniz.


Kaspars Berzins şu ana kadarki kariyeri boyunca hep müthiş umutlar vadeden bir oyuncu olmuştur. Ama kendisiyle çalışan tüm koçların ortak görüşü Berzins'in oyun zekasının çok düşük olduğu, hatta genel olarak da zeka seviyesinin tahammül boyutlarını zorlayacak düzeyde olduğu şeklindedir. Yine de üstün fiziği ve yetenekleriyle ile NBA yaz liginde Suns kadrosunda kendine bir yer bulmayı başardı. Yaz liginin ardından da Eurobasket'e hazırlanan milli takım kafilesine katıldı. İşte olaylar orada başladı. (2002'de Almanya'da süpermarketten bir şeyler çalarken yakalanan bir adamdan bahsettiğimizi unutmayalım) Kamp sırasında antremana geç gelmek, sakatlık numarası yapmak, kaldığı otellerde arıza çıkarmak gibi sayısız vukuatının ardından Efes Cup'ın son maçında Almanya karşısına sakatlığını bahane ederek çıkmadı. Oysa aynı günün akşamında kendisi çılgın bir partide dans ederken yakalanınca kadrodan çıkarıldı ve Letonya, henüz şampiyona başlamadan çok önemli bir uzununu kaybetmiş oldu.

Az önce yazdığım otelde arıza çıkarmak lafına dikkatleri çekmek istiyorum. Bu Berzins'in tek başına yaptığı bir şey değil ve burada ceza alan diğer isimler de devreye giriyor. Medyaya mümkün olduğu kadar az yansıyan bu hadise Efes World Cup sırasında Letonya'lı oyuncuların Ankara'da kaldıkları otelde gerçekleşiyor. Alkol olayını abartan bir grup (net olarak kimler olduğu Letonya basınında yer almasa da verilen cezalar ipucu oluşturacaktır) tüm odayı kırıp dökerler. Bununla yetinmeyip odada ateş yakarak etrafında dans ederler. Ve duş başlığının içine bok koyarak(evet bildiğin bok) arkadaşlarına şaka yapma girişiminde bulunurlar. Bu şakanın kurbanı veya fikir babası kim bilemiyorum. Aslında bu olayların gerçekliği de sorgulanabilir. Resmi açıklamada söylenen otelde rahatsızlık verdikleri için otelden atıldıkları şeklinde. Rahatsızlığın detayını magazin dergilerinden öğrendim, o bakımdan haberden çok söylenti demek doğru olacaktır buna.

Berzins ilk anda seçilen bir kurbandı ve kadrodan çıkarıldı, fakat olaya karışan Kambala, Valters, Biedrins ve Skele de o anda kadro dışı bırakılsaydı Avrupa Şampiyonası'ndaki sonuç facia olacağından kendilerine bir şans daha verildi. Turnuvada da hiçbir şey oynamayan ekip yalnızca 13. oldu ve federasyon tarafından bu derece yetersiz olarak görüldü ve vukuatlı oyuncuların takımdan uzaklaştırılmasına karar verildi. En ağır cezayı alan Valters'e göz atalım biraz da.

Kendisini izlemiş olan süphesiz ki yeteneklerinden haberdardır. Saha görüşü, top hakimiyeti, dış şut gibi bir oyun kurucuda bulunması gereken her özelliğe sahip olan Valters, sevgili Sedat Koç'un benzetmesiyle iyice Pozecco gibi oynamaya başlamıştı. Ama tabi bunu iyi anlamda söylemiyorum, sıkça cıvıttığı ve gereksiz top kayıplarıyla takıma zarar verdiğini vurgulamak için söylüyorum. Babasının da torpiliyle (Valdis Valters, bir zamanların efsane Sovyet oyuncusu) takım içinde oldukça rahat hareket eden ve koçu pek takmayan bir arkadaş kendisi. Hatta yine bir söylentiye göre bir antremanda herkesin önünde takımın eski koçlarından Igors Miglinieks'e siktir çekmiştir. Son koçuyla arası pek iyi değildi zira. Birçok kez koçunun kenardan işaret ettiği setleri uygulamak yerine kafasına göre işler yapan Valters'in kendisine aşırı güvenmesi ve bu sayede takıma ve takım arkadaşlarına zarar vermesi de aldığı üç senelik cezada önemli etken olmuştur muhakkak. Sabah antremanlarının hemen hemen tamamına akşamdan kalma bir vaziyette katılması da aynı şekilde. Bu sene transfer olduğu Joventut'ta iyi bir sezon geçirdiğini, 10.1 sayıyla takımın üçüncü skoreri ve 5.4 asistle tüm ACB'nin ikinci asistçisi olduğunu hatırlatalım.

