09 Ekim 2010

Arlauskis ve Litvanya

Litvanya futbolunun son zamanlarda biraz kıpırdandığını söylemek yanlış olmaz. Yetenekleri kısıtlı bir kadroyla son Dünya Kupası elemelerinde 10 maçın 4'ünü kazandılar ve 6 takımlı grubu Romanya ve Faroe Adaları'nın önünde 4. bitirdiler. Basketbolda ne kadar istikrarlı bir ülke olsalar da, futbolda bir o kadar istikrarsızlar. Ses getiren Avusturya, Sırbistan ve Romanya galibiyetlerini Faroe'ye yenilerek dengelediler. Sonuç olarak kaybettikleri 6 maçın 5'inde tek gol farkla yenildiler ve grubu sadece -1 averajla bitirdiler. Bu da onların kalibresinde bir takım için ümit verici bir tabloydu. 4. torbada kalmaya devam ettiler ama aldıkları puanlar onları hedefledikleri 3. torbaya daha da yaklaştırdı.

Euro 2012 elemelerine de iyi başladılar. İspanya'nın liderliği rezerve edilmiş gibi duran bu grupta, düşüşteki Çekleri veya defansif İskoçları altlarına almak aslında Litvanya için realistik hedefler, ki zaten ilk iki maçlarında dışarda Çekleri yenip, içerde de İskoçlar'dan puan aldılar.

İşler böylesine iyi giderken Salamanca'daki İspanya maçı öncesi asıl skandal patladı. 87'li kaleci Giedrius Arlauskis, son zamanlarda Litvanya futbolunun en önemli genç yıldızı. Genç kaleci daha 20 yaşındayken yurtdışına transferini yaptı ve ilk sezonunda şampiyon olduğu Unirea'da, ikinci sezonunda Şampiyonlar Ligi tecrübesi yaşadı ve Rubin Kazan'a transfer oldu sezon başında. Arlauskis, henüz Gaziantepli Karcemarskas'ı tam olarak kesmiş değil ama kadroya alınmamasının ardındaki sebep, doğruysa, biraz garip. Litvanyalı dostlarımızın anlattığına göre Arlauskis'in çağrılmama sebebi genç teknik direktör Raimondas Zutautas'un yeğeni/kuzeni olan menajerle imzalamayı reddetmesi.

Doğru mudur, bilmiyorum. Böyle bir durum duydum, hayatınızda nerede kullanırsınız,onu da bilmiyorum, kullanmazsınız muhtemelen.

19 Haziran 2010

Ah be abi...

11 Haziran 2010

Vuvuzela



Dünya kupası güzel başladı, öncelikle Batuğ abi ve Muyu'ya teşekkürler. Hıncal Uluç tarzı marjinallik peşinde değilim ancak bu vuvuzela meselesinde bizim, batılıların, Avrupalıların, modern toplumun, artık adını ne koyarsanız onun verdiği tepkinin biraz fazla abartıldığını düşünüyorum. 90 dakika boyunca arı vızıltısı kabilinden bir sesin çok da hoşgörüyle karşılanabilecek bir şey olmadığının da farkındayım ama aynı haltı kendi salonlarımızda, basket maçlarında biz de yapmıyor muyuz? Aşağıda gördüğünüz fotoğraftaki aleti herhangi bir statta, salonda hayatı boyunca görmediğini iddia edecek biri var mı?


Doğu Avrupa'da oynanan Uefa kupası (Avrupa ligi) veya CL maçlarında benim en çok sinirimi bozan şeydir bu aletler. Yerli yersiz çalınır, öyle yerel bir olay da değildir G. Afrika'daki gibi. (Onların yerelliği de 30-40 sene öncesine dayanıyor ya neyse) Arkadaşının kulağının dibine gelip öttüren eşşek sıpaları şimdi vuvuzela'ya küfreder olmuş. İkiyüzlülük böyle bir şey.

Benim sinirimi vuvuzela'dan daha çok Ömer Üründül bozuyor. Soweto'da yere para düşürürsün inşallah Ömer abi...

10 Haziran 2010

K'Naan - Wawin' Flag Celebration Mix



Sade hali güzeldi mix'iyle daha da iyi olmuş.

22 Mayıs 2010

Oh Africa



Dünya kupası hazırlıklarına başlamışken ilk şarkıyı pas geçmeyelim.

21 Mayıs 2010

JVG

Jeff Van Gundy, New York Nazareth College, 80'ler..

Are You Ready?

Shakira'yı severiz ama Dünya Kupası şarkımız bu olsun mümkünse,

12 Mayıs 2010

4-4-2 Siyaset


Sağ üstteki mavi kravatlı abimiz, David Cameron, İngiltere'nin yeni dönem başbakanı. Pek futbol hayranı (!) olarak bilinmeyen Thatcher'dan sonra iktidara gelen 4. isim. Thatcher sonrasında 90'ların iktidarı olan John Major ise Chelsea taraftarı. Buna rağmen Stamford Bridge'e geldiği maçları genellikle Chelsea'nin kaybetmesinden sonra, totem yapan taraftarlar, Major'ı her maça geldiğinde yuhalamaya başlarlar. Ondan görevi devralan Tony Blair ise söylediğine göre Newcastle United'lı.

Bu noktada belirtmem lazım ki, İngiltere'de öyle aman aman tuttuğum bir takım yoktur. Yakın çevremde Chelsea'yi, Liverpool'u fanatiklik derecesinde takip eden, destekleyen veya tutan, doğru fiili siz seçin, adamlar var. Hatta Manchester United dövmesi olan bile var. Öyle ki, televizyonda Chelsea - United varsa, thrash talk'un haddi hesabı yoktur, kendini İngiltere'de Türkçe dublajlı bir pub'da zannedebilirsin. Neyse, dediğim gibi yok bu derece takıldığım bir takım Yu-Key'de açıkçası benim için, ama bir sempatiden bahsedersek çirkin insanların memleketi Newcastle'ı severim der, Blair biraderimin omzuna bir pat atarım.

Blair'den koltuğu devralan Gordon Brown ise biraz daha muhafazakar bir taraftar. İskoçya doğumlu bir İngiliz olan Brown, bilindiği kadarıyla şu an İskoç 2. liginde bulunan bir Raith Rovers taraftarı. Bu takımı nerden hatırlıyorum diyen varsa, belki Foden'ın Last King of Scotland kitabını okumuş olabilirler, hikayenin ünlü doktoru Nicholas Garrigan da bir Raith Rovers taraftarıydı.

Tekrar başa dönelim, yeni başbakan David Cameron'a. Cameron da, futbol geleneği olan bir aileden geliyor. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda final oynayan ve en parlak zamanlarını geçiren Aston Villa'nın o dönemki kulüp başkanı Sir William Dugdane'in yeğeni.

David Cameron gibi Aston Villa taraftarı olan enteresan ünlü isimler arasında Ozzy Osbourne, Tom Hanks, Prens William ve Amy Winehouse var. Değişik bir kitle.

07 Mayıs 2010

Islak Adam

Geçtiğimiz haftasonu Tottenham, 1 puan gerisindeki City deplasmanına giderken, son Şampiyonlar Ligi bileti için alacağı bir beraberlikle dahi işini görebilirdi. Daha iyisini yaptılar ve kazandılar. 1962'den beri, yani 48 yıl sonra, ilk kez en büyük kupa için oynayacak kuzey Londralılar ve bu başarıyı maçtan sonra tam anlamıyla "ıslattılar".

18 Nisan 2010

Batug.com - Kapılar açılsın çatışmalar başlasın

Sezon başında yaptığımız çalışmanın tadı damağımızda kalmıştı, bütün sezon Pistons gibi yattıktan sonra biraz çalışalım dedik. Ortaya bu çıktı...

Alın kucağınıza laptopu, girin tuvalete, saatlerce okuyun.

http://www.batug.com/playoffs2010/magazine/index.html

10 Nisan 2010

Kılasiko Muhabbetler

Geleneksel Barcelona - Real Madrid tartışmaları tüm yurtta coşkuyla start aldı. Franco'cu Real tezahüratları yapan bir grup entel Barça taraftarı Cihangir'de oturma eylemi yaparken, "O öyle değil, böyle, dur anlatayım" pankartı açan Real Madrid formalı kalabalık Galatasaray'a kadar polis eskortuyla yürüyüş yaptı. Olaysız başlayan gösteriler, İstiklal'de İspanyol turistleri çevirip, kendi tarihlerini onlara öğretmeye kadar ilerleyince polis müdahele etti, başbakan, "Gelin arşivleri açalım, bu işi tarihçilere bırakalım." dedi.

Hakkaten bayılttın sayın Türk spor kamuoyu.

8 Mayıs 2008

Francisco Franco terk-i diyar eyleyeli 28 sene olmuş. 28 sene sonra birileri gelip, onun ismini duymaktan bıkmaktan belki de, "Franco yüzünden herkes Barça'lı, ne banal şu insanlar, ne alakası var futbolla.." diye bana göre yarı marjinallik maskeli yarı saçma argümanlarla Madrid sempatisini sebeplendirirken, aslında Barça tarafından gelen "faşist"in takımını niye tutuyorsun suallerinin önünü kesmek istemiş olabilirler. Belki de bunun nedeni bu sorular gelmeden önce, "Bak kardeşim, ben de kültürlüyüm, ben de biliyorum İspanya İç Savaşı'nı. O yüzden baştan Franco'yu ağzıma alıyorum ki, bana bunu bilip bilmediğim artisliğine girme." mesajını vermek istiyor. Aslında hakikaten etrafta inanılmaz sinir bozucu "entel" kisvesi altında her futbol muhabbetinde alttan alta Barcelona ve siyaseti sokan tipler var. Doğrusu tarih konuşuyorsak tarih konuşalım, futbolsa futbol. Anlatmak istediğim, "Neden Madrid'i tutuyorsun?" sorusu "Franco yüzünden mi Barça tutuyorsun?" sorusu kadar saçma. Altyazılar ne yazarsa yazsın, katillere, ezilenlere, yasaklara, anti-demokratik uygulamalara, yenen haklara yabancı olmayan bir ülkede, bu duruma sempati ya da en azından saygı gösterenlere de yol göstermeyin, rica ediyorum.
Devir değişti, herşeyin daha hızlı ilerlediği bir zamanda yaşıyoruz. Yakın tarih aslında bize o kadar da yakın gözükmüyor artık. Bu da gayet normal. Futbolu futbol için sevenler, Real Madrid gibi bu dünyanın kült organizasyonlarından birini sevmek, ona sempati duymak için bir şeyler savunmak zorunda değilsiniz. Tarihi işin içine karıştırıp, manipule etmek, bir şeyleri yok saymak, bu uğurda emek hatta can verenlere, hayatının en güzel eseri pahasına vatan bellediği yerden sürgün yiyen Gamper'e, Cruyff ve Di Stefano transferlerinin perde arkasına, Picasso'nun Guernica'yı boyarken harcadığı zamana doğru fermuarı çıkarıp işemektir. O da hiçbirimizin haddi değildir. En güzelini Higuain söyledi, "Yeterince sevinmedik, çünkü rakibi aşağılamaya gerek yoktu." İşte Real Madrid'i bu yüzden sevin. Barcelona sevgisini de asla küçümsemeyin.

05 Nisan 2010

36 faktörlü Blatche

Arenas olayından sonra, Butler ve Jamison gibi yıldızlarını sezon sonu indirim yapan mağazalardan beter bir şekilde elden çıkaran Wizards'ta, genç uzun Blatche, All-Star istatistikleri yapmaya başladı takip edenlerin yakından bileceği gibi. Blatche, yeteneklerine rağmen şu ana kadar formal ağızla yetersiz iş ahlakı, informal ağızla yavşaklığı nedeniyle istenen aşamayı kaydedememişti.

Bu mesaja sebep olan aşağıdaki videoyu sevgili Orkun yolladı, heyecan seviyesi İBB - Ankaraspor maçından hallice olan Washington - New Jersey maçının son saniyelerindeyiz. Blatche'nin kariyerinin ilk triple double'ını tamamlaması için bir ribaunda ihtiyacı var ve bunun farkında. Gerisini siz izleyin, ben fazlasıyla güldüm.

08 Mart 2010

Motivasyon


“He punched me in the chest and he was yelling, I need you. No more feeling sorry for yourself.”’*

Atlanta Hawks'a karşı ikinci yarıda alınan bir mola sırasında, Wade, sorunlu genç yıldız kategorisinin yeni temsilcisi Michael Beasley'nin iplerini gevşetmesine yardımcı oluyor. Bu moladan sonra son 2 dakikada üstüste 7 sayı atan Beasley, son çeyreği de 14 sayıyla tamamlıyor ve Miami, son şampiyon Lakers'tan sonra, 12 sayı geriden gelip Atlanta'yı da yenip, galibiyet serisini 3 maça çıkarıp, play-off yarışına devam ediyor.

Son 3 maçta Wade'in istatistikleri ise, 33.3 sayı - 5.0 ribaund - 12.0 asist - 2.3 top çalma - %49 FG.

*Göğsüme vurdu ve 'Sana ihtiyacım var. Kendin için üzülmeyi bırak.'" diye bağırıyordu.

27 Şubat 2010

Kalbini mi kırdım, afedersin..

Bu haberi okurken yanıbaşımda zaplanan televizyonda büyük usta Hande Yener'in o unutulmaz eserinin bu kısmını duymak değişik bir tesadüftü. Hangi haber diyeceksiniz normal olarak, içinizden elbette, yoksa bilgisayar ekranı önünde girişeceğiniz bir monolog, yanıbaşınızdakilerin önyargı hormonlarını tetikleyebilir.

Olay, İngiltere'nin ve belki de dünyanın en büyük tabloid gazetelerinden biri olan Sun'ın Kazım'dan dilediği özür. Sun diyor ki, "Biz senin seks skandalı yüzünden gönderildiğine dair balıklama bir haber yaptık birader, ajansların (kaynağı Türkiye olan) yalancısı olarak. Böyle değilmiş, özür dileriz."

Kazım, dünyanın ilk genç, yetenekli ama displinsiz sporcusu değildi. İstanbul ghetto'larından çıkan, türkücüsünden başbakanına ünlüleri kanka yapanlar, Londra ghetto'sundan gelene tahammül edemedi. Attığı manşetler ve yaptığı haberlerle, bizim basına "Küstah İngilizler" kalıbının yerleşmesinde büyük emeği olan Sun gibi bir tabloid'in bu özürünü farklı bir şekilde ele almak gerek. Keza, Sun ne kadar tabloid bir gazete olsa da, bunun farkındalar ve herhangi bir ciddiyet iddiaları yok. Bu ve buna benzer süreçleri, Sun'dan çok daha edepsiz yöneten yerli mallarının sloganlarını veya iddialarını gözden geçirin bir de, hiçbiri ilkeli, ciddi ve dürüst haberciliğin kitabını yazmış olmaktan aşağı methiyeyi bile kabul etmez. Bu durumda benzer bir özürün haberin çıkış kaynağı olan yakın coğrafyadan çıkması sürpriz olur bu noktadan sonra, Kazım'ın otel odasında kelepçeli seks pozisyonları, oynamadığı maçları satışını, oradaymış gibi yapılmış haberleridir insanların akıllarında kalan ve bunun yalan olduğu ortaya çıkmış veya çıkacak olma ihtimali ilkeli, ciddi, dürüst ve youtube haberciliğimizi ne utandıracak, ne de sıkacaktır.

Seksi fotoğrafları için tıklayacaklar ve geçeceklerdir.

Edit: Eser Demet Akalın'a aitmiş, kendisinden özür dilerim.

18 Şubat 2010

17. Batug.com Basketbol Günleri

 

Neyzen Meyhane / Antalya

29 Ocak 2010

Vahşi Atlar, Sürükleyin Beni



Barcelona formalı bir çocuk gördüm yolda. 10 yaşından gün almamış belli ki. Yakasına yapıştım hemen, fena hâlde kalayladım çocuğu. Çıkarttırdım formayı. Endüstriyel futbol eleştirisi yapan entel bir blogçuya daha ihtiyacı yoktu bu ülkenin. “Bugün Mourinho işinizi bitirecek,” dedim. Çocuk neden bahsettiğimi anlamadı bile. Neyse ki telefonum çaldı da kendi hâline terk ettim elemanı. Yoksa işin peşini bırakmazdım. Kafam fena hâlde bozuktu.

Arayan kadim bir dostumdu, Arda diye de bilinir bu ortamlarda. Önemli biridir, Mick Jagger’ı görmüşlüğü vardır. Öyle bir hikâyedir ki bu Kanat Atkaya’nın yazısına bile girmiştir. Hatta daha da garibi başka bir Arda hikâyeyi çalarak kendisininmiş gibi anlatmıştır. “Pası solda giden Prekazi’ye verdim, Prekazi gidiyor, ben gidiyorum” dedi karşıdaki ses ben bunları düşünürken. “Tutana aşk olsun” dedim. Ne demek istediğini anlamıştım. O da beni anlamıştı. İyi bir haberdi bu. Günün ilk iyi haberiydi henüz, tek olma ihtimali de yüksekti.

Inter’in on birini düşündüm. Bütün defansif orta sahaları doldurmuş Jose. Stankoviç oynasa daha iyi değil miydi? Zaten top genelde Barcelona’da kalmayacak mıydı? Pas pas pas bayıltacaklardı ne de olsa. Savunma anlamında ha Stankoviç oynamış, ha Muntari. En azından Sırp olanın hücumda büyük faydası dokunacak sana. Neyse Mourinho benden daha iyi bilecekti şüphesiz. Kafam bozuktu yine de.

Kafam ilk on bire bozuk değildi tabi sadece. Büyük heyecanla hazırlandığım maçın muhtemelen sıkıcı geçecek olması dışında kafamı bozan bir de eski kız arkadaşımla ilgili problemler vardı. Önceki gece hortlamıştı tekrar bunlar. Oysa evde abimin misafirleri olmasaydı (Rus kızlara misafir demek tüm yaşadıklarıma rağmen benim inceliğimdir, yoksa olmaz öyle misafir falan) ve ben de kendi odamda yatıyor olsaydım, televizyon, müzik falan derken hoş düşüncelerle uykuya dalacaktım. Uzun zamandır etrafta dikkati dağıtacak herhangi bir şey olmadan uyuyamıyordum. Ya kitap okuyarak uyuya kalmalıydım, ya da televizyon izleyerek. İstemiyordum ışığı kapatıp, yorganı çekip kendimle baş başa kalmak. Ama mecbur bırakıldım. Asıl sebep buydu işte. Kendimden korkup sabaha kadar şarap içmemiş olsam ve dolayısıyla uykumu alıp güle oynaya çıksam yola, ne Muntari’ye takacaktım kafayı bu kadar ne de Barcelona forması giymiş yavrucağa.

Gece olunca garipleşiyor insanoğlu. Biraz da karanlığa atıyorum suçu. Normalde açmayacağınız birinin telefonunu açıyorsunuz, ve öğrenmemeniz gereken şeyler öğreniyorsunuz. İzlememeniz gereken bir Pussycat Dolls klibi izleyip şarkı bir anda I Will Survive’a dönüşünce şaşırıyorsunuz ister istemez. Hele ki askerden yeni dönmüşseniz, kız arkadaşınızdan yeni ayrılmışsanız ya da babanız kafayı sıyırıp aileyi tümden parçalamanın kıyısında dolaşıyorsa sizin de akıl sağlınızı korumanız zordur geceleri. Oranlar yüksek diye sistemli oynadım bu üçünü ama keşke direk kombine yapsaymışım, tutuyormuş.

Önceki gece yapmamam gereken şeylerin sonucu olarak bozulan kafam ve bunu düzeltmek için çıktığım yolculukta artık otobüs durağına gelmiştim. Sıkıcı bekleme sürecini enteresan hâle getirmek adına kafamda oynamaya başladım maçı. Uzaklardan atılmış bir Sneijder golüyle başladı maç. Puyol’un kayarak yaptığı pas arası girişimi başarısız olunca topla buluşan Hollandalı ve onun yolladığı roketi ilk kez ağlarda gördüğü için ışınlanmaya ciddi ciddi inanan Valdez… Barcelona tam ikinci yarıda oyuna giren Iniesta ile eşitliği yakalayacaktı ki, otobüs geldi. Gol geçersiz.

Otobüs o kadar kalabalıktı ki içeride Efes-Panathinaikos maçı oynanıyor zannettim. Giriş de bedava. Zar zor adımımı attım içeri ve arkaya doğru ilerlemeye başladım. “Hop” dedi muavin, “ücreti ödemeyecek misin?” diye sordu. “Maç bedava değil mi?” dedim, anlamadı. “Çok kalabalık da, o bakımdan” diye açıklayıp parayı ödedim. “Arkada yer var” dedi. Muavinler her zaman arkada yer olduğunu zannederler. Bozmadım ben bu güzel hayali, varsın öyle bilsin.

İki tarafımdan preslenmiş bir hâlde tutunmaya çalışırken bir yandan da göz ucuyla hikâyeye bir de kız katabilmek için uğraştım. Güzelinden çarpmadı gözüme. Bir tane vardı ama onla da anca rap yapılır. Fazlası zarar. Örümcek Adam’ın birinci filminin başında Peter’in dış ses olarak söylediği bir laf vardı. Tam hatırlamasam da anlatmaya değer tüm hikâyelerin bir kızla ilgili olduğunu söylüyordu. İnanır mısınız, sırf bu yüzden sevdim o filmi. Çok ilgi duymam yoksa süper kahraman filmlerine.

İşte bu yüzden uğraşıyorum hikâyeye kız katmaya. Bunu kasıtlı olarak yapmak yazarın doğallığından ödün vermesi anlamına gelir mi? Gelir tabi. Gerçek bir hikâye anlatıyorum ayağı yaparken, olay ilginçleşsin de anlatayım diye gerçeği değiştirmeye çalışırsanız, bunun kurgudan pek bir farkı kalmaz. Ama kurgu da iyidir sonuçta. Bilim ile beraber güzel bir ikili oluştururlar. Yanına bir de ayran.

O kadar askere gittik, millet oradaki malzemeyle kitap yazıyor, stand-up gösterisi hazırlıyor, ben yazacak bir anekdot bile bulamıyorum. Gerçeğin ebesini gördüm orada, kendi ebemi de gördüm zaman zaman, fakat şöyle oturup da bir şeyler karalayacak iç huzuru bulamadım. Baya da plânlarım vardı. Bir dünya boş zaman, yazabildiğin kadar yaz. Öle yaz. Düşe yaz. Olmadı işte. Kız olmayınca işin içinde çıkaramadım tatmin edici bir hikâye. Etrafımda kız vardı aslında. Şöyle enteresan bir olay da yaşadım. Benim şoförle beraber karakoldan çıkıyoruz, rutin görevlerden biri. Oralardaki evlerde oturan bir taşra kızı dikkatimi çekiyor. 14-15 yaşlarında. Şoföre diyorum, “bak bu kız ileride çok güzel olacak ha, buradan kurtulmanın bir yolunu bulursa hele çok can yakar.” Gülüyor mülüyor çocuk da, pek tepki de vermiyor. Sonradan öğreniyorum ki bizim götveren şoför kızla yiyişiyormuş arada yukarıdaki parkta. Kız da güzel sahiden. Kızıl saçlı, doğal kızıl. Yapay kızıl zor zaten oralarda. Uzun boylu, endamlı, mavi gözlü. Bizim eleman ise bir o kadar çirkin. Şekerle kandırdı herhalde, bilemiyorum.

Otobüste kaldık en son, biraz daha ilerleyelim. Camdan dışarıyı seyrettim biraz boy avantajımı kullanarak. Kırmızı ışıkta durduğumuz bir ara güzel bir kare yakalamayı başardım. Güzel bir kız vardı, ince uzun. Düz saçlı böyle, saçlar memelerine kadar uzanmış. Üzerinde bir tang-top, beli açıkta bırakan cinsten. Sevdiğim bir giyim tarzı ki çok fazla göremiyoruz ülkemizde, görünce de bakıp geçmem, olayın derinliklerine inerim. Kız vermiş fotoğraf makinesini herifin birinin eline poz veriyor. Verdiği poz tam bir klasik, biraz tarif edeyim anlayacaksınız. Arkasını dönmüş, ama tam değil, yarım dönüş. Kafa dönebileceği kadar dönük, kopmak üzere. Suratta çalışılmış bir gülümseme. Eller belde, bacakların biri bir adım kadar önde. Öndeki bacak dizden hafif kırılmış durumda, böylece vücudun balansı o yöne doğru bozulmuş. Birçok kızın ratemybody’sinde var olan fotoğraflardan. Bu poz tüm kızlara bağışlanan doğal bir içgüdü olsa gerek. Temel üç güdüden bir tanesi budur belki de. Arka fon açısından ise şanssız baya bu kızımız, İncirli’nin oralar zaten, binadan başka bir şey yok. Yabancıydı büyük ihtimal, keza yaşanan olay yerli birine ait görünmedi bana hiç. Kızımız dedik az önce ama fark etmez, hepsi bizim kızımız. Efes tribününden tezahüratlar yükseliyor bu arada. Ne Yunan, ne Alman, hepsi de ibneler…

İnmek için ciddi bir mücadele verdim. Önce ilk rakibimi spinle geçtim, ardından sağa fake atıp sola hareketlendim. Karşımdaki altı kişilik barajın üzerinden aştım. Yere indiğimde diz çöküp keman çalma sevinci yaptım Gilardino misali. Artık özgürdüm ne de olsa. Tekrar sokaktaydım ve istediğim yöne gidebilirdim.

Abartmadım özgürlüğü, gitmem gereken istikamete gittim. Maç izlemekti asıl amaç ne de olsa. Çapa’nın dar sokaklarında ilerlemeye başladım. Queens’e benziyor demişti New Yorker bir arkadaş buralar için. Köhne bir sokağa döndüm ve hemen köşede sandalyesine oturmuş internete bağlanan biriyle karşılaştım. “Peki” dedim “vayırles ve kablonun olmadığı yerde nasıl internete bağlanıyorsun?”

Maç çok kötüydü. 0-0 bitmekle kalmadı, ekran başında bayılttı. Bayılmaya müsait bir kadroyla izlediğimizi de belirtmek gerek. Zaten çok heyecan verici bir maç değildi de işte Şampiyonlar Ligi’nin ilk haftası böyle heyecanlandırıyor insanı. Neyse kadro demiştik, süpır kadro. Ozan Aydın, Taner Gülleri, Arda Arşık, Arda Diraz, Sedat Koç, Mustafa Koç, Emek Ege, Murat Ege, Kenan İmrizalıoğlu ve daha niceleri. Sigara içiyoruz paso, ev duman altı. Göz gözü görmüyor.

Kadro zayıflıyor saat ilerledikçe. Sakatlar, cezalılar. Bazen geniş kadro kursan da fayda etmez işte. Film koyalım diyoruz, net bir karara varamıyoruz. En sonunda Emir Kusturica’nın Maradona’sını koyuyoruz. Farkını en baştan belli ediyor. Maradona’nın hayatını anlatmıyor Emir, onunla beraber yaşıyor. Biz de kameralar sayesinde izliyoruz. Sayısız detay var gülümseten, iç burkan. Ama iş Maradona’nın seslendirdiği “ole ole ole Diego Diego” şarkısına geldi mi kopuyor asıl. Yanık bir sesle okuyor şarkıyı El Diego. Eskilerden görüntüler geliyor ekrana aynı anda. Küçük kızın el çırparak tezahürata katılması müthiş. Daha da küçük olan ikinci kızın ekranda gördüğü babasını tanıması da yüzleri güldürüyor. Bu kızın şu an Aguero ile evli olduğu geliyor aklıma, canım sıkılıyor biraz. Diego kızlarını da sahneye alıyor zorla. Güzel bir aile tablosu çiziyorlar. Çok zor anlarda aileyi bir arada tutmayı başardığı anlatılıyor Claudia’nın. Sonuna kadar tutamamış tabi, boşanmışlar en sonunda. Kolay değil aldatan, kumar oynayan, kokain kullanan bir kocayı idare etmek, adı Maradona da olsa, Pele de olsa fark etmiyor. Sonunda Manu Chao, La Vida Tombola’yı söylerken gözler doluyor hafiften.

Öylece yığılmışız koltukta. Sabah olmasın diye kasıyoruz. Gözler kapanmasın diye muhabbete zorluyor herkes birbirini. Benim içimden Osman Yağmurdereli şarkıları geçiyor. Başkasının içinden şehirler geçiyor. Saat 7’yi 5 geçiyor. Hareket vakti.

Not 1: Bahsi geçen maç 16 Eylül 2009'da vuku bulmuştur.
Not 2: MC Ege'nin
Barcelona yazıları güzel değil miydi?

25 Ocak 2010

Biraz da Erkekler

Şu ana kadar hep kızlardan bahsettiysek, erkekleri ihmâl ettiysek biraz da doğru zamanı beklemekle ilgiliydi. Sıkı maçlar oldu erkeklerde ama asıl turnuva çeyrek finallerle birlikte başlayacak. Kadınların aksine çok fire vermedik şu ana kadar ve neredeyse tüm üst düzey tenisçiler son sekize yazdırdılar adını. Tezgahı bozan bir tek Cilic var ki Del Potro'yu mağlup etmesi çok da süpriz olmadı aslında. US Open sonrası fiziksel durumunu bir türlü toparlayamayan Del Potro ağrılarla sızılarla oynadığı 5 setlik maçları kaldıramadı ve Cilic'e elendi. Cilic patates bir tenisçi olmadığını zaten US Open'da Andy Murray'i boyarken göstermişti.

Eşleşmelere bakalım şöyle kısaca. Nadal-Murray albenisi en yüksek olanı kuşkusuz. Murray hâlen beklenen Grand Slam performansını sergilemiş değil ama oyunundaki gelişmeleri gözlemlemek mümkün. Her turnuvada bir noktaya kadar muhteşem oynayıp, sonra bir maçta bir anda mental çöküş yaşama klasiğini değiştirmek için iyi bir fırsat önünde. Daha agresif ve aynı zamanda daha kontrollü bir Murray gördüm şu ana dek Avustralya'dan. Nadal da sakatlık belirtisi göstermiyor ve kazanmak için burada olduğu kesin. Biraz sürpriz oynuyorum ve Murray diyorum bu eşleşme için.

Djokoviç'in rakibi yaklaşık 1 saat içinde belli olacak ve daha yakın görünen taraf Tsonga. İki sene önce finalde yenmişti Muhammed Ali'yi. Almagro gelse Joker'ın işi daha kolay olacak tabi ama Tsonga'nın stili de onu çok rahatsız etmeyecektir. Bir sürelik ufak düşüşten sonra kendini tekrar toparlayan Djokoviç'in bir kez daha Federer'in karşısına dikileceğini düşünüyorum. Djokoviç handikap kuponlarda bulunmalı.

Federer tahminini de araya sıkıştırmış olduk ama çok net bir tahmin değil bu. Hewitt'i yendiğini varsayıyorum ve Davydenko maçını düşünüyorum kafamda. Caner Eler'in anlatırken söylediği gibi sponsorlar ve medya tarafından pek ilgi gösterilmeyen, underrated kelimesinin sözlük karşılığı Davydenko, 2 hafta önce Doha'da yendiği Federer'i yine yenebilir mi, ona bakacak. "Ben her zaman kendi tenisime inanırım, ama tenisim bazen bana inanmaz" diyor. Fedon'un üst üste bilmem kaç seferdir Grand Slam yarı finaline çıktığını söylemeye gerek yok herhalde. Federer çifte şans diyorum.

Son eşleşmemiz Roddick-Cilic arasında. Del Potro'nun saf dışı kalmasıyla yolu hafiften açılan Roddick için çok önemli bir fırsat belki ama Ciliç karşısında ne yapacağını da pek kestiremiyorum. Roddick, son yıllarda göstermiş olduğu mental gelişimi bu tip maçlarda bir anda silip atabiliyor malum. Gönlüm Roddick'ten yana ama iddaa severler bu maçtan uzak dursun.

Ah Be Caroline

Tablonun kolay tarafından fazla enerji harcamadan Williams biraderlerin karşısına çıkması beklenen Wozniacki mâlesef bunu başaramadı. Mâlesef diyorum çünkü severiz kendisini. "Girl next door" tarzıyla WTA'nın en güzel kızlarından biridir. Fiziki görünüşleri sebebiyle Cirstea'yla birlikte Adidas'ın birkaç senedir fena hâlde üstünde durduğu Wozniacki, yakın arkadaşının aksine kortta da bir şeyler gösterebilmişti. Bu mağlubiyet bir yıkım değil tabi, şu an kadın tenisinin en iyi oyuncularının kariyerlerinin sonlarına yaklaştıklarını düşünürsek, Wozniacki'nin önünde Grand Slam kazanmak için birçok fırsat olacak.

Yalnız benim bu kızı ilk izlediğim andan itibaren kafamı kurcalayan bir durum var. Blog'umuz önemli tenis yazar ve takipçisi Benicio ile bu konuyu birçok kez tartıştık zamanında. Birkaç kez birbirimize girdik zor ayırdılar. Konu Wozniacki'nin oyun stili. US Open finaline yükselirken son derece kolay bir yol izledi ve hep kendisi gibi genç tenisçiler çıktı yoluna. İsitkrarlı, az hata yapan oyunu etkileyiciydi belki ama Wickmayer, Oudin gibi genç neslin en iyilerini yenerken aldığı puanlar hem rakiplerinin hatalarından doğdu. Yanlış anlaşılmasın defansif tenise karşı değilim, Hıncal Uluç hiç değilim, ancak henüz çok genç ve gelişmekte olan bir tenisçinin maç boyu topları karşıya atmaktan fazlasını yapmasını beklerim. En azından denemesini.

Wozniacki henüz 19 yaşında ve dünyanın 4 numarası. Kadın tenisinin içine düştüğü yıldız sıkıntısının ve istikrarlı oynayan çok az dişi tenisçi olmasının bunda payı büyük. Sharapova toparlansa mesela, Henin ve Clijsters tam olarak olayın ritmine girseler, Ivanovic ve Jankovic'in muayyen dönemleri sona erse, Williamslar ve Ruslar'ı da katsak çorbaya, Wozniacki'nin Grand Slam kazanma şansı kalır mı?

Kalır ama bir şartla. Kendine artık bir vuruş geliştirmesi gerekiyor. Na Li'ye kaybederken bugün yalnızca 3 winner'ı vardı. Çinli ise 21 winner ile maçı domine etti. Peki Na Li çok mu kuvvetli? Hayır, değil. Wozniacki'nin en hızlı servisi Na Li'ninkinden 11 km/s daha hızlı. Antrenörleri daha iyi bilir herhalde diye düşünyorum elbette ama bütün maç savunma yaparak Grand Slam kazanılır mı? Ya da büyük bir tenis yıldızı olunur mu?

Nadal'ın komple bir oyuncu hâline gelmek için nasıl uğraştığını hatırlayalım. Kendisinden Sharapova gibi anırarak forehand winner'lar atmasını beklemiyoruz maç boyu. Ama Na Li tarafından da domine edilmesin. Üste çıksın biraz artık.

21 Ocak 2010

Nostalji 16 - Agassi & Sampras


Yıl 91. Agassi 21, Sampras 20 yaşında.

Davis Kupası'nda Guy Forget ve Henri Leconte'un yer aldığı Fransa'ya elenen ABD'de, Agassi ve Sampras'ın kariyerlerinin en güzel anını geçirmedikleri kesin.

Foto: SI

Aussie Open '10 - Kızlardan Notlar

Ivanovic - Dulko, Dementieva - Henin'dan sonra turnuvanın en iyi maçıydı şu ana dek. Dulko'nun formsuz favorilere karşı her zaman barındırdığı sürpriz potansiyelini bir kenara koyarsak, iki hanımefendinin arasında bundan biraz daha fazlası vardı. O da, İspanyol Fernando Verdasco. Nando, geçen sene bu zamanlar Ana'yla çıkmaya başlamıştı ve ilk GS'leri olan Ao 09'da, Ana 3. turda elenirken, Verdasco turnuvanın en büyük sürprizini yapıp yarı final oynamış, şampiyon Nadal'a da seyir zevki hayli yüksek, epik bir 5 setlik maçla yenilmişti. Tabi bu bir detay, çiftler terapisi yapmayı planlamıyorum elbette ama Ivanovic'in kısa süreli başarıyı yakaladıktan sonraki düşüşü hala devam ediyor. 2009'da tek bir turnuva bile kazanamadı. Dulko'nun Verdasco ilişkisi daha da önceye dayanıyor ve aynı kişiyle farklı zamanlarda ama aynı ortamda beraber olmuş her insan gibi, bu ikisinin de birbirinden çok hoşlandığını zannetmiyordum, bu yüzden de maçı merakla bekledim. Bu arada söylememek olmaz, çizgi hakemleri çok kötü geldiler bana bu maçta, ya da ben o saatte abarttım ama bayağı kritik karar çıktı gibi.
2. turda Jankovic'e direnemeyen bayanlar kurasındaki tek Britanya doğumlu oyuncu, Katie O'Brien, kendisine olan sempatimizi allak bullak etti, "Made a quick dash to the shops this morning. Got myself not 1, but 2 pairs of Ugg boots. What a result!" Bu kafayla senin iş zor Katie.

10 senelik veteranlardan, 29'luk İtalyan Alberta Brianti'nin yaptığı çıkış da çok enteresan. Brianti, en iyi sıralamasına sadece bir kaç ay önce ulaşmayı başardı ki, yaşının bayan tenisi için oldukça ileri bir yaş olduğunu söylemek gerek. Daha ileri gitmesine imkan vermiyorum ben, keza Stosur ona oldukça ters gelecek bir oyuncu. Hareketli, güçlü servise ve forehand'e sahip ve seyircisinin önünde oynayacak olması gibi avantajlara sahip Stosur.

09 Us Open'ın en güzel sürprizi, Oudin'in ilk tur vedasını beklemiyordum. Elendiği Kudryavtseva da renkli bir isimdir, onu en son Wimbledon'da Sharapova'yı elediği maçtan sonra Masha'ya koyduğu postayla hatırlıyoruz. "It's very pleasant to beat Maria... Why? Well, I don't like her outfit." Olası bir Radwanska maçı izlenesi olurdu Oudin'in aslında ama yaşı daha çok genç, ileride daha sık izleyeceğiz onu.

Dellacqua'nın, Hırvat Sprem'i geçeceğini varsayarsak 2008'deki başarısını tekrarlaması için Venus'ü elemesi gerekecek 3. turda ki, şu anki formuyla çok kolay bir görev değil bu tabi. Hatırlarsınız, bu İtalyan - İrlandalı melezi Avustralyalı kız, büyük bir sürprizle Schnyder ve Mauresmo'yu eleyip 4. tur oynamıştı iki sene önce burada.

Bir diğer bahsetmek istediğim isim ise bir Belçikalı ama adı ne Clijsters, ne de Henin. Alp aşağıda onlardan bahsetmiş zaten. Wickmayer'den bahsedelim biraz. Son US Open'da yarı final oynayarak oldukça yükselmişti sıralamasını Yanina ama bu başarıdan sonra kort dışı olaylarla çok uğraştı aradaki kısa sürede. Yine Belçikalı Xavier Malisse'le beraber doping testi için yerini bildirmediği gerekçesiyle, 1 yıl ceza aldı. Sonra itirazı kabul edildi ve ceza kaldırıldı ama turnuvaya yetişmedi bu süreç. Bundan sonraki ilk turnuvasını Ocak'ta Auckland'da set vermeden kazandı. Ceza-itiraz işlemleri yetişmediği için elemelerden katılmak zorunda kaldı Avustralya Açık'a ama bu onu motive etmişe benziyor. Auckland'da yendiği seribaşı Pennetta'yı (büyük bir isim olmasa da, belli bir seviyede oynayan, istikrarlı bir oyuncudur) Melbourne'da da yendi. Öyle sanıyorum ki, 4. turda bir Belçika derbisi izleyebiliriz, Henin vs Wickmayer gibi.

20 Ocak 2010

Henin for President

Dementieva-Henin maçı beklentileri fazlasıyla karşıladı diyebiliriz sanırım. Dementieva hakkında söyleyecek fazla bir şeyim yok. Her zamanki oyununu oynadı, ve her zamanki gibi kritik anlarda sinirlerine yeterince hakim olmadı. Bu kez çok fazla absürd çift hata yapmadı belki, ama özellikle ikinci setin ortalarından itibaren her yaptığı hatada kendine ya da bir şeylere kızarak zaten birçok alanda tüm diğer tenisçilere karşı üstünlüğü olan Henin'in bir de mental üstünlük elde etmesine vesile oldu. Yine de oynadığı oyunla, şansının biraz daha yaver gittiği bir Grand Slam'i kazanabileceği umudunu vermeye devam etti.

Tabi asıl konumuz Henin olmalı bugün. Kaldığı yerden devam ediyor diyeceğim, ama tam olarak devam etmiyor aslında. Bayan tenisinde çok fazla görmediğimiz file önü oyununu eskisinden faha fazla kullanıyor mesela. Backhand'lerinde de eskisi gibi agresif değil. Yakaladı mı öldürüyor yine ama Steffi Graf tarzı slice'larla da baya bela oldu Dementieva'nın başına. Maç final setine gitseydi, o set de muhtemelen uzun süreceği için fiziksel durumuyla ilgili daha çok fikir sahibi olabilirdik. Eğer bu konuda bir problemi yoksa, dünya 1 numarasıyken bıraktığı yerden oyun kalitesi anlamında daha geride değil. Hatta dediğim gibi daha çok vuruş çeşidi kullanıyor ve şu an olmasa da sezon sonuna doğru eskisinden daha iyi bir duruma gelmesi mümkün.

Burada hepimizin merak ettiği şey belli. Clijsters'ın yaptığını yapabilecek mi? Venus'ü çok bir tehdit olarak görmüyorum artık. Oyun ritmini çok çabuk kaybediyor ve basit hatalara başlıyor. Clijsters, Henin, Wozniacki, Dementieva gibi kortun her tarafına yetişebilen tenisçilere karşı başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Bu durumda, çok büyük sürprizleri hesaba katmadan bir değerlendirme yaptığımızda elimizde dört adet şampiyonluk adayı kalıyor. Henin, Clijsters, Serena ve Safina.

Serena tüm diğer favorilerden arındırılmış bir yol izleyecek finale kadar. Zvonareva, Ivanovic, Azarenka, Wozniacki ve Venus için de Serena'nın takılması durumunda ciddi bir final şansı anlamına geliyor bu. Normal şartlarda finalin ilk ismi belli bir nevi. Serena için US Open'da yitirdiği şeyleri geri almak adına önemli bir fırsat.

Asıl karışık mevzu da tablonun diğer tarafından kimin geleceği zaten. Safina'nın şu ana dek Grand Slam kazanmamış olması onu pek ciddiye almamamıza yol açsa dahi, her an herkesi yenebilecek bir oyuncu olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak lazım. Clijsters US Open'da şampiyon olurken Safina'yla karşılaşmaması büyük bir şanstı, keza turnuvadan kısa bir süre önce Cincinnati'de Safina karşısında varlık gösterememişti. Safina, sinirlerine hakim olmayı becerebilirse çok zorlanmadan yarı finale kadar gelecektir.

Clijsters ve Henin, çeyrek finalde karşılaşıyorlar. Ama Clijsters'ın önünde Kuznetsova, Henin'in ise Wickmayer var. Kolay olmayacak, ama takılacaklarını sanmıyorum. Henin-Clijsters maçınının sonucunu tahmin etmek zor ancak ben Henin diyeceğim. Dementieva karşısında oyunu beni ikna etti ve Clijsters'a karşı da her zaman maça 1-0 önde başlar. Brisbane'deki final maçını Clijsters kazandı belki ama Henin'in ilk turnuvasıydı ve öncelikle olaya biraz ısınmak amacındaydı. Ayrıca final setindeki tiebreak belirledi kazananı, iki tarafa da gidebilecek bir maçtı. Clijsters nasıl US Open öncesinden ve US Open'ın ilk turlarından itibaren adım adım Serena'yı alt edebilecek form düzeyine çıktıysa, Henin de benzer bir yolda ilerliyor şu an. Clijsters ise bahsini ettiğim dörtlü içerisinde belki en formda olanı ama aynı zamanda da en tok olanı. Amerika'da çok farklıydı, çok rahat ve çok konsantreydi. Burada ise ilk iki tur maçını skor olarak rahat kazansa da, rakiplerinin maçın içine girmeyi becerebildiği dönemlerde zorlandı. Sırasıyla oynayacağı Petrova ve Kuznetsova maçları daha çok fikir verecektir bu konuda.

Başlangıçtaki soruya geri dönelim şimdi. Bunu net olarak söylemese de Henin'in dönüşünde Clijsters'ın şampiyonluğunun ciddi etkisi olduğunu biliyoruz. Yani Henin de aynı şeyi yapmak istiyor. Ancak onun yolu daha zor çünkü Clijsters comeback yaparken ortalarda Henin yoktu ve Williams'ları yenmesi yetti. Oysa Henin'in önünde kendisinden önce dönmüş formda bir Clijsters, Grand Slam açlığını henüz dindirememiş ve kendini kanıtlamak için ciddi bir hırsa sahip Safina ve US Open'da aldığı kötü mağlubiyetten sonra bu turnuvayı çok ciddiye alan bir adet Williams var. Kazanmak için üçünü de yenmesi gerekebilir ki işte burada devreye Henin'in mental üstünlüğü giriyor. Daha doğrusu vaziyet eskiden böyleydi. Bu mental üstünlüğü kaybetmeye başladığı an tenisi bıraktı zaten. Ve şimdi tekrar döndüğüne göre kafasındaki problemleri halletmiş olmalı. Dementieva önünde sinirlerine çok hakimdi. Set puanı çevirdi, çok kritik oyunlar oynadı ve vuruşlarında herhangi bir tedirginlik yaşamadı. En başta belirttiğim gibi Dementieva'nın puanlara verdiği aşırı tepkilerin de yardımıyla maçın sonunu oldukça güzel getirdi.

Tabi bir de Clijsters'ın diğer tenisçileri uyandırması var. Kendisi geri dönüşünü gerçekleştirirken çok da ciddiye alınmadı belki de. Williams'lar ve Ruslar Clijsters'ı tehdit olarak görmediler. Bahis şirketleri de kendisine bol kepçe oranlar verdi hep. Oysa şimdi aynı hataya düşmeyecektir kimse. Hatta bir grand slam önce yaşananların ardından olması gerekenden daha bile ciddiye alınacak Henin.

Şanssız kura, hırslı rakipler, çok zorlu bir derbi, ezeli rakibinin başarısının yarattığı baskı gibi birçok engelin üstesinden gelmesi gerekecek kısaca. Yapar diyorum ben.

18 Ocak 2010

Haiti İçin

13 Ocak 2010

Emmanuel Mbola & Zambiya

Zambiya - Tunus maçından önce kadroları incelerken dikkatimi çekti, Zambiya kadrosundaki bu 16 yaşındaki sol bek.

Muhtemelen kupanın en genç oyuncusu Mbola. Biraz araştırınca çocuğun zaten daha önce 11 kez milli olduğunu öğrendim. Avrupa'da olunca etkileyici oluyor ama Afrika'da (sadece Afrika mı, Türkiye de farklı değil, Türkiye'deki bütün lisanslı basketbolculara gizli bir anket yapılsa, sonuçlar sizi şaşırtır emin olun.) malesef yaş küçültme durumları oldukça yaygın. Ama olsun, kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur diyip, Mbola'ya geri dönelim.

Ülkesinde 15 yaşında Mining Rangers'ta oynarken, genç Fransız hoca Herve Renard tarafından milli takıma çağrılmış. Eleme maçlarında oynayan Mbola, Renard'ı haklı çıkarmış ve yazın oynanan Ruanda maçında galibiyet golünün asistini yapmış. 1-0 biten maçta, çalımlarla rakip ceza sahasında düşürülene kadar uzun bir dripling yaparak, gole çevrilemeyen bir de penaltı yaptıran Mbola, maçın oyuncusu seçilmiş. Finlandiya'dan Inter Turku oyuncuyu almak istemiş ama Finlandiya'da 18 yaş altında yabancı oyuncularla ilgili bir kısıtlama nedeniyle transfer yatmış ve Ermenistan şampiyonu Pyunik'e gitmiş. Yazılanlara göre Pyunik'te oldukça iyi gidiyormuş ve arka bahçelerindeki bu genç yeteneği farketmiş CSKA ve Spartak.

Bu akşam Tunus'la açıyor turnuvayı Zambiya. Bu yetenekli olduğu söylenen genç sol bek'i umarım oynatır Renard ve neyin ne olduğunu anlarız. Umarım kazanırlar da, tam 17 yıl geçti Gabon'la oynayacakları Dünya Kupası eleme maçından önce Zambiya uçağının düştüğü ve bütün oyuncularını kaybettikleri kazadan beri.

Kupa Afrika'sı, Sinek Valesi

Kupa maçları, Avrupa'daki hava durumu vs derken spor açısından kötü bir fikstürle başlayan 2010 için güzel bir durum oldu, Afrika Kupası'nın nihayet başlaması. Eurosport'taki doyurucu anlatımı da eklersek, izlememek için hiçbir neden yok.

Togo olayı çok can sıktı, bütün olanlara rağmen devam etmeleri için biraz daha uğraşılsa daha iyi olurdu. Biz demiştik, kaşındılar gibi yaklaşımlar yerine mağdur edilen oyuncular için çaba sarfedilmeli. Bu kıtanın insanının halinden yine bu kıtadakilerin anlaması lazım. Yıllardır cikletten çıkar gibi türeyen onlarca isyancı grup var Afrika'da bugün. Kimi petrol kuyularını ele geçiriyor/geçirmeye çalışıyor, kimi başka değerli kaynakları. Hükümetler ve diktatörler değişiyor veya değiştiriliyor. Amerikan, Rus, Avrupalı ve Çinli petrol ve silah şirketleri her taşın altındalar. Afrika'da birçok ülkede olduğu gibi, Angola'daki stadlarda da Çin imzası var. 40.000'den fazla Çinli işçi getirildi bu ülkeye inşaatlar sırasında. Angola'nın ne kadar zengin bir petrol ülkesi olduğunu söylemiş miydik? 27 yıl boyunca iç savaş yaşayan bir ülke, o kadar sürede neyi paylaşamadı veya paylaştırılmadı, çok ortada değil mi? İki ülkenin Marksist geçmişleri mi Çinlileri buraya getiren, yoksa kapitalist enerji tutkuları mı her taşın altından onların çıkmalarını sağlayan. Sudan'dan Çin'e yollanan petrolün, Darfur durumu süresince %60 artması tesadüf mü? Ödemeyi legal şekilde duble yol yaparak gerçekleştiriyorlar gözükse de, illegal gemilerle Darfur'a ikinci el silah, askeri araç vb. göndererek ne yapıyor olabilirler; yapılan kaldırımların, yolların üzerinde yürüyecek insanların öldürülmesine yardım ederek. Ortadoğu'dan farklı bir durum yok ortada. Neyse.
Şu ana kadar da keyifli maçlar izledik. Maçları tekrar anlatmaya gerek yok ama en zayıf takımlar bile inanılmaz mücadele ediyor. 4-4'lük, aynı zamanda dört-dörtlük, Angola - Mali maçından, golsüz Fildişi - Burkina Faso maçına kadar, bu konuda tatmin etti beni. Şu ana kadar gözlemlediğim tek eksiklik, takımların genel taktik anlayışlarına ve oyun planlarına çok önem vermemesi. Mesela fiziksel olarak bu kadar üstün olan Nijerya gibi bir takımın, özellikle bu alanda yetersiz kalabilecek Mısır'a karşı bu avantajının üzerine gitmemesi ve rakibinin oyununu kabul etmesi enteresandı ve yanlış değişikliklerle de ciddi organizasyon sıkıntısı çekmeleri, yetenekli kadrolarını çaresiz bıraktı. Mısır'a karşı olan antipatim, Nijerya'ya bu kadar kafayı takmamın sebebi olabilir. Cidden, saha içerisinde birbirini boğazlamaya bu kadar meyilli takım az var, diyelim ki Mısır formasıyla pas vermek yerine şut çekmeyi tercih ettiniz, bütün takım arkadaşlarınızın el-kol hareketlerine veya hoş olmayan sözlere maruz kalabilirsiniz.

Appiah ve Muntari olmadan, Gana biraz arkada kalmış gözükse de benim en merak ettiğim takımlardan biri. Bir kaç ay önce U20 Dünya Kupası'nı kazanan kadrodan birçok isim var Gana'da. Inkoom, Osei, Ayew ve Adiyiah gibi. Fildişi Sahilleri'ni ilk maçlarını kazanamamalarına rağmen beğendim, kağıt üzerinde de en iyi takımlar zaten. Le Guen'in Kamerun'unu izliyorum şu an ve pek ışık vermediler. Ama şu an underachiever gözüken bütün klas takımların, turnuva ilerledikçe kendilerine geleceklerini sanıyorum. Fildişi Sahilleri ve Gana sempatisiyle izleyemeye devam edeceğim gibi gözüküyor, hatta Mali'yi de bu listeye ekleyebilirim. 4-4'lük açılış maçında Kanoute'nin kafa golünü izlemeyen varsa hala izlesin, uzun zamandır bu kadar estetik bir kafa vuruşu izlememiştim.

Perili Otel

Oklahoma City Thunder ile New York Knicks arasında oynanan maçı beklendiği üzere Thunder rahat kazandı. Mağlubiyetin sebepleri olarak saha içi ve saha dışı bir çok faktör sayılabilir muhakkak. Ancak New York'lu bazı oyuncuların mazereti oldukça enteresan. Önceki gece kaldıkları otelde hayaletler olduğunu ve gece uyuyamadıklarını iddia ediyorlar. "Kesinlikle inanıyorum" diyor Jared Jeffries, "orası tekin değil, korkunç bir yer." Eddy Curry ise sadece 2 saat uyuyabilmiş, "olayın 10. katta olduğunu söylüyorlar ve o katta bir tek ben kalıyordum. Mecburen gecenin çoğunu Nate'in odasında geçirdim. O otelde hayalet olduğuna kesinlikle inanıyorum" diyor.

Eddy Curry'nin Nate Robinson'ın odasında takılması başka türlü de açıklanabilir tabi ama konumuz bu değil şu anda.

Bahsi geçen otelin adı Skirvin. 1910'da inşa edilmiş. Kuzeybatının en iyisiymiş zamanında. Otel sahibi W.B. Skirvin'in temizlikçi kızlardan biriyle ilişkisi olmuş ve kız hamile kalmış. İşler bir şekilde sarpa sarmış ve muhtemel bir skandali önlemek amacıyla Mr. Skirvin, kızı 10. kattaki bir odaya kilitlemiş. Bir süre sonra temizlikçi kız doğum yapmasına karşın hâlâ odadan çıkmasına izin verilmemiş. Bunun üzerine bebeğiyle beraber aşağı atlamış.

Yıllar içerisinde otelde kalan birçok müşteri geceleri çocuk ağlaması duyduğunu iddia etmiş. Bazı erkek müşteriler, odada yalnız oldukları sırada bir kadın sesinin kendilerine seslendiğini söylemişler. Çıplak bir kadın figürü gordüğünü ve hatta görünmeye bir varlık tarafından tecavüze uğradığını iddia edenler bile varmış. Ayrıca kendi kendine hareket eden nesneler de görülürmüş sıkça.

Otel, 1988'de kapatılmış ancak 20 yıl sonra tekrar restore edilerek, Skirvin Hilton adıyla hizmete açılmış.

11 Ocak 2010

Napoli & 101

NSB Martos Napoli, şu an Serie A'nın en kıvranan takımı kuşkusuz. Bizim Te-Be-Fe, utana sıkıla verdiği cezaları geri alıp, puanları iadeli taahhütlü silerken, futbol takımlarının devlete borçları deniz seviyesinde, sabit sıcaklıkta buharlaşırken, İtalyanlar vergi borcunu geç ödeyen Napoli'nin gözünün yaşına bakmadı ve 8 puanını sildi. "Puanını" demek aslında doğru mu, pek değil, zira bu güney takımının geride kalan 13 haftada henüz galibiyeti yok. Olacak gibi de gözükmüyor. Sezon boyunca değişik oyuncular denediler, getirdiler, gönderdiler, bir işe yaramadı. Bunların arasında Damon Jones, Travis Best, Robert "Tractor" Traylor gibi eski NBA oyuncuları da var.

Buraya kadar sıradışı bir durum yok elbet, herhangi bir takım sporunun herhangi bir liginde mutlaka bir sonuncu da olacaktır. Sıradışı olan Napoli'nin iki haftadır aldığı sonuçlar. Önce geçen hafta fena bir skor aldılar evlerinde, Palabarbuto'da. Biella'ya 70 sayı farkla, 124-54 yenildiler. Bu haftaysa deplasmanda, Lottomatica Roma'ya 138-37 kaybettiler, tam 101 farkla. Maçı gözünüzde daha iyi canlandırmanız için bazı rakamlar yardımcı olabilir. Napoli maç boyunca 61 şut denemiş, Roma ise 63 basket atmış. Yani kabaca, Napoli attığı bütün şutları sokmuş olsa idi bile, maçı kaybedecekti. Napoli'nin 17 ribaundu var maçta ki, Roma'nın sadece hücum ribaundu sayısına nerdeyse eşit.

Nasıl oldu peki bu? 2 hafta önce Teramo'daki 11. mağlubiyetten sonra Christmas tatiliyle beraber yukarıda bahsettiğim 3 NBA dinazorunun yanında, Bonora ve Skele gibi kendi ülkelerinde milli olmuş oyuncular takımdan ayrıldı. 0-11'lik bir sezon sponsorların iştahını kaçırmıştı ve ödemeler de aksamaya başladı, mali sorunlar başladı, vergiler ve maaşlar ödenemedi. Yabancı gelen bir durum değil. 2 oyuncu dışında U19 takımıyla oynamaya başladılar.

Yakın bir zamana kadar Napoli, bir Euroleague şehriydi. Yazıya konu olan takım aslında Rieti. Lazio bölgesinde, 1980'de Koraç Kupası'nı kazanmış bir takım. Bu yaz Rieti'den Napoli'ye taşıdılar takımı, görüldüğü üzere iyi gitmiyor işler yeni şehirlerinde. Fenerbahçe'yle aynı grupta Euroleague oynayan şehrin asıl takımı Basket Napoli ise, futbolun çok açık arayla birinci spor olduğu bu kült şehirde, para meseleleri yüzünden küme düşürüldü ve en alt ligden tekrar başladı.

Napoli'nin büyükleri elbette bu işe bir el atacaktır, bir Türk mantığıyla ancak böyle bağlayabilirim. Ligin bitmesine çok uzun süre var, diğer takımlar Roma ve Biella kadar 18 yaşında çocuklara rekor fark atmaya meraklı olurlar mı bilmiyorum ama bu işin böyle gitmemesi gerektiği de ortada. Fark konusunda rakiplerin tutumu muhabbetine hiç girmeyeceğim, herkesin farklı spor disiplini ve terbiyesi vardır, zevk & renk işidir nihayetinde ama dediğim gibi hali ortada olan bu çocuklara karşı da böyle skorlara abanmak, 31 çekmekten başka birşey değildir.

Bu arada bütün bu olan-bitenin arasından bir Damon Jones çıkması da beni hiç şaşırtmadı, söylemesem olmaz.

Looking for Eric


Geçen gün FM10 çılgınlığını tecrübe ederken, futbol filmleri koyalım dedik bir yandan. Looking for Eric'le başladık, Damned United ile devam ettik. Bay A sağolsun, transfer borsasına Jet Fadıl girişi yaptı da Looking for Eric'i yarım yamalak da olsa izleyebildim. Normalde Ken Loach filmlerini uzaktan takip etmeye imtina ederim, "ulan Ken Loach yeni film çekmiş, indirip izlemek lazım" diyenlerden değilimdir. Filