26 Haziran 2008

2002'den 2008'e, ne değişti?


Garip bir milletiz. Her büyük uluslar arası turnuva, her ulaşılmamış başarı, her tarihi galibiyet sonrası bunu düşünmüşümdür. Fikrim bir kez daha sabitlendi, kendimden örnekle hatta. Milli takımımızı her büyük turnuvaya soru işaretleriyle yollarız, kadro beğenmeyiz, her maç ardından radikal fikir değişiklikleriyle kafamızı bulandırırız. Her söylenene “Hmm, doğru lan galiba” tepkisi verip başka başka açılar keşfeder, bu açı hesaplamalarının her birinde öncekinin derecesini unuturuz. Dediğim gibi, bu havadan dimağ sarsan maçlar sayesinde çıkamadım dün geceye kadar. Şimdi sıcağı sıcağına medyanın ve federasyonun, dahası başbakanımızın ve cumhurbaşkanımızın yarattığı havayı üfleyip Milli yönetimimizin doğru ve yanlışlarına bakmak istiyorum.

Milli futbol takımımız uluslar arası alanda en büyük gurur kaynağımız, sevincimiz, reklamımız oldu yıllar yılı, ama büyük başarıların arkasında hep travmalar oldu, hem bireysel hem takımsal olarak. Diğer büyük başarımızın cereyan ettiği 2002 ile başlayalım. Gelmiş geçmiş en güçlü jenerasyonumuz, en yetenekli ve derin kadromuz, kafa olarak en hazır oyuncularımızla girmiştik eleme sürecine. Oldukça zayıf grubumuzdan, müthiş deplasman derecesine rağmen, içerideki efsane İsveç mağlubiyeti (88-90) ve Makedonya beraberliği (Alpay “hat-trick” Özalan) yanında garip Slovakya beraberliği ile anca ikinci olabilmiştik. Hatta aynı gece ülke olarak Eurobasket’teki Hırvatistan zaferine yoğunlaşınca İsveç faciasına yeterince üzülememiştik. Sonuç: yine playoff, yine playoff.


Dünya Kupası öncesi havayı hayal meyal hatırlıyorum. 5-0’lık Avusturya maçı takıma olan inancı artırmış, medya “Türkiye’ye %30 oynasak yeter” diyen Roberto Carlos’a yüklenmişti. Bu inanca rağmen, Emre Aşık ve Bülent Korkmaz’ın arkasına Ümit Özat’ı libero olarak çakıp ultra savunmacı bir takımla Brezilya karşısına dikilmemiz garipti. Bu akıllarda kalsın, sonrası hatırlardadır zaten. Şanssız mağlubiyetlere yeni bir halka, şefersiz Rivaldo, kabus Kosta Rika maçı, son dakikada boş kaleyi pas geçen Winston Parks, Brezilya’ya Kosta Rika’ya yatmasın diye baskı –en ilginci de bu, garip bir umutsuzluk vardı herkeste bu maç hakkında, sonuç 5-2 olunca sarsıldık.

Çin maçında açılan takım, Japonya’ya İtalyavari bir galibiyetle selam edip Senegal’i ezince hedef kupaya yöneltildi. Brezilya karşısında tıpkı dün gece olduğu gibi çok iyi oynamıştık, Hamit’in orta sahadaki bağıran varlığı o akşam turnuvanın yıldızı Hasan Şaş’ın omuzlarındaydı, Ronaldo’nun burnu Rüştü’nün piknikte bile kurtaracağı bir topken fileleri gördü, İlhan’ın kafası direği yaladı ve elendik. O turnuva aslında bu turnuvanın da bize inceden inceye verdiği mesajı sokmuştu kafamıza. Bazı takımların kadro kalitesi ve derinliği asla İtalya, Brezilya, Arjantin ya da Fransa seviyesinde olmayacak. Ancak yetenekleri doğrultusunda agresif oynayan, iyi hazırlanan, birbirine güvenen oyunculardan kurulu her takım turnuvada umulmadık başarılara ulaşabilir.


Bu turnuvaya gelelim. Önce tebrikler. Bütün maçlarda oynayan Hakan Balta’ya, parmağındaki sakatlığa rağmen bütün maçlarda oynayan, bana göre bu turnuvanın kahramanı Hamit’e, yüksek beklentilerin altında ezilmeden sakatlanana kadar istikrarlı futbol oynayan ve Çek Cumhuriyeti maçındaki unutulmaz golü atan Nihat’a, İsviçre maçındaki golüyle takımı ateşleyen, Çek Cumhuriyeti maçındaki golüyle itekleyen Arda’ya, formunu sezon sonrasında bu turnuva için muhafaza eden Semih’e teşekkürler. Fatih Terim beklediğimiz gibiydi, yorumlarıyla, yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla kafa karıştırdı ve takımdan ne beklememiz gerektiğini asla bilmememizi sağladı. Diğer bir yandan, bu fikirden de destekle ülkenin en büyük teknik direktörü olduğunu bir kez daha ispatladı. Kelimelere yanlış döktüğünü düşünsem de, bu takıma aşıladığı çok önemli bir psikolojik sağlamlık var. Yetenekli bir takımız, stoperimiz ve kalecimiz uzun yıllardır sorun olsa da diğer mevkilerde derin sayılabilecek bir kadro çıkarabiliyoruz, bunun ışığında birbirimize güvenirsek ve istikrarlı olarak agresif bir futbol oynarsak her turnuvada başarılı olabiliriz.

Bunu fark etmemiz için yine ilk 90 dakikayı boş geçmemiz gerekti. Stoperi ve kalecisi soru işareti olan bir takımın yapması gereken ilk şey agresif oynamaktır. Geriye yaslanmak, hızlı adamlarla açık alan yakalamaya çalışmak asla becerebildiğimiz bir şey olmadı; Portekiz maçının özelinde herhangi bir rakibe karşı bu anlayışla çıkmak intihar olurdu, zaten turnuvadan elenmemizle sonuçlanan birkaç kritik pozisyon da geriye yaslandığımız dakikalarda gerçekleşti. Orta sahayı hem dikine oynama becerisi olan, hem fizik gücü yüksek ve rakibi orta alanda bozacak oyuncuları Aurelio’nun yanına döşeyerek kurmamız gerekiyordu, bu tarife uyan tek oyuncu olan Hamit’i sağ beke hapsederek ikinci hatasını yaptı. Hem de İsviçre maçının belli bir bölümünde, o bölgeyi savunması gereken Sabri orta sahada amok koşuculuğu yapıyordu.

Hatalar yavaş yavaş düzeltildi ve İsviçre maçındaki beklenmedik Arda füzesi Terim’i uyandırdı. Bu noktadan sonra Terim turnuvayı domine etmeye başladı. Öncelikle açıklamalarıyla yaratılan havayı bozup, takımın rahat oynayacağı bir psikolojiyi destekledi. En büyük karakteristik özelliğimiz olan zora girince umudu kaybetmeyi ve tabiri caizse mabadı yere sermeyi neredeyse göremedik.

Neredeyse diyorum zira Atv’nin rüya kadrosu neredeyse yediğimiz her golden sonra beş dakika kadar maç anlatmayı bıraktılar. Yalçın Çetin tüm zamanlardaki favori spikerimdir ama Erdoğan Arıkan ve Kerem Öncel olmadı. Selçuk Yula nedir, anlamadım. Uğur Meleke’yi çok az kullandılar. Maçı babam anlatsa şu ekibin yokluğunu hissetmezdim –Yalçın baba hariç.


Çek Cumhuriyeti maçında da Hamit’in etkin olduğu bölgeye çekilmesi kilit hamle oldu, orta sahayı hallaç pamuğu gibi attı, üç golün de hazırlayıcısıydı, Nihat ve Arda gollerde enfes vuruşlar yaptılar –bu da özlediğimiz görüntüydü. Hırvatistan bizi daha çok andıran, maçı beraber oynayan, iyi savunma yapan ve çabuk çıkan bir takımdı, övündüğümüz kondisyonumuz son dakikalarda bizi biraz zorladı, Semih’in golü anlatılmaz. Zaten anlatmak için izlemek gerek, topun kaleye girdiğini anlayabildiğim saniyeden itibaren minder dövüyordum, İsviçre maçındaki halimi hatırlayınca komik geliyor şimdi. Yağmur altında debelenen takımı izlerken, Volkan topun ilerlememek için isyan ettiği zeminde sıfıra inmiş Derdiyok’un üstüne koşarken “Yahu biraz daha zekasıyla oynayan, şu ortamda maçı idare etmeyi becerebilen, 2-3 tane tek pası üst üste koyabilen bir takım istiyorum, çok mu?” diye söyleniyordum kendi kendime. Arda’nın golünde tavuk gibi bakıyordum televizyona, gol benim için sürprizden de öteydi, o golle birlikte takımın kendine olan güveni de yavaş yavaş büyüdü Almanya karşısındaki büyüleyici 91 dakikayı geride bırakana kadar.

Sonuç olarak yarı finale geldik. Portekiz maçında pas yapamayan takıma hayıflandık, İsviçre’nin havasında yanına uzun kollu bir şey almayı unutan sevgililer gibi çaresiz oynayan oyuncuları görünce sinirlendik. Hani bazı takımlar sistemleri dahilinde hesap dışı bir kırmızı kartta, olağan dışı bir hava koşulunda, önemli bir oyuncunun kötü oyununda ne yapmaları gerektiğini bilmezler. Ama bizim takımımızın bu duruma daha hazırlıklı olması gerekirdi. Çünkü bu turnuvaya gelen ekibin en önemli özelliği fizik gücüydü, üstüne Amerika’lılara yüklettik, sonuç olarak biraz daha dirençli olmalıydık. Çek Cumhuriyeti’ne karşı galibiyet beklemiyordum, onlar da işin özü 2-0’ı yakalayınca biraz gevşediler ama orda olmayan direnç burada oluştu ve yine Türk futbolunda alışık olmadığımız 15 dakikalık yoğun baskımızla maçı aldık. Dahası, 2-2 makul bir skor olmasına rağmen agresif oynayıp kroki durumdaki rakibe son şaplağı atıvermemiz beni çok etkiledi. Hırvatistan maçındaki epik son da güzeldi ama normal şartlardaki bir maçta test edemedik kendimizi, bu da biraz sezildi yarı finalde.

Eksik kadroya ve tahmin edilebilir kadro yapısına rağmen, Terim faktörü devreye girdi ve bu durumu da avantaja çevirmeyi başardık. Almanya maçına nasıl çıkacağımız ya da nasıl oynayacağımız hakkında en ufak bir fikrimiz bile olmadı bu sayede. Ama gerekeni yapıp agresif oynadık, rakibi orta sahada boğduk ama savunmada pozisyon bilgisi eksikliği bir gole –neredeyse ikincisine- mal oldu. İkinci gol rüya gibiydi ama sonrasında en iyi yaptığımız şeyi, sakin kalmayı beceremedik ve basit bir savunma pozisyon hatasıyla Lahm’dan gol yedik. Sağlık olsun diyelim, bu bile fazla geldi.


2002 ve 2008 arasında taze benzerlikler sezdiğim için girmiştim yazıya, uzadı. Geri dönelim, 2002 takımının yıldızı Hasan Şaş, Galatasaray’la da iki çok başarılı sezon geçirmiş ve adını dünyaya ezberletmişti (© Fatih Terim). 15 milyon dolara mı gider, 25 milyon dolara mı gider derken takımda kalmış, üstüne kontratının son senesi olduğu için yeni hoca Terim’le sorunlar yaşamış ve zar zor kadroya girmişti. Sonrası malum, zoraki imza, performansta serbest düşüş ve 26 yaşında heba olan bir gelecek. Arda da aynı sendromu yaşayacak gibi duruyor menajer belası sebebiyle. Israrla Avrupa’ya pazarlanmak isteniyor, kafası bulandırılıyor, olmayan teklifler yaratılıyor. Ben Türkiye ligine mensup bir oyuncunun asla 20 milyon € gibi bir bedelle transfer yapamayacağından emin gibiyim. Hayırlısı olsun, Hasan’ın durumuna düşmesin.

Yine o turnuva sonrasında da çok yetenekli ve genç bir jenerasyonumuz olduğu, bu yarı finalden sonra Euro2004’ü silip süpüreceğimiz konuşuluyordu gaza gelmiş medya mensuplarınca. Çok uçmamak, yere basmak ve ikinci bir Letonya faciası yaşamadan ilk hedefi Dünya Kupası’na katılmak olarak koymak çok mühim.

Fatih Terim’i övdük ama bu takımdan ayrılması kendisi için, dolayısıyla Milli takım için hayırlı olacaktır. Kafasında soru işaretleri olduğunda performansının nasıl etkilendiğini biliyoruz. Bu konsantrasyonu bir daha sağlayacağı konusunda şüpheliyim, bu sebeple Napoli’ye yerleşip orada asıl hedefini kovalaması çok daha akıllıca.

Çok genç ve yetenekli bir kadromuz olduğunu düşünmüyorum. 2002’de de görüşüm sabitti. Takımı sürükleyen oyunculardan Davala ve Ünsal 29, Şükür 31, İlhan 27, Hasan 26, Tugay ve Bülent 32+ idi, hala kalecimiz ve stoperlerimiz problemdi ve istikrarlı bir kadromuz yoktu. Bu kadroya neredeyse hiç dokunmayarak hazırdan yedik ve hazıra dağ dayanmaz. Aynı hataya bu sefer düşülmemeli. Başa kim gelecekse bu takımın yıldızlarından Nihat’ın 29, Tuncay ve Hamit’in 26 olduğunu, Arda dışında geride kalanların bir sonraki turnuvaya nerede olacaklarının garanti olmadığını, stoperlerimiz ve kalecimizin 2002’den daha da belirsiz durumda olduğunu bilmesi gerek. Topal, Balta, G. Gönül –ah bir sakatlanmasaydın-, Arda ve Hamit iyi bir çekirdek ama uçmak için yeterli değil.

Son olarak, bu başarıdan kim nemalanacaksa n’olur oyuncuların ve teknik ekibin önüne geçmesin. Hasan Doğan’a şimdiden ayar oldum ama işin içine Başbakanımız da sızıyor. Biraz açılalım, doktoru bekleyelim. Dahası aklıma gelince yazarım işallah.

Not: Bu aralar Sultanahmet’teyim. Hayranlarımı bekliyorum.

23 Haziran 2008

Strawberry & Cream & Wimbledon


2008 Wimbledon başladı. Ne yazık ki, yayın hakları yine Doğan Grubu'nda. Bu da benim gibi D-Smart'a sahip olmayanlar için, Sopcast yolu gözüktü demektir. Beceremeyenlere veya uygunsuz bir bilgisayar başında olanlara da, adeta oyuncuların konsantrasyonunu bozmamak için kısık sesle konuşarak, korttan her zaman eğlenceli canlı yayınlar yapan, Wimbledon radyosunu tavsiye ederim.

Çilek ve krema, Wimbledon'ın geleneksel aperatifi. Bir kasesi 2 £. Aperatif beni kesmez diyenler için geçen senenin bir tabak spaghetti bolognese fiyatı 12.5 £, yaklaşık 25 dolar.

"A plate of spaghetti costs £12.50. Where else do you see such outrageous prices? It's definitely not the Cipriani of New York. That's one of the best restaurants in New York, and I could have great pasta there for $20." *

Günlük 170 £'luk genel harcırahının yanında, 23.5 £'luk yemek parası alan bir oyuncu belki yemek parasıyla 2 tabak makarna yiyemiyor, evet, Wimbledon'da kiralar ve otel fiyatları da fahiş olabilir ama bunu söyleyen kariyeri boyunca 13 milyon dolar kazanan Marat Safin olunca tebessüm ediyor insan.

* "Bir tabak spaghetti 12.5 £. Dünyayı gezdim, hiçbir yerde yok böyle kazık fiyat arkadaş. Cipriani var NY'ta, hep takılırım, kral mekan. Orda bile 20 dolara donatırım masayı."

22 Haziran 2008

Euro 2008: Terelelli

Ben yine de genel olarak, televizyon başında kurmaylarımla konuştuğumuz bazısı alakasız, havadan sudan, daha öncekilere benzer bir şablonda bir şeyler yazacağım.

- Şu Euro 2008'i ve Türkiye'nin geri dönüşlerini, Goal serisinden bir filmde verseler, "Of arkadaş, ne ucuz klişe film!" demeyecek adam var mıdır?

- Celtics - Lakers 6. maçı beklerken, güzel bir kafayla Hollanda - Romanya maçının tekrarını izliyorduk, Hollanda benchinde oyuncuların yüzünü ekşittiğini, Van Der Vaart'ınsa güldüğünü gördüğümü sandım bir an, "Rafael saldı galiba" dedim makarasına. Hakkaten salmış Rafael, Van Der "Fart" esprisi ise olayı canlı yayında farkedip çocuğu koyan yorumcular Gary Lineker ve Robbie Earle'e ait.


- Nihat'ın sakatlanarak oyundan çıkarkenki yüz ifadesi maçın en iyi fotoğraflarından biriydi. Daha iyisi ise Bilic'in onu alkışlamasıydı.

- Fransa - İtalya maçında ilk 6 dakikada Ribery'den bahsedilip, akabinde nazar değdirip adamın sakatlanmasında yadsınmayacak bir rol oynayarak, ölüm grubuna da imzamızı bıraktık.

- Medyadaki Viyana Fethi eksenindeki jeneriklerden ne zaman bıkacağız ? Bir ülkedeki bütün medya çalışanlarının hepsi birden mi bu kadar yaratıcılıktan yoksun ki, tarihi kendi işimize gelince ortaya atıyoruz ? Hayır ben mi yanlış hatırlıyorum yoksa bizim medyamız değil mi Inter'in deplasman formasını Haçlı Seferi'ne bağlayan, İstanbul'la ilgili Viyana-vari başlıklara "Küstah .....lar" diye cevap veren, İsviçre'nin tabloid gazetesinin kebap esprili manşetini soyunma odası çıkışında tek tek oyunculara soran ? Neyse, gazetelerimizin %90'ı tabloid olduğu için şaşırmamak lazım, ciddi olduğunu iddia edenlerin bile.

- Madem medyaya girdik, atv'den çıkalım. Arshavin, Arda, Modric gibi Selçuk Manav da Euro 2008'in parlayan yıldızlarından. Uzun süre sonra televizyonda suratını gördükten kısa bir süre sonra gülmeye başladığım insanlardan biri haline geldi Manav. Ki bu duyguları en son Murat Özarı için beslemiştim. Bir de inanılmaz bir ses tonuna sahip muhabirleri var, exclusive! röportajlar yapıyor. Karikatür gibi bir ekip hakkaten. Zaga'da Engin Günaydın'ın spor muhabirliği yaptığı bir tipleme vardı, üstüne biraz Borat ekle onun. Bir tutam da Mr. Bean.

- Bu arada spiker ekibinde Yalçın Çetin açık ara önde. Milli yorumcu sevgili Üründül'e artık alıştık, onu gollerde en güzel sevinen yorumcu seçiyorum. Bülent Tulun aralarda bombalar bıraksa da, genel olarak dinletiyor kendini. Aralarda çok iddialı laflar duyunca insan hakkaten takip ediyor yorumcuyu. Selçuk Yula, daha çok mahallenin sevimli abisi kıvamındaydı. Futbolun güzellikleri, barış, kardeşlikle girip ben oynarken, tribünde güzel görüntüler, taraftarlar yan yana, dostlukla bitirdi genelde. Erdoğan Arıkan çok fakir fukara edebiyatı yapıyor, insan depresif izliyor maçları, biraz neşeli olalım arkadaş, hayret birşey.

- Son maçlarında oyuncularını dinlendiren Hırvatistan, Portekiz ve Hollanda elendi. Sıra İspanya'da olabilir mi ? Belki de sadece tesadüf ama Rusya'nın Hollanda karşısındaki fiziksel üstünlüğünü gördükten sonra bu dinlenme teorisine olan inancım kayboldu. Sanırım burda kilit olan ritm kaybetmek.

- Heheheheh.. (Selçuk Manav aklıma geldi.) En büyük başbakan bizim başbakan diye bağırdı mı bizim çocuklar ?

- Ntvspor'da Sergen iyi bombalar bırakıyor. Koller esprisiyle jeneriğe geçti.


- Peter Fröjdfeldt hakemlikten kazandığını solaryuma yediriyor olmalı. Rosetti, yine çok yakışıklı, Hırvat annesinin kulağı çok çınlatıldı bu topraklarda. Ama yine de son penaltıdan sonra Petric'i teselli edemeden bizimkilerin saldırısına uğrayan Rüştü'nün tamamlayamadığı teselli işini, Hırvat'ı şefkatli şekilde kafakola alarak tamamladı Rosetti. Lubos Michel'in arkadaşı olsam, uyurken saçını kazıma şakası yapardım.

- Zhirkov'u keşfeden keşfedene.. Yahu adam kaç yıldır CSKA'da sol kanatı metrobüs şeridine döndürdü. Daha bu sene Fener'e bela olmadı mı Moskova'da ? Bu arada geçen senenin başında Şampiyonlar Ligi'nin en iyi 50 golü seçilmişti, Zhirkov'un Hamburg'a attığı harika golü bir yerden bulup izleyin, hala görmeyen varsa.

- Pavlyuchenko, Moskova'daki o eleme maçında sonradan girip, İngiltere'yi yıkan adamdı. Yıktığı İngiliz defansının Lescott, Richards, Campbell, Ferdinand gibi 4 gergedandan oluştuğunu hatırlatalım.

- Bu arada Selçuk Manav spor müdürü atv'nin. Peki koskoca spor müdürü, neden beceremediği halde soyunma odası koridorlarında röportaj kovalıyor ? Evet Nihat, Arda'yla öpüşmek ister misin, canlı yayındayız..

- Gary Lineker, BBC'de bizimkileri kızdırmış sanırım. Bir yerde okuduğuma göre gider yapmıştı İngiltere'deki Türkler, Lineker'e, olayı bilmiyorum. Çok iplediğini zannetmiyorum Gary'nin.


- Avusturya'nın bu kadar direneceğini hiçbirimiz beklemiyorduk belki ama işi ileri götürerek ülkeleri için turnuvadan önce rezil olacaklarını düşünüp imza kampanyası başlatan Avusturya'lıların elde ettiği kapağın yarıçapını merak ediyorum. Eğer wiener schnitzel kadar dahi varsa, vay hallerine.. Acıktım.

- Güiza & Aragones'i getiriyormuş Fenerbahçe. Hiddink & Pavlyuchenko daha hoş değil mi ?

- Cruyff, Van Basten'in 4-2-3-1'ini eleştirdiğinde "Bize yakın top tekniği ve futbol becerisiyle iyi kontratağa çıkan takımlara karşı, bu geniş dizilişle çok zorlanacağız." diyip, bir nevi "Fenerbahçe 50 metrede top oynuyor Ahmet Hocam" tarzı bir çıkış yapmıştı elemelerde. Cruyff aslında yanılmıyor bu durumda. Hollanda, İtalya ve Fransa maçlarında erken goller buldu ve kontratak oynamaya başladı. Ama Rusya, Cruyff'un kehanetine benzer şekilde Hollanda'nın ipini çekti ki, aslında elemelerde Romanya tam da Cruyff'un dediklerini doğrulamıştı.

- Bu NFL kondüsyonerlerini herkes kahraman yaptı da takımın yarısı da sakat. Çıkamadım işin içinden.


- Önce Semih, sonra Arshavin. İkisi de underdog'ların kahramanları. İkisi de doğru zamanda parmaklarını kaldırıp anlamlı bir sus işareti yaptılar. İzledin mi Tuncay ?

- Cristiano Ronaldo transferi artık lütfen sonuçlansın. Türk Telekom'un videofon'ları arızalı çıkıp toplatılsın. Suyla serinlenir ama öyle değil diyen Havuç'un havası tez zamanda alınsın.

Marquer L'Histoire

Önce


Sonra

Varsın açılsın ara..

Euro 2008 gerçekten de ilaç gibi geldi. NBA playoff'ları, Roland Garros derken Wimbledon öncesinde hayat sanki daha hızlı akmaya başladı. Bu bağlamda blogdaki aksiyonun düşmesi ironik gelebilir ama varsın açılsın ara, çünkü yorumlanamayacak şeyler olmakta ve herkesin gördüğünü herkese anlatmakta bu kadar enformasyon deliliği yaşanan bir ortamda ara vermek, olanları sindirebilmek açısından hayli yerinde gibi.

14 Haziran 2008

Barclays Photographer Of The Season

Premier League'in ana sponsoru olan Barclays, bu sene 6. kez düzenlediği yarışmada, senenin en iyi fotoğrafçısını ve en iyi fotoğrafını seçiyor. Ödüller de hiç fena değil, sezonun fotoğrafçısına 10.000 £, en iyi fotoğrafa da 5.000 £ değerinde hediye çeki. Yarışmaya katılan fotoğrafların bazılarını aşağıya koyuyorum, siz olsanız hangi fotoğrafı seçerdiniz.

Bradley Ormesher 1
Bradley Ormesher 2



Dylan Martinez



Graham Hughes



Jamie McPhilimey



Matt Roberts
Nigel Roddis

Kobe: "Vuracam alkolün dibine"

10 Haziran 2008

Aaron Ramsey

Arsenal, Manchester United, Liverpool ve Everton'ı, Cardiff'te buluşturan 17 yaşındaki bu genç yeteneği Arsenal kaptı. Liverpool'un teklifini Cardiff City zaten reddetmişti, geriye Ramsey için 3 seçenek kalmıştı. 2 gün önceye kadar Manchester'la anlaşma imzalayacak diye beklediğim Ramsey'in Arsenal'i seçmesi Manchester taraftarlarını biraz kızdırmış, taraftarlar Ramsey'in hayatının hatasını yaptığını söylüyorlar ama bence Arsenal, Ramsey için daha iyi oldu. Manchester da zaten oturmuş olan kadroda, orta sahada 17 yaşındaki bir yıldız adayına yer açmak için bu sene gayet iyi oynayan Carrick'i kesemezdi. Arsenal'de ise çok daha fazla oynama şansı bulacak, Arsene Wenger gençlerle çalışmayı çok seven bir hoca, hiçbir takımda bulamayacakları kadar üst seviye maç oynama şansını gençlere sunuyor. Arsene Wenger Avrupa Şampiyonası'nda. Arsenal, Ramsey ile Wenger'i görüştürebilmek için Ramsey'i uçakla alıp Wenger'in yanına yollamışlar, Wenger için de 17 yaşındaki çocuğu ikna etmek pek zor olmasa gerek. Manchester Ramsey'i alsaydı, ilk sene Cardiff'e kiralık vereceklerdi. Arsenal'in anlaşmasında bu madde de yok. Kanı kaynayan 17 yaşında biri için Galler'de geçen ekstradan 1 sene vakit kaybı olarak görülebilir. Zaten Ramsey de 1 ay önce yaptığı bi açıklamada aşağıdaki sözleri söylemiş;

"I just try my hardest to improve in every training session and get in the starting XI on Saturdays."

RG 2008 - Part 4 - Çıkış Yapanlar


4. bölümde en çok dikkat çeken isimleri listeyelim, kime göre, tabi ki bana. Listede yer almayan, yine de dikkat çeken/beklenmeyen oyunlar çıkaran Edouard Schwank, Julien Benneteau, Robby Ginepri, Michael Llodra ve Nicolas Almagro gibi isimler de yok değil.


5) Jeremy Chardy

En büyük oyuncuları Gasquet ve Tsonga'nın olmadığı bir RG'da son 16'ya 5 oyuncu sokan Fransızlar yine de başarılılardı. Bunlardan biri de turnuvaya wildcard'la katılan Chardy idi. Jeremy Chardy aslında juniors seviyesinde bilinen ama profesyonel olduktan sonra beklenen patlamayı bir türlü yapamamış oyunculardan bir tanesi. 2005'te gençlerde Wimbledon'ı kazanmış, Amerika Açık'ı ise finalde kaybetmişti. Ondan sonra da zaten hiç bir halt yiyemedi. Bu sene bir kez daha wildcard sayesinde ana tabloya dahil oldu ama belki de 18 yaşındaki Alizé Cornet dışında kimse ondan bir şey beklemiyordu. Turnuva öncesinde Cornet'nin bir röportajında turdaki en underrated oyuncu sorusuna verdiği cevap, "Jérémy Chardy. He’s 140th in the world but he’s a great player and I love his dramatic style of play." idi. Chardy ilk turda elemelerden gelen Portekiz'li Gil'i geçtiğinde, dişine göre bir rakibi yenen ev sahibi tenisçiydi sadece. Asıl bomba ikinci turda patladı. Yarı final adaylarından Nalbandian'ı 0-2 geri düşmesine rağmen inanılmaz bir comeback'le geçti. Kazandığı son 3 sette, Nalbandian'a sadece 5 oyun verdi. Kesinlikle turnuvanın en iyi bireysel performanslarından biriydi. Nalbandian, Chardy'den bu derece iyi servisler ve forehand'ler kesinlikle beklemiyordu, aslında kimse beklemiyordu. Ardından Tursunov'a set vermeden son 16'ya kaldı ama çok iyi bir toprak sezonu geçiren Almagro'ya çok iyi direnmesine rağmen kaybetti. Chardy buradaki başarısıyla muhtemelen Top 100'e girecek ve Wimbledon'da da süpriz kovalayacak. Bu servislerini ve güçlü forehand'lerini Londra'ya getirebilirse güzel bir kuranın da yardımıyla sıralamada daha da yükselecektir.


4) Carla Suarez Navarro

Bir diğer "out of nowhere" vakası. Kanarya Adaları'ndan gelen bu 19 yaşındaki (en az 27 gösteriyor), tombul, İspanyol kız, elemelerden ana tabloya çıktığında, doğal olarak dikkat çekmemişti, dünya 132 numarası olmak da bu duruma hiç yardım etmemişti. İlk iki turda, iki Fransız'ı, Parmentier ve Mauresmo'yu elediğinde dikkat çekmeye başladı. Bartoli'yi eleyen Dellacqua ve Venus'u eleyen Pennetta'yı da geçip çeyrek final görmesi ilk Grand Slam'i için hayal bile edemeyeceği bir başlangıç olmalı. Carla'yı ancak Jankovic'e karşı elendiği çeyrek final maçında izleyebildim ve sıralamasının oyununu yansıtmadığını söylemem gerekiyor. Tabi en başta dikkat çeken özelliği nadir görülen tek el backhand'e sahip olması. Toprakta da iyi hareket ettiğini söyleyebilirim. Bu kadar parametre birleşince yayın ekibi ısrarla bir Henin benzetmesi yaptılar maç boyunca, o kadar da değil. Yetenekten ziyade fiziksel olarak çok eksik kaldı Jelena'ya ve elemeleri de sayarsak turnuvada 8. maçına çıktı ve iflas etti fiziksel olarak. Yine de çok klas vuruşlar ortaya koydu, toprak sezonu sona erdiği için diğer zeminlerde nasıl bir performans ortaya koyacağını görmek için beklemek gerek. Yine de turnuva sonrası girdiği ilk 50'ye yakışan bir yeteneği var.


3) Ernests Gulbis

Ve Gulbis. 19 yaşında, 1.90'lık, iyi servisçi bir Letonyalı'nın RG'da çeyrek final oynaması her zaman görebileceğiniz bir şey değil. Gulbis aslında geçen sezonun sonunda Amerika Açık'ta son 16'ya kalarak iyi bir çıkış yapmıştı. Avustralya'daki şanssızlığı Safin'e toslamasıydı ama açıkçası toprak kortta bu kadar ilerleme kaydedebileceği hiç aklıma gelmezdi. Çok büyük bir isim elemedi belki ama çeyrek finalde Djokovic'e karşı oynadığı oyun kesinlikle üst düzeydi. Avrupa Şampiyonu olan Sovyet basketbol takımının oyuncusu olan Alvis Gulbis'in torunu olan Ernests, bu gelişimiyle sadece sert kortlarda servisleriyle iş yapan kuzeyli kalas tenisçilerden farklı bir çizgide yer alacak gibi.


2) Gael Monfils

Monfils için daha önce yazdıklarım geçerli. Turnuva boyunca Nadal'ı bir kenara koyarsak, en iyi savunma yapan oyuncu fikrim devam ediyor. Sakatlıklardan nefes alabildiği bir sezonda neler yapacağını izlemek keyifli olabilir. Melzer, Ljubicic ve Ferrer gibi fiziksel olarak dirençli ve inatçı adamlara karşı maç sonlarını inanılmaz dominant oynadı. Son yıllarda bir Fransız'ın RG'da gösterdiği en iyi performansı ortaya koydu Slider Man.


1) Dinara Safina

Abisinin gelmiş geçmiş en favori oyuncularımdan biri olmasının, Dinara'nın 1 numarada olmasıyla bir alakası yok, baştan söyleyeyim. Safina turnuva boyunca, abisinin son zamanlarda özlettiği asla pes etmeme ruhuna sahip oyunu ortaya koydu. İlk 3 tur boyunca sallanan ama yıkılmayan Sharapova'yı geriden gelip, rahat bir final setiyle elediğinde çok büyük bir sürpriz olmadı aslında. Sharapova her turda elenme sinyali veriyordu ve Safina da son Berlin turnuvasından sonra bu turnuvanın underdog'larından biriydi. Berlin'de Kanepi (RG'da çeyrek final oynadı), Henin, Serena, Azarenka ve Dementieva'yı üstüste yenip, şampiyon olmuştu. Henin, Serena ve Dementieva maçlarında, o comeback ruhunu göstermiş ve geriden gelip kazanmıştı maçları. Tıpkı Paris'te Sharapova ve Dementieva'ya yaptığı gibi. Safina'da en çok dikkat çeken özellik fiziksel olarak çok iyi bir durumda olmasıydı. Ivanovic'in dışında kimse çift el backhand'lerinin gücüne yetişemedi. Comeback'lerle aldığı maçlar inanılmaz bir güven aşıladı ona ki, Ivanovic de finalde bu korkuya kapıldı zaman zaman.

Bu arada Safina'nın maçlarında Safin'i göremedim, insan gelir kızkardeşini izler. Ayıp etti.

09 Haziran 2008

RG 2008 - Part 3 - There Can Only Be One


Lance Armstrong kanseri yenip ilk kez Tour de France'ı kazanır. Barcelona'daki finalde Manchester United, uzatmalarda attığı iki golle Bayern'i yenip, Şampiyonlar Ligi'ni kazanır. Lokavt sonucu kısa tutulan sezonda Spurs, son sıradan playoff yapmasına rağmen finale çıkan Knicks'i geçerek tarihinin ilk şampiyonluğunu alır. MLB ve NBA efsanelerinden Joe DiMaggio ve Wilt Chamberlain vefat eder.

Ve aynı yıl, Roger Federer 18 yaşında wildcard'la katıldığı ilk Roland Garros'unda, kariyerinde son kez 6-0'lık bir set verir.

Analizi olmayan bir finaldi dünkü. 108 dakikada biten bir Roland Garros finali. Nadal'ın turnuva boyunca 104 dakika süren çeyrek final maçından beri oynadığı en kısa maç olması. Yine turnuva boyunca 5 set üzerinden oynanan maçlara rağmen rakiplerine ortalama sadece 6 oyun vermesi. Nadal'ın bütün maç boyunca sadece 7, evet sadece 7, basit hata yapması. Turnuva boyunca maç başına ortalama 30'a yakın winner atan Federer'i sadece 9 winner'da tutması.

Ve 99'da, yine Paris'te, 18 yaşında Rafter'a ilk turda yenildiği maçtan tam 9 sene sonra, Federer'in 6-0 kaybettiği ilk set.

Nadal belki 4. kez aldı Roland Garros'u ama bu kesinlikle Paris'te izlediğim en iyi Nadal'dı.

Not: Resim için sevgili Gürkan'a teşekkürler.

İlk iki günden notlar...

- İki ev sahibi takımın da mağlubiyetle başlaması herhalde sık görülen bir durum değildir. Avusturya'nın yenilmesi beklenen bir durumdu, ancak İsviçre'nin puansız başlayacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Bizim için de iyi olmadı tabi bu. Rakibin motivasyonu, UEFA'nın muhtemel bir iteklemesi, seyircinin kuracağı baskı, yakın zamanda oynanmış olaylı maç gibi bir çok faktöre karşı mücadele etmek kolay olmayacak.

- Türkiye'yle devam edelim girmişken hazır. Portekiz maçındaki görüntümüzle pek umut vermedik. Ancak ne kadar dengesiz bir takım olduğumuzu, ve ne şartlarda ne gruplardan çıktığımızı da unutmamak gerekir. İsviçre maçında yine çok kötü futbol ve zar zor alınacak 1 puan ve son maçta Çek Cumhuriyeti'ne karşı son yılların en iyi oyunuyla gelen galibiyetle grup ikinciliği aklımdaki senaryo.

- Almanya'yı izledik hep beraber. Dünkü oyunumuzla garantici Scolari'nin Portekiz'ine değil de, Löw'ün Almanya'sına karşı oynasaydık ciddi bir fark yiyebilirdik. İkinci olursak büyük ihtimalle de oynacağız kendileriyle. Ama işler değişir tabi o zamana.

- Klose ve Podolski'nin gollere sevinmemesi anlamlıydı. Üzerindeki baskı yüzünden sevinemedi mi yoksa tamamen içten gelen duygularla mı hareket etti bilemiyorum. Murat Can'ın geçen Dünya Kupası'nda bu iki oyuncunun Polonya'ya karşı çok kötü oynadığı şeklinde bir gözlemi var. Klose maçın başında bomboş pası atamayınca "acaba?" dedim içimden. Klose, iyi bir maç çıkarmasına karşın kafası karışık gibiydi. Podolski durumu oyununa yansıtmadı, golleri dizdi.

- Podolski kendine özel bir paragrafı da haketti. Bayern Munich'te henüz iyi oynadığını görmediğim bu adamın milli takımda her seferinde aslan kesilmesi çok enteresan. Kısa oldu paragraf, neyse.

- Ahmet Çakar, Uğur Meleke'ye fena sardı bu arada.

- Fritz olayı enteresandı. Bülent Tulun maçın en iyisi dedi kendisi için. Polonya'da Fritz gibi yaratıcı oyuncu yok gibi bir tez de attı ortaya. Almanya'dan yaratıcı futbolcu örneği vereceksem Fritz aklıma en son gelir benim mesela. Dahası da var. İkinci yarı başladı Schweinsteiger (yanlış yazmış olabilirim hoş görün) oyuna girdi ve Fritz çıktı. Bülent Tulun, "doğru değişiklik" dedi. Frings'in yaşı ilerledi, aksıyordu gibi bir şeyler daha geveledi. Evet, Frings. yani Frings kötü oynadığı için sahanın en iyisi Fritz çıkıyor. İsimleri karıştırmış desek, bu sefer de kendine göre sahanın en iyisi olan adamın çıkmasını onaylamış oluyor. Nereden tutsak elimizde kaldı bu yorum.

- Frei'ın gözyaşlarına üzüldüm açıkçası. Bize karşı oynamaycak olması iyi haber belki ama burada hedef en üst düzey takımlarla mücadele etmekse, bu takımların en iyi hâliyle karşımıza gelmelerini isterim ben şahsen. Muhtemelen aylardır heyecanla bu turnuvayı bekleyen Frei'nin üzüntüsünü tüm kalbimle hissettim. Umarım çabuk döner.

- Şu ana kadarki genel görüntü futbol açısından olumlu bence. Maçların tümü çok yüksek bir tempoda oynandı. Almanya ve Portekiz haricindeki takımların pozisyon üretmekte zorlandıkları bir gerçek. Ürettiklerini de atamadılar zaten. Ama maçlar az gollü diye, az pozisyonlu diye futbola bok atmamak lazım. Tempolar o kadar yüksek ki, genellikle sonradan giren oyuncular çok etkili oluyorlar. Sezonun yorgunluğu, maçların zorluk derecesi, modern futbolun oyuncuları aşırı derecede efor sarfetmeye zorlaması ,vs. gibi faktörleri düşünerek bu turnuvanın kaderini yedek oyunucuların belirleyebileceğini düşünüyorum. Şu ana dek Polonya'da Guerreiro, Avusturya'da Vastic, Ümit ve Kienast, Almanya'da Schweinsteiger, Çek Cumhuriyet'inde Sverkos, İsviçre'de Vonlanthen ilk anda aklıma gelenler. Sabri ve Semih de tezi çürütenler.

- Avusturya düşündüğümüz kadar kumbara bir takım değilmiş. Hırvatistan'ı fena sıkıştırdılar. Yenildiler ama en azından turnuvada 15 takım var yorumlarını voleyle geri yolladılar.

- Deco böyle oynayacaksa Portekiz şampiyon olur, söylemedi demeyin. Herkes birbirini yerken her ayağına gelen topu olumlu kullandı. Sağa attı, sola uzun attı, gerektiğinde bekletti. Yoğun markajdaki Ronaldo'yu oyuna soktu. Oyun kurucunun yapması gereken her şeyi yaptı sanırım. Bizde olsa "koşmuyor" derdik, Hüseyin Çimşir oynamalı tartışmalarını dinlerdik.

08 Haziran 2008

İlk gün

Gereğinden fazla heyecanlı olduğumdan mıdır ya da milli takım kabus gibi oynadığından mıdır, bilmem, henüz ısınamadım turnuvaya. Coverage konusunda çok başarılı olamayabiliriz, blog sakinlerinin şu andaki lokasyonlarını düşündüğümde, bu yüzden hayal kırıklığına uğramanızı istemeyiz; ama aklımda kalan birkaç notu düşeyim.

Brückner'in Baros tercihi çok şaşırttı beni; ancak Koller-Sverkos değişikliğiyle maça damgasını vurdu, tebrikler. Çek takımının geri hattı, anlatıldığı kadar varmış, hakkaten. Nedved ve Rosicky'nin yokluğunda, göze hoş gelen futboldan vazgeçip, daha temkinli bir oyun şablonuyla turnuvaya başlamaları da, Çekler adına umut verici. Sverkos'u küme düşen Moenchengladbach'ın yedek santraforu olarak hatırlıyorum, geçen sezonu ülkesinde geçirmiş sanırım ve kadroya alındığını gördüğüm de ne işi olduğunu kestiremediğim adamlardan biriydi.


Frei turnuvayı kapamış, son haberlere göre ve her ne kadar İsviçre'nin ev sahibi kontenjanından yürüyeceğini düşünmeyi devam etsem de dün izlediğim takım, Frei'nin yokluğunu nasıl dolduracak, kestiremiyorum. Büyük ihtimalle, Hakan Yakin+Streller'e dönecekler; ancak hem Frei'nin liderlik vasıflarını hem de ileride top tutma, saklama gibi özelliklerini çok arayacaklar.

Ancak, benim açımdan daha da endişe verici olan (İsviçreliler adına, tabii ki.) Gelson Fernandes'in, Maldonadovari bir performans göstermesi ve Gökhan İnler'in de çok kopuk kopuk oynamasından dolayı, kanatlardan denenen mucize driblingleri bir kenara bırakırsak, tek hücum silahlarının Magnin ve Müller'in şişirdiği uzun toplar olarak kalması. Umarım, Gelson Fernandes öve öve bitirilemeyen meziyetlerini turnuvanın ikinci maçında da sergileyemez; ancak İsviçre bu gruptan çıkmak istiyorsa ofansif planlarını gözden geçirmeli.

İkinci maçla ilgili olarak; Hamit'in mevkisiyle ilgili tercih çok tartışıldı, maçtan sonra; ancak Sabri'nin maça girdikten sonra yaptıkları ya da senede 3-4 maç dışında, çok koşan, bireysel taktik yoksunu adam görüntüsünün dışına çıkamıyor olması da kafaları niye bulandırmıyor, anlamıyorum. Hamit'in maksimum verimle oynayacağı yerde oynatılması kulağa çok hoş geliyor; ama sağ kanat kümülatif olarak ele alındığında, çok da büyük bir fark yarattığını düşünmüyorum, Terim'in tercihinin.


Ancak, pek çokları gibi ben de anlam veremedim Mevlüt-Sabri değişikliğine, maç çok da kötü gitmiyorken, değişiklik haklarından birini bu kadar erken harcamaya gerek var mıydı, bilemiyorum. Yıldıray, Şükür, Halil, Yıldız&Topuz tartışmalarını bir kenara bıraktıktan sonra; Tümer, Arda gibi dünya futbol sahnesinde çok sayıda benzeri olmayan prototipte adamlar, umarım daha çok değerlendirilir ilerleyen maçlarda.

Kazım, Ronaldo'dan şovu çalmak için çok uğraştı; ancak bazı pozisyonlarda tercih hatası yaptı, bazen de yeterli desteği bulamadı. Üstüne gidilmeyi hak eden yeteneklere sahipmiş gibi gözüktü, sezon boyunca ve turnuvanın ilk maçında. Yeni oyunculardan Mevlüt içinse birşey söyleyemeyeceğim. Kariyerinin sadece 45 dakikasını izlediğim bir adam hakkında ahkam kesemem; ama o 45 dakkadan bu turnuva ile ilgili çıkarımım; yukarıda da belirttiğim gibi defans yapamayan, incecilerden birine süre verilmesi taraftarıyım.

Portekiz'le ilgili olarak; dün geceki performansları 2004'tekine benzer bir rota çizeceklerinin işaretini verdi, bence. Savunmanın ortası, tahmin edildiği gibi çok sağlam, sağ bek Bosingwa ise Arda(mightyzizou)'nın tabiriyle "öküz gibi" afedersiniz. Belli sekanslarda Kazım'ın sol kanatlarını zorladığını gördük ki sol bek mevkii zayıf karın olması beklenen yerlerden biriydi, zaten. Kalecileri Ricardo da bu turnuvanın en kötü kalecilerinden biri, bence. Ancak, orta üçlü ve kanatlar, topun değerini çok iyi biliyor ve sonuca gidene kadar da sürekli top kontrolünü ellerinde tuttular. Ek olarak, bu bahsettiğim mevkilerde ki kadro genişliği de Portekiz adına umut verici. Porto da Lucho ile birlikte orta sahayı domine eden Meireles'ten pek de alışık olmadığımız bir aksiyon gördük dün; ancak ona ek olarak Velloso'yu da orta üçlünün alternatiflerinden biri olarak görebiliriz. Kanatlar için de hepimizin malumu, Quaresma göreve hazır.

Sol bek ve kaleci mevkileri sorunlu gibi gözükse de topu bu kadar iyi domine edebilecek başka bir takım daha olduğunu düşünmüyorum, kadrolara baktığımda. Ronaldo mevzuuna gelirsek, Fatih Terim ve kurmayları dersini çok iyi çalışmış ve kanat savunmasını çok iyi yaptık desem, abartmış olmayız heralde. Ancak, savunmanın iyiliğinin haricinde, Ronaldo'nun bu sezonki 8492. maçı olması ya da Real Madrid dedikoduları nedeniyle mental olarak yorgun gözüktü. Scolari, gerek Brezilya takımında, gerekse de Figo-Deco atışmalarında mental zorlukların altından kalkabileceğini gösterdi. Oyuna müdahele, maç öncesi ya da içindeki taktik gibi konular da çok bir numarasını göremesem de, kartviziti başarılarla dolu Scolari, bu mevzuların altından kalkacaktır.


Attığı golün hatrına Pepe seçilmiş maçın adamı; ancak Deco gözden kaçmamalı, belli ki kabus gibi sezondan sonra İsviçre'nin havası iyi gelmiş. Son sözüm de Tuncay'a; yapma be Tuncay, yapma be. Bu mu yani Premier League'in oyununa kattıkları...

06 Haziran 2008

RG 2008 - Part 2 - Federer vs Monfils


Federer vs Monfils

En son bir Fransız oyuncu 2001'de yarı final oynamıştı Paris'te ve bu adamın adı Grosjean'dı. 7 yıl geçti aradan, Fransız seyircisinin beklediği anın gelmesi için. Bunca yıldır onlarca yetenekli tenisçi çıkaran Fransa hala bir şampiyon arıyor ve Gael Monfils bu sıfattan 2 imkansız maç uzaklığında. Seyircinin reaksiyonunu kestiremiyorum bu maç için, Monfils eğer başka biriyle oynasaydı bugün seyirci muhtemelen çok zor zaptedilecekti ama Federer olunca rakip, kalabalığın daha üsturuplu olmasını bekliyorum efsaneye karşı.

Federer'i muhtemelen zorlayacaktır oyunun belli kesimlerinde, Federer'e karşı saha içinde iyi hareket eden oyuncuların daha başarılı olduğu bir gerçek. Daha başarılı derken, maça tutunabilmek adına konuşuyorum. O yüzden Federer'i zorlayacak bir materyale sahip aslında Monfils. Oyunu devamlı yavaşlatması, Nadal gibi bıktırana kadar rallilere gitmesi Federer'in temposunu bozabilir mi çok önemli. Kardeşim rakip de Federer diyen varsa, açıklayayım, Monfils'in maça tutunma şansını sorguluyorum ben. Federer götürür yorumlarını sıkça duyacaksınız zaten, amacım olaya ters açıdan bakabilmek.


Monfils'in toprak karakteristiğine çok uygun olan bu savunma oyunu, hırsı ve sabrıyla birleşince herhangi bir toprak kortta bela olabilecek bir rakibe dönüştürüyor onu. Gael aslında çok merak edilen ve çok umut vadeden bir oyuncuydu junior seviyesinde. 2004'te gençlerde üstüste 3 Grand Slam kazandıktan sonra US Open'ı da kazansaydı, Stefan Edberg'den beri juniors seviyesinde Grand Slam (bir sezonda 4 GS'i birden kazanmak) yapan 2. oyuncu olacaktı. Daha sonra tıpkı Tsonga gibi sakatlıklar, istikrarsızlık derken averaj bir oyuncuya dönüştü. Ağır sakatlıklardan çıkmış durumda ama hala çok atletik, oyun olarak olmasa da fiziksel olarak Federer'e ayak uydurmasını bekliyorum.

Monfils hakkında güzel bir de detay vermek istiyorum. La Monf, turun en büyük servisçisi 2.08'lik Hırvat Ivo Karlovic'in bir maçı ace atamadan bitirdiği tek rakip.


Federer RG'u hala kazanamamış olsa da bu zeminin en iyi 2. oyuncusu ve Monfils'i geçip şansını bir kez daha deneyeceğini söyleyebilmek için çok büyük bir uzman olmaya gerek yok ama Monfils'in bu maçı biraz daha zevkli kılacağına dair ümidim var, umarım da böyle olur. Monfils'in Federer'den set alma ihtimalinin, Djokovic'in Nadal'dan set alma ihtimali kadar olduğunu düşünüyorum. Biraz marjinal gelebilir kulağa ama benim edindiğim bir izlenim dolayısıyla beni bağlar sadece.

İyi eğlenceler.

RG 2008 - Part 1 - Nadal vs Djokovic


Farkındayım, hiçbir şey yazamadım turnuva boyunca ki, Roland Garros'nun favori Grand Slam'im olması ve şu ana kadar yine harika bir turnuva oluyor olması gibi bahanelerimi kısıtlayan durumlar mevcut. Bahane kısmını sıcaklar ve klavyeyle aramdaki kişisel çekişmelerle geçiştirip, yazıya girmem gerekiyor artık , yoksa daha önce yaptığım gibi diğer başlamadan biten yazıların yanına gidecek bu satırlar da.

Bugün turnuvanın 13. günü. Bu 13 günde birçok şey oldu, mutlaka değinilmesi gereken, ama onları turnuva sonrası genel bir yazıyla toparlayacağım ki evet, bu sefer bunun sözünü verebilirim sanıyorum. Kafamda olan önümüzdeki maçlar hakkında bir iki kelam etmek.

Bayanlar finali dün belli oldu, özellikle Sırp yarı finali son yılların en iyi bayan maçlarından biriydi. Ama önceliği erkekler tablosuna vereceğim, ağır siklet bir maç bizi bekliyor çünkü.


Nadal vs Djokovic

Rafa yine inanılmaz gidiyor şu ana kadar tabloda. Kızıl toprağın onun için dolunay etkisi yapmasını anlatmayacağım tabi ki, bunu bir kez daha okumak için bana ihtiyacınız yok. Tek bir istatistik vereceğim onun hakkında. Yarı finale kadar oynadığı 5 maçta rakiplerine verdiği oyun sayısı sadece "25". Bu 5 set üzerinden oynanan bir Grand Slam turnuvası için maç başına rakibe 5 oyun vermek demektir ki, korkunç bir ortalama. Bu rakamı daha da korkunçlaştırabilirim isterseniz. Verdiği oyun sayısı her geçen gün düşüyor (9-5-5-3-4), bu rakamlar onun vitesi nasıl arttırdığının kanıtlarından biri. Ya da şöyle ifade edeyim. 5 maçta kırdığı 38 servis, 63 kere break point oynaması demek istediğimi daha kuvvetlendiriyor. Bunu turnuva bitimine kadar kesin olarak ifade edemem ama bu kesinlikle Rafa'nın oynadığı en iyi RG'lardan biri, belki de en iyisi. Turnuva öncesi geçen seneden beri devam eden o ayak sorunu devam ediyor deniyordu ama maçlarda hiçbir sorunu yok gibi oynuyor ama o bandaj orda durdukça insanın aklına soru işaretleri geliyor. Bu arada bir parantez açıp, Nadal'ın bu ayak sorununun altında kilosunun idealden fazla olması olabilir diye düşünüyorum, sadece bir fikir tabi ki doktor falan değilim.


Djokovic'in köşesine gidersek bu sefer, onun da en az Rafa kadar motive çıkacağını söylemek gerek. 2008'e harika girdi, kazandığı Avustralya Açık özgüvenini de yukarı çıkardı ki, Federer artık ensesinde sadece Nadal'ın nefesini duymuyor. Toprak sezonunu da fena geçirmiyor, 1 turnuva kazandı ve iki yarı final oynadı (yenildiği adamlar Federer ve Nadal'dı). Rafa tablosunda ilerlerken, Nole de boş durmadı. İlk maçının ilk setini Gremelmayr'a verdikten sonra tek bir set bile kaybetmedi.

İki tarafın da formda olduğunu biliyoruz, bunu son maçlarına bakan herhangi biri de rahatlıkla söyleyebilir. Peki farkları nedir, neye dikkat etmek gerekir biraz da buralara girelim. Nadal aslında çok farklı bir oyun ortaya koymuyor geçen seneden. Hala korta en hakim oyuncu, o kadar iyi savunma yapıyor ki bazı anlarda rakipleri en son ne zaman winner attıklarını maç sırasında unutabiliyor. Toprakta bu kadar iyi savunma yapabilmek için mental ve fiziksel olarak çok güçlü olmanız gerekli ki, Nadal zaten korta bu sıfatlar cebinde çıkıyor. İlk servislerinden %80'in üzerinde puan alması çok çok iyi bir yüzde ama tek sıkıntı noktası ilk servislerini oyuna sokma konusunda. Top-spin'li forehand'i bana göre tenis tarihine girmiş vuruşlardan biri.


Djokovic bu top-spin'li forehand'lerin tadına bir çok kez baktı. Dezavantajı mental olarak Nadal'dan daha zayıf olması. Daha önceki maçlarına dayanarak bunu söyleyebilirim. Toprakta Nadal'la 4 maç yaptılar şu ana kadar, hepsini kaybetti. Teselli olacaksa geçen ay ilk setini kazandı Hamburg'da Nadal'a karşı ama Hamburg'un Nadal'ın sevmediği toprak kortlardan biri olduğunu söylemem lazım. Geçen sene Hamburg'da finalde Federer'e kaybetmiş ve yenilmezlik serisi sona ermişti. O kortun diğer toprak kortlara nazaran daha hızlı olduğu biliniyor, kortun hızlanması her zaman için Nadal'ın dezavantajına.


Nole'ye geri dönersek, oyununu tahmin etmek gerçekten çok zor. Bu bakımdan biraz Federer'e benzetiyorum onu. Zayıf olduğu herhangi bir teknik özelliği yok. Federer için de yıllardır uygulanan taktik backhand'ine oynamaktır, halbuki backhand'i zayıf değildir Federer'in, sadece forehand'i o kadar inanılmazdır ki, iyi ama daha insani olan backhand'ine oynamak mantıklı gelir bir çok oyuncuya. Djokovic için de durum böyle. İyi bir servisi var, bana göre Agassi'den beri turun gördüğü ne iyi return'lere sahip, file önü oyunu var, güçlü bir çift el backhand'i var. Zorlandığını hissettiği anlarda olmadık şeyler deneyip, rakibin dengesini bozmayı seviyor. Yavaş tempodaki bir toprak maçında birden servis-vole oynamaya kalkışabiliyor.

Nole'nin son iki yılda RG'da Nadal'a elendiğini hatırlatalım. Favori tabi ki Rafa, hem de büyük favori. Nole hakkındaki en büyük soru işareti mental olarak maça ne kadar tutunabileceği. Nadal'la oynamak en soğukkanlı oyuncuyu bile çileden çıkartırken, Nole gibi bu tip durumlarda elektriklenebilen bir adam sıkıntı çekebilir.

03 Haziran 2008

Asrın Derbisi #2


Orkun yazısında "Çoğunluğun motivasyonu iki takımın arasındaki geçmişten gelen rekabet tabii ki ama bence bir diğer özellikleri de şu an NBA'in en iyi iki takımı olmaları" demişti. Playoff'un başından beri Stern'ün isteği üzerine itilecekleri söylenen iki takım için yerinde ve haklı bir değerlendirme. Çok kısa önceki turlara bakalım.

Lakers ilk turda Nuggets'ı geçerken hiç zorlanmadı. Bunda Nuggets'ın bu noktaların takımı olmaktan çok uzak olduğunu bağıra bağıra belli etmesinin de payı vardı. Kobe'nin üzerine Kenyon'u vermek adamın hem psikolojik, hem fizyolojik olarak azmasına sebep oldu. Iverson geldiğinde de neler umarak uzun uzadıya yazı yazmıştım tüm iyi niyetlerimle ama o da kesmiş ümidi, ayrı bir alemdeydi. Jazz serisinde beklenmeyen bir şey olmadı ve Lakers skor olarak çekişmeli, oyun olarak rahat bir seri yaşadı.


Çok zor iki seri oynayan ve veteranlıktan da çıkmış huzurevine dönmüş kadrosu epey yorulan Spurs ilk maçta iki maçlık barutunu atıp deplasmanda bir tane çalıp seriyi çözmek istedi. Enerjileri iki buçuk çeyrek dayanınca pek şansları kalmamıştı ama Popovich son şansını yine de kullanmak istedi, zaten kısıtlı olan kadrosunda oynamalar yaparak. Bu Lakers'ı şaşırtmak veya bozmaktan ziyade açtı, Kobe zaten harika giden playoff performansını bu seriyi domine ederek taçlandırdı ve takımını finale itti. Gasol hafif inişteki eğrisine rağmen her zaman sahanın bir ya da iki tarafında olumlu katkı verdi, Odom özellikle Jazz serisinde can simidi gibiydi, P-Jax benchi virtüöz gibi kullandı. Seriyi neticelendiren beşinci maçta Spurs'e karşı 17 sayılık farkı eritmenin ilk evresini Farmar-Vujacic-Walton-Radmanovic-Turiaf beşine güvenerek yapması takdire şayan. Zaten bu takımın buralara gelmesinde önce koçun, sonra Kobe'nin bu gruba olan güveni büyük pay sahibi.


Celtics'in başına gelen belki de en iyi şey -ki bunu bugüne kadar çok duyduk, takım şampiyonluğa ulaşırsa çok da duyacağız- sezon içinde korkulu rüyalar gördüren zorlu playoff fikstürü oldu. Evet, Doğu zayıf bir konferans, yine de alt sıralardaki başarıya aç, genç ve atletik Hawks ile Sixers'ın tepedeki iki veteran takıma ne kadar sorun çıkardığını gördük. Ben bu duruma sürpriz diyemiyorum şu an -sorun çıkarma kısmına tabii-. Hawks'ın beklentilerin üzerindeki direnci Celtics'i kendine getirdi, ligin en güçlü beş takımını say deseniz muhakkak ismini zikredeceğim Cavs yedi maçta iyice playoff atmosferine soktu. Bu serinin asıl kilidi Lebron üzerindeki savunmanın tutmasıyla kralın bir türlü damgasını vuramaması, son maçta ise Pierce'ın doğrularla dolu epik performansıyla takımın içten içe aranılan go-to-guy'ı olarak ortaya çıkmasıydı.

Doğu finali başladığında Boston halkı ilk Hawks maçı sanki yıllar önce oynanmış gibi hissetse de, takım hücumu sürükleyecek bir lidere ve savunmada normal sezonda bıraktığı karakterine sahipti. Pistons serisi de deplasman fobisini erteledi. Sheed'in oyunu ne kadar KG ile alâkalıdır bilemiyorum ancak Celtics ilk iki seriyi daha düşük tansiyonda oynasaydı şu an finalde olamazdı diye düşünüyorum.

Gelelim asrın derbisine. Yine kısa diyeceğim uzun olacak blog sonuçta. Orkun gibi madde madde gideyim:


- Kobe'nin Ray Allen'ı tutacağı söyleniyor. En önemli özelliği topsuz oyundaki hareketliliği olan ve savunmacısını sürekli kendisini kovalamaya ve perdelerden kurtulmaya zorlayan Ray'in yerine daha efektif bir hücum silahı olmasına rağmen savunmacısını maç genelinde daha az yıpratan Pierce'ı savunması daha doğru olurdu. Bu durumda Radmanovic'in kağnı hızında olmasının ve Ray'in son seride kendisini bulmasının da payı vardır elbet. Cavs bu durumu sürekli perde üstü sıkıştırmalarla çözmüştü ama Phil Jackson bu tip önlemleri sevmez. Maç içi rotasyonda Vujacic'in normalden ço süre almasını ve Ray'e sarmasını bekliyorum. Celtics'in maça hızlı girmesini sağlayacak bir faktör olması, özellikle iç sahaya yansıyacaktır.

- KG en iyi uzun olarak göze çarpsa da Lakers'ın pota altı rotasyonu daha etkili. Bunda kenardan giren Turiaf'ın farklı bir soluk olması önemli. Kobe'nin normal oyununu oynar ancak serinin tamamını domine edemez ligin en iyi arka alan savunmasına karşı. Bu durumda Odom ve Gasol'ün istikrarlı katkı vermesi çok mühim. Bu da mümkün çünkü KG Gasol'ü tutsa Odom diğer uzunları penetrede yer -KG de çok iyi bir penetre savunmacısı değil aslında-, Odom'u tutsa Gasol yüzünü dönmeden bile sayı bulur birebirde. Odom yine kritik özel vasıfları sebebiyle.

- Bench denince oyuncu kalitesi değil, katkı önemli haliyle. Lakers da hangi maç ne duruma gelirse gelsin kenardaki oyuncuların güvenini sarsmayarak, sürelerini kısmayarak buralara geldi ve yine bench katkısı Lakers tarafında. Finalden önceki ara Celtics'in imdadına yetişti zira yorgunluk faktör olmaktan çıkacak, big three en azından ikişer ikişer sahada kalarak devre ortalarında yenecek darbeyi en aza indirebilir.


- Bu durum biraz göreceli ama mental boyuta gelince Celtics'in seriyi çok daha fazla istediğini düşünüyorum. KG, Ray ve Pierce yüzük için her şeyi yapmaya hazırlar elbet, bunların yanına PJ'i de ekleyin. Kobe MVP sezonunu yüzükle süsleyerek adındaki bütün şüpheleri temizlemek, Jackson 10. şampiyonlukla zirveye kurulmak istiyor ama Lakers'da daha fazla önemli parça yüzüğün öneminden yeteri kadar haberdar değil bence. Gasol için bu yüzük ne ifade eder, Garnett için ne? Celtics'in daha aç olacağını ve bu durumun da en çok ribaundlara yansıyacağını düşünüyorum, Celtics halihazırda Lakers'a en büyük üstünlüğünü ribaundlarda sağlıyor, ribaundların önemi de playofflarda malum. Geyik madde ama madde işte.

- Lakers hiç geri düşmedi playofflarda, hissettirmese de Celtics de öyle. İlk maçın önemini katlayan bir istatistik.

- Seri tahminim 4-2 Celtics ama Lakers ilk iki maçtan birini çalar, içerde de bir maç verirse sırtını duvara dayayıp seriyi altıda bitirebilir. Çok zevkli bir seri bizleri bekliyor.

Euro 2008 Kadroları 15 & 16 - Yunanistan & Avusturya


Bir daha yapabilirler mi, bunu kimse söyleyemez. Kupayı alan takımda herhangi bir revizyona gidilmedi, gerek de yoktu. Hatta o derece ki, yeni çıkardıkları genç yıldız Ninis ilk milli maçında gol atmasına rağmen son kadroya alınmadı. Rusya'nın başında Hiddink olmasa, gruptan çıkmaları garanti derdim ama Hiddink'in bir şekilde gruplardan her zaman çıkan takımlarını hatırlayınca o kadar kesin konuşamıyorum. Yine de 2. lik için en büyük aday Yunanistan bana göre.

Goalkeepers: Antonios Nikopolidis (Olympiacos CFP), Konstantinos Chalkias (Aris Thessaloniki FC), Alexandros Tzorvas (OFI Crete FC).

Defenders: Sotirios Kyrgiakos (Eintracht Frankfurt), Giourkas Seitaridis (Club Atlético de Madrid), Traianos Dellas (AEK Athens FC), Loukas Vintra (Panathinaikos FC), Nikolaos Spiropoulos (Panathinaikos FC), Ioannis Goumas (Panathinaikos FC), Vassilis Torosidis (Olympiacos CFP), Christos Patsatzoglou (Olympiacos CFP), Sokratis Papastathopoulos (AEK Athens FC).

Midfielders: Angelos Basinas (RCD Mallorca), Stelios Giannakopoulos (Released by Bolton Wanderers), Paraskevas Antzas (Olympiacos CFP), Georgios Karagounis (Panathinaikos FC), Alexandros Tziolis (Panathinaikos FC), Konstantinos Katsouranis (SL Benfica).

Forwards: Dimitrios Salpingidis (Panathinaikos FC), Nikolaos Liberopoulos (AEK Athens FC), Theofanis Gekas (Bayer 04 Leverkusen), Georgios Samaras (Celtic FC), Ioannis Amanatidis (Eintracht Frankfurt), Angelos Charisteas (1. FC Nürnberg).

En çok milli olanlar,
Theodoros Zagorakis - 120
Stratos Apostolakis - 96

Angelos Basinas - 88
Antonios Nikopolidis - 87

Dimitris Saravakos - 78


En fazla gol atanlar,
Nikos Anastopoulos - 29
Dimitris Saravakos - 22

Mimis Papaioannnou - 21

Nikos Machlas, Angelos Charisteas - 18

Themistoklis Nikolaidis - 17



Avusturya'da son zamanlarda bir kampanya vardı. Takımın Avrupa Şampiyonası'nda yer almayı hakedecek kalitede olmadığını ve ülkeyi rezil edeceğini söyleyen Avuturyalılar vardı. Haksız da değiller. Ama ev sahibi ülkenin turnuvada yer alması olmazsa olmaz bir olay, büyük ülkeler düzenlerken bu konu göze batmıyor ama kabul edelim ki Avusturya'nın elemeleri geçip Avrupa Şampiyonası oynaması mucize olurdu bu takımla. Belçika da bu yeni moda sayılabilecek ortaklıklardan kaymak yemiş ülkelerden. 2012'de Ukrayna ve Polonya düzenleyecek bu organizasyonu ve yine elemeleri geçmesi şüpheli iki takım, iki kontenjanı dolduracak. 2 Türk asıllı oyuncuları var, bu sene Bundesliga'ya çıkan Hoffenheim'a transfer olan genç kaleci Ramazan Özcan ve Rapid'in orta saha oyuncusu Ümit Korkmaz. Her neyse, Avusturya hakkında bir şey yazmaya gerek olduğunu zannetmiyorum.

Goalkeepers: 23 Ramazan Özcan (Red Bull Salzburg), 1 Alexander Manninger (AC Siena), 21 Jürgen Macho (AEK Athens FC)

Defenders: 14 György Garics (SSC Napoli), 12 Ronald Gercaliu (FK Austria Wien), 17 Martin Hiden (SK Austria Kärnten), 13 Markus Katzer (SK Rapid Wien), 16 Jürgen Patocka (SK Rapid Wien), 4 Emanuel Pogatetz (Middlesbrough FC), 15 Sebastian Prödl (SK Sturm Graz), 3 Martin Stranzl (FC Spartak Moskva).

Midfielders: 6 René Aufhauser (FC Salzburg), 5 Christian Fuchs (SV Mattersburg), 20 Martin Harnik (Werder Bremen), 10 Andreas Ivanschitz (Panathinaikos FC), 11 Ümit Korkmaz (SK Rapid Wien), 8 Christoph Leitgeb (FC Salzburg), 19 Jürgen Säumel (SK Sturm Graz), 2 Joachim Standfest (FK Austria Wien).

Forwards: 22 Erwin Hoffer (SK Rapid Wien), 18 Roman Kienast (Ham-Kam Fotball), 9 Roland Linz (SC Braga), 7 Ivica Vastic (LASK Linz).

En çok milli olanlar,
Andreas Herzog - 103
Anton Polster - 95
Gerhard Hanappi - 93
Karl Koller - 86
Friedl Koncilia, Bruno Pezzey - 84

En fazla gol atanlar,
Anton Polster - 44
Hans Krakl - 34
Erich Hof, Hans Horvath, Anton Schall - 28
Matthias Sindelar - 27
Andreas Herzog - 26

Euro 2008 Kadroları - 14 : Hollanda


Hollanda aslında kadrosunu en erken açıklayan takımlardandı ama geniş kadroların analizleri final kadrolarına veya nispeten daha dar aday kadrolarına göre daha belirsiz olacağından onları sona bırakmayı daha mantıklı bulmuştum.

30 kişiyi açıkladıklarında, bir çok ülkenin yaşadığı gibi onlar da ufak sıkıntılar yaşadı. En büyük sorun tabi Seedorf'un tepkisiydi. Van Basten'le çok yakın olmadıkları bilinen bir durumdu, o yüzden bu konuyu biraz hızlı geçiyorum. Kesilen oyuncular beklendik isimlerdi, Engelaar'ı dışarda tutmak gerekli tabi bunu söylerken. Şu ana kadar sadece Belçika ve Hollanda'da orta sıra takımlarında oynamış bir oyuncu olarak adı okunduğunda kaşlar hafif kalkabilir ki, Engelaar aslında kadronun en yaşlı adamlarından biri. Bu sene kimsenin beklemediği şekilde playoff'larda Ajax'ı eleyip CL biletini kapan Twente'nin kaptanı-ydı. Geçmiş zaman ekine neden olan Engelaar'ın turnuva sonrası Schalke forması giyecek olması. Böyle bir adam da varmış demeyi sevenler için, dikkat edilmesi gereken bir adam, şans alırsa tabi, ki dikkat etmemek pek zor değil 1.96'lık boyuyla.

Sakatlık sonrası Van Persie'nin ne derece formunu bulduğu hala belirsizken, Babel'in sakatlanması kötü bir gelişme oldu bu arada onlar adına. Savunması hazırlıklarda ona da güven vermemiş olacak ki, Hollanda topraklarının yetiştirdiği en odun savunmacılardan Khalid the Cannibal Boulahrouz'u çağırdı Babel'in yarattığı kadro boşluğundan yararlanarak.

Van Basten'in Hollanda'sına bir türlü ısınamadım ben. Bu turnuvada da çok umutlu değilim. İtalya ve Fransa en iyi formlarına sahip değiller belki, evet, ama son Dünya Kupası finalistleri, onları bir kenara koyalım. Grubun nedense ısrarla hakir görülen takımı Romanya'dan elemelerde sadece 1 puan alabildiler ki, o performansın mutlaka üstüne çıkmalılar. Hollanda için aslında biraz maç seçen bir takım da denebilir, bu özelllik başlarına bela açar mı bilmiyorum ama dediğim gibi Hollanda bu gruptan çıkarsa benim için sürpriz olacak.

Hollanda yine beklentileri karşılayamazsa Van Basten gider mi diye düşünen varsa, hatırlatalım. Van Basten turnuva bitiminde işi bırakıp, Ajax'ın başına geçecek. Yerine Van Bommel'in kayınpederi Van Marwijk gelecek ki, oyuncularla nispeten daha iyi geçinen bir adam. Nuri'nin Dortmund'dan hocası, Feyenoord'a götüren de o, dipnot olarak iliştireyim.

Goalkeepers: 1 Edwin van der Sar (Manchester United FC), 16 Maarten Stekelenburg (AFC Ajax), 13 Henk Timmer (Feyenoord).

Defenders: 5 Giovanni van Bronckhorst (Feyenoord), 14 Wilfred Bouma (Aston Villa FC), 15 Tim de Cler (Feyenoord), 3 John Heitinga (AFC Ajax), 4 Joris Mathijsen (Hamburger SV), 12 Mario Melchiot (Wigan Athletic FC), 2 André Ooijer (Blackburn Rovers FC).

Midfielders: 20 Ibrahim Afellay (PSV Eindhoven), 8 Orlando Engelaar (FC Twente), 17 Nigel de Jong (Hamburger SV), 10 Wesley Sneijder (Real Madrid CF), 23 Rafael van der Vaart (Hamburger SV), 6 Demy de Zeeuw (AZ Alkmaar).

Forwards: 19 Klaas Jan Huntelaar (AFC Ajax), 18 Dirk Kuyt (Liverpool FC), 9 Ruud van Nistelrooy (Real Madrid CF), 7 Robin van Persie (Arsenal FC), 11 Arjen Robben (Real Madrid CF), 22 Jan Vennegoor of Hesselink (Celtic FC).


En çok milli olanlar,
Edwin van der Sar - 123
Frank de Boer - 112
Phillip Cocu - 101
Marc Overmars, Clarence Seedorf - 86
Aron Winter - 84

En çok gol atanlar,
Patrick Kluivert - 40
Denis Bergkamp - 37
Faas Wilkes - 35
Johann Cruyff, Abe Lenstra - 33
Ruud van Nistelrooy - 31

02 Haziran 2008

Viaje al paradiso -- 4 -- Rakı yazısı

Ezginin Günlüğü, Galata Köprüsü’nün şarkısını yapmakla hayatlarının en güzel kararını vermiş olabilirler. Peki, ben rakının yazısını yazabilir miyim, bilemiyorum. Bu işin hakkını o kadar da vermiş biri değilim, şüphesiz, daha yaşımız kaç başımız kaç; ama Sarıyer çocuğu sayılırım ve bu işe cennette de mesai harcadım, bu yüzden izin verin de yazayım üç beş satır.

Şöyle başlayayım, cennette bulunduğum süre boyunca, yalnızca üç tane Türk restoranı, kebapçısı, ne derseniz artık karşılaştım. Sayı, şaşırtıcı derecede az; istila edilmeyi bekleyen ılık topraklar. Şaşırtıcı derecede az olan Türk popülasyonuna, pekçoğunun konservatif işletmeciler olması da rakı bulma görevini imkansız hale getirmişti.

Turkish kebap adı altında, pembe membe soslarla, dönerimsi birşey satan, mısırla falan servis eden Nurettin dayı ve adını hatırlamadığım diğer iki işletmeciye de yazıklar olsun; suratlarına söyleyememiştim, arkalarından konuşmuş gibi olayım ve tabii bilumum Hintli’ye ve Paki’ye de.(Pakiye Suda)

Rakının hayatımdaki yeri belirsiz. Uzun zaman tüketmeyince, garip triplere girecek kadar yakın bir dostum değil, en sevdiğim alkollü içecek öte yandan; ancak hangi psikolojiyle aradığımı anlamaya çalışıyorum günler boyunca, Barcelona’da. Şimdi düşününce, en mantıklı sebep, yurttaki “şöyle içerim, böyle içerim” diyen kuzeylilere, “buyur birader, bundan sonra buna konuş” demek için ya da ilk 10-15 gün geçtikten sonra, bir anda alkolik olduklarını iddia etmeye başlayan ve buna içten içe kendilerini de inandırıp, garip garip korkulara kapılmış, bir-iki kıza koklatmak için arıyordum gibi geliyor.

Dediğim gibi umutlar tükeniyordu, etrafta her istediğimizde sorunsuz bir şekilde bulabildiğimiz türlü türlü kafa yapıcı dururken, kendi kendimize garip bir iş çıkarmıştık. Binbir marka ithal viski satan garip dükkanlardan, bilumum büyük alışveriş merkezine kadar her yere girdik çıktık; ama bulamıyorduk. Zaten, diyalogun büyük kısmı rakıyı tanıtmakla geçiyordu, bizi muattap alan kişiye.

Lakini, günlerden bir gün, hem de yağmurlu bir gün, plajda kafayı güzelleştirdikten sonra, marinaya doğru giden sahil şeridinde, tabelasında Türkiye bayrağı olan bir dükkanla karşılaştık. O bloğun tam köşesinde olduğu için, o güne kadar farkedemediğimiz bir yerdi. Şimdi, günahlarını almak istemiyorum; ama A La Istanbul tarzında inanılmaz zırva bir ismi vardı, dükkanın. Umutsuzca sorduk soruyu, Katalan garsona, kızcağız tam olarak anlamadı ne demek istediğimizi; ama kelime tanıdık geldi, Türk’üz mürküz dedik, pasladı arka masada oturan patronun yanına. Mekan sahibi adını hatırlayamadığım Almancı bir abimiz, kendi keyfi için Almanya’da rakı getirtiyor ve olur da satın almak isteyen olur diye 1-2 tane fazla getirtiyor, her seferinde. Abimiz çok güzel tavır almış da oğlunun işi zor, çocukcağız fizik çalışıyordu, masaya oturduğumuzda, tabi hemen özgeçmişimizi sunduk, abiye, nasıl olsa garip bir hak görüyoruz kendimizde ve acayip sorular sormaya başlıyoruz, hiç tanımadığımız kişilere. Çocuk fizikten yirmi sene okusa, yirmi seferinde de çakacak gibiydi, yazık. Bu satırların yazarı da Mat 1’i 2. alışında geçtikten sonra, bir aksilik olmazsa Mat 2’ideki 4. seferini sazla sözle kutlayacak.

Rakının fiyatı çok uçuk değil, 70’lik Yeni Rakı’yı 30 euroya açtı dayı, tabii ki klişe pazarlık sözlerinin belini kırdık, karşılıklı. Mezeler; döner, mısır, marul, soğan, acılı yoğurtlu ve tatlımsı garip soslar, bardaklar deve gibi kola bardakları, vs. Ama rakı bildiğimiz rakı, klişe mode on, tabii ki deniz kokan Sarıyer’de içmekle aynı hazzı vermiyor da Barcelona Marina’da rakı içmenin de tadı bir başkaymış, meğer.

Sonraları çakozladım mevzuyu, meğer sadece içmek için arıyormuşuz yahu, gerisi tatava. İçtik ilk etapta, sonra bir diğerini yurttaki buzdolabına yatırdım kese kağıdı içinde, merak edenlere koklattım, bir iki shot’çı apaçiyi bayılttık, yeri geldi. O kadar.

E tamam da dayı, bu kadar da “off-topic” ileti olmaz ki, hani daha öncekileri bağladın bir şekilde sportif olaylara da, bu ne be diyenler varsa aranızda, ki olması lazım, rakı içmeyi o kadar küçümsemeyin, bence. (wink yok mu, wink?!)