Sıra geldi dördüncü şüphelimiz Armands Skele'ye. Barons LMT takımının yıldızı Skele burada bir prens muamelesi görmektedir. Oysa bu aşırı ilgi onun hakettiği bir şey değildir. Ülkede çoğu insan Skele'yi basketboluyla değil de magazin haberlerinden, paparazzilerden, club maceralarından tanırlar. Hatta kendisine takılmış olan Esītis lakabı vardır ki, sürekli gittiği Essential isimli club'ın kısaltılmış ismidir bu aynı zamanda. Basketbol sahasında da aşırı gayri ciddi olduğu ve diğer takım arkadaşları gibi alkolü çok sevdiği söylenir. Otel vakasında en çok cezayı alanlardan biri olmasının sebebi geçmiş vukuatlarıyla ilgilidir tabi ki. Yoksa antremanlara sarhoş gelmek dışında son dönemde takıma verdiği ciddi bir zarar yoktur. Aslında ılımlı bir karaktere sahip olduğu da söylenebilir keza ceza aldıktan sonra federasyona bir yazı göndererek verilen cezanın haklı olduğunu ve bundan sonra davranışlarına çeki düzen vereceğini ifade etmiştir. Çok inandırıcı olmasa da en azından efendi bir şekilde yaklaşmıştır olaya. Oysa Valters, kendisine kasıtlı olarak haksızlık yapıldığını iddia ederek federasyonu dava edeceğini söylemişti.

Yakından tanıdığımız, sevdiğimiz Biedrins de Letonya'ya geldiği zaman NBA'dekinden farklı bir profil çiziyor. Eğer milli takım kampındaki davranış stilini bir şekilde NBA'e taşırsa, oradaki ömrü uzun sürmeyecektir. Aşırı alkol kullanımı, antremanlardaki ciddiyetsizliği sebebiyle aldığı cezanın dışında yanında gezdirdiği sarışın kızlarla da Letonya paparazzisinin favori isimlerinden biri olmuştur her zaman için. Bu kızlardan bir tanesi, yine bu takımın nasıl bir hâlde olduğunun güzel bir işaretidir aslında. Bahsettiğimiz bayan Katrina Valters. Soyadı tanıdık gelmiştir.

Bir başka milli takım oyuncusu olan Sandis Valters aynı zamanda Kristaps Valters'in kardeşi. Yanında gördüğümüz bu güzel kızla bir süre evli kaldıktan sonra boşanırlar. Buraya kadar bir problem yok. Ancak daha sonra Katrina, milli takımın bir başka oyuncusu Andris Biedrins'le görüntülenmeye başlar. Bu nasıl takım arkadaşlığı deyip Biedrins'e mi kızsak, para avcılığını abartıp tüm takımı sıradan geçirmeye kalkan sarışına mı yüklensek bilemiyorum. Kesin olan bir şey varsa, o da ortada ciddi bir çarpıklık olduğudur. Bir Çanakkale Biga'dan, bir de Riga'dan adam çıkmaz dememişler boşuna.

Asıl ironik olan bu kadronun şampiyona öncesindeki sloganının "Now or Never" olması. Never seçeneğini işaretleyeceğiz herhalde, öyle gözüküyor.

Bilgilendirici not: Oyuncuların ismini kendi dilinde telaffuz etmeye meraklı olanlara yardımcı olayım biraz. Biedrins'i okurken sondaki s'yi ş diye telafuz etmemiz gerekiyor. Berzins de aynı şekilde. Skele, Şçeele şeklinde okunuyor.

Teşekkür notu: Tüm bu bilgileri toplamamda yaptığı araştırmalar ve çevirilerle müthiş bir katkısı olan sevgili Santa Avisane'ye teşekkürü borç biliyorum.

Stoke City - Wigan Athletic

Bu maç uğruna blog entry'si girmeye değecek bir maç mı diye kendi kendinize sorabilirsiniz. Ben de sordum. Ama enteresan şeyler oldu hakikaten. Internetten açtım maçı bakayım diye biraz Tuncay oynuyor haberini aldıktan sonra. İyi de oynuyordu baya, hatta Stoke formasıyla ilk golünü atması da fazla sürmedi. 3-4 pozisyonda daha gole yaklaştı buna ek olarak.

Ama asıl olay aşağıda linkini görebileceğiniz gol. Maça Tayshaun kardeşimle beraber alt oynamışken, ortasahadan gelen bir golle pick'in yatmasının şokunu üzerimden atamadım uzun bir süre.



Bunla da sınırlı kalmadı maçtaki enteresan olaylar dizisi. Sonlara doğru Wigan'ın kazandığı penaltı atışını kurtaran Sorensen'in son 6 penaltıdan 5'ini kurtardığını biliyor muydunuz?

Deliksiz

Hikayeyi mark paylaştı. Tembellik yapmış, sizle paylaşmamış. Kevin Arnovitz'in kaleminden aktarıyorum.

Celtics yedeklerinden Giddens için iyi bir dış şutör denemez. Zaten kariyeri boyunca sahada kaldığı 54 dakika boyunca da, sadece tek bir üç sayı denemesi var. Ama ligde ikinci yılını geçiren skorer gard kendini geliştirmeye çalışıyor, tabi takım arkadaşı efsane şutör Ray Allen da bu arada ona takılmayı ihmal etmiyor.

Chicago maçından önce, bu sabah United Center'da şut antremanı yaparken Giddens, Ray Allen geldi ve bench'in hemen arkasında oturup onu izlemeye başladı. Giddens, doğuştan bir şutör değil, şutunu çıkarırkenbiraz arkaya düşüyor ama bu sabah düzgün atıyordu. Allen'ın önünde 3 tane üstüste üçlük soktu.

Ama bu Allen için yeterli değildi.

"Çembere değdirdin." dedi Allen, Giddens üçüncüyü soktuktan sonra. Giddens dönüp Allen'a baktı. Bozulmamıştı, daha çok babasını memnun etmeye çalışan istekli bir çocuk gibi bakıyordu.

Allen gülerek, "Şutun çembere değiyorsa, ne biçim bir şutörsün sen?" dedi.

Sonra kenarda oturduğu rahat koltuktan kalktı ve 25 feet'ten şutunu attı. 14 yıllık kariyeri boyunca 2000'den fazla üç sayı isabeti bulunan Allen'ın şutu deliksiz girdi. Sakin bir şekilde yerine geri döndü, Giddens da çalışmaya devam etti.

11 Aralık 2009

Z-Pac

“Yeah man. You know Tupac? I’m Z-Pac!” (Evet adamım. Tupac'ı bilir misin? Ben de Z-Pac'ım!)
Zaza Pachulia; "Yani senin kendi rap şarkın mı vardı?" diyen Lang Whitaker’a cevap verirken.

Nothing Easy Zaza Gürcüce rap şarkısında vokal yapmış vakt-i zamanında, ilgilenenlere. Zaza dakikalar biri gösterdiğinde sahneye çıkıyor diyor Lang Whitaker.




Lang Whitaker'ın yazısı için aşağıdaki linke akabilirsiniz
http://www.slamonline.com/online/blogs/the-links/2009/12/links-zaza-pachulia-or-z-pac/

10 Aralık 2009

2009 FIFA Puskas Yılın Golü

Fifa, 2008 - 2009 sezonunun en iyi 10 golünü belirlemiş, en iyiyi seçmek için anket devam ediyor. Oyunuzu bu sayfadan verbilirsiniz. Benim oyum, Bnei Yahuda'nın genç forveti Eliran Atar'ın Maccabi Netanya'ya karşı, rövaşata nasıl atılır dersini verdiği muhteşem gol. Atar, soyadını haklı çıkarır şekilde sezonu İsrail'de gol kralı olarak kapadı. (Ha oyumu verdim ama benim için 2008 - 2009'un golü Semih'in Hırvatistan'a attığı goldür, sezona dahil sayılır mı bilmem ama.)

Listede yine korkunç goller var, hepimizin hatırlayacağı. Cristiano Ronaldo'nun Porto'ya, Grafite'nin Bayern'e, Nilmar'ın Corinthians'a, Mphela'nın İspanya'ya ya da aynı maç içinde Essien ve Iniesta'nın karşılıklı attığı mükemmel goller gibi.

Tabi söz konusu liste hazırlamak olunca, eleştiri kaçınılmaz. Ben de kendimce ilk bakışta göremediğim veya youtube'da biraz gezinince hatırladığım birçok muhteşem golün listedışı kaldığını ve en iyi golü seçmenin gereksiz bir iş olduğunu gördüm. Onun yerine Fifa, atıyorum, en güzel 50 golü seçse her yıl ve bir dvd yapsa, görüntülerin arasında golü atanların veya yiyenlerin kısaca yorumları veya esprileri olsa, gelirleri de mesela Afrika'daki çocuklara top, pabuç falan olarak aktarılsa para vermez misiniz? Ben veririm.

Mesela listede Atar'ın gelişine vurduğu muhteşem bir rövaşata varken, Adebayor'un Villareal'e deplasmanda attığı rövaşata gol biraz hafif kalmış. Futbol tanrıları, beni affedin, rövaşata beğenmemezlik yapmıyorum ama Atar'ın golü de çıtayı çok yükseltiyor yahu.

Ibrahimovic'in geçen sezon, Bologna'ya attığı akrobatik karatecimsi golü mesela gözler arıyor veya Atalanta'ya attığı topuk golü mesela? Molto beeene.

Juninho'nun Barcelona'ya sol korner direğine yakın mesafeden attığı frikik golü unutabilen var mı? Ya da aynı maçın rövanşında, Nou Camp'ta Messi'nin 3-4 Lyon'luyu geçip, sonra çok sade olmasın bir de verkaça gireyim dediği gole ne dersiniz? Belki de Barcelona'nın, Bayern Münih'i sahadan sildiği eşleşmede, deplasmanda 100 pasla gelip, Bayern'in ceza sahası içinde 4 pas yapıp Keita'yla bulduğu gole ne demeli?

Geçen sezonun başında van der Vaart'ın Gijon'a attığı topuk golünü hatırlıyor musunuz?

Alkmaar'lı Dembele'nin veya Mönchengladbach'lı Baumjohann'ın rakipteki herkesi çalımlayarak attıkları golleri de izlemenizi tavsiye ederim.

Brondby'li Peter Madsen'in önce kaleci ve defans oyuncusunu yatırdığı, sonra da rabona'yla topu filelere yolladığı golü de henüz izlemeyenler, bir göz atsın ve uygun tepkiyi versin.

Şu linkteki videodan da geride bıraktığımız sezonun birçok enfes golüne bakabilirsiniz.

Ronaldo, Messi

İkisi de birbirinin yetenek ölçütü. Sürekli kıyaslanıyorlar ve bundan zevk alıyorlar. Her ne kadar benzer mevkilerde, paralel rollerle oynasalar da, arada sırada birbirlerine gönderme yapmaktan büyük bir zevk alıyorlar. Ronaldo’nun Marsilya’ya attığı müthiş frikik golünü izledik Salı gecesi, sadece Benjamin’e özgü sandığımız akula vuruşunun bir klonunu yaptı 35 metre mesafeden; ertesi akşam bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle Barcelona’nın bayıltan %78 futboluna renk kattı, kendi kazandığı faulde bizlere Hagi’yi anımsatan yumuşaklık ve şevkatle okşadı topu.



Bu ikisinin futbola kattıkları, son iki senede pek çok antrenöre kitap yaktıran, transfer rekorlarını alt-üst ettiren o müthiş yetenekleriyle sınırlı değil, aslında. Ronaldo Man Utd formasını giymeden önce tanıyan yoktu, o transferden kısa bir süre sonra U21 maçında bizim çocuklara karşı izlemiştim, çelimsizdi, bireyseldi, etkisizdi tüm yeteneğine rağmen. Yine de dünyanın en iyi futbolcularından biri olabileceğini anlatan bir yumuşaklık vardı bazı hareketlerinde, hedefe doğru giden hareketi yapmayı öğreten Sir Alex kadar, bıkmak usanmak bilmeden çalışan Ronaldo’nun da payını es geçmemek lazım bu gelişimde. Elde ettiği onca başarıya, attığı onlarca unutulmaz gole, futboluna eklediği saymakla azalmayacak boyutlara rağmen, 2008 finalindeki aciz Man Utd görüntüsü onu yeni bir hamleye itti.



Şöhrete, ilgiye, paraya, kadınlara –kısacası ilkel benlik altına gizlenmiş tüm kibir ve hırs yansımalarına duyduğu açlık kimseyle kıyaslanmayacak boyuttaydı, bunlara ulaşmak için antremanda yaptıkları yetmiyordu; çünkü onu hep United çıtasının altında tutmaya çalışan Sir’ün şevkatli kollarında teslim olmuştu en büyük rakibi ve çıtasına, Messi’ye. Bir önceki sezon da Real Madrid’e gitmek istemişti ama artık gitmek ‘zorundaydı’, çünkü Messi ile göğüs göğüs çarpışabileceği tek yer orasıydı, sadece Messi’yi değil, onun üzerindeki formanın ve etrafındaki manganın yıkılmaz görünen hakimiyetini de delmek ve böyle anılmak istiyordu: Barça’ya karşı Real’in onurunu kurtaran adam.

Barcelona – Real Madrid, mes que un derby… Mes que un teatro hatta, kimileri için daha da fazlası. Şu anda Messi ve Ronaldo için çok daha fazlasını ifade ettiği kesin. Bu göndermelerden daha çok izlemek umuduyla…

Ne dedi?

Spor Servisi'nde dinledim, sabah sabah tebessüm ettirdi. Diğer kaynaklara bakınca Fanatik'in işe yine biraz mizah kattığı ortada tabi.

“Krasiç’e ne kadar iyi bir futbolcu olduğunu, CSKA’dan ayrılıp, kariyerine Avrupa’da yön vermesi gerektiğini söyledim. O da bana, ‘Avrupa’dan teklifler var. En ciddi Liverpool istiyor, ama hoca bırakmıyor. Şu maç bir bitsin. Hocanın ayaklarına kapanacağım ve gitmek isteyeceğim’ dedi. Ben de, ‘10 senedir Beşiktaş’tayım. Teklifler geldiğinde gitmedim. Eğer kalırsan, bir daha bu teklif kapına gelmez’ diye uyardım. Kendisi de beni övdü ve güçlü bir futbolcu olduğumu dile getirdi. Bu arada Krasiç’le de İngilizce konuştum ve İngilizcemi konuşturdum!"

Kimin Yalancısıyız: Fanatik

08 Aralık 2009

Kısfmet


"The building was cold."

—G Gilbert Arenas, when asked why he played so poorly against the Pistons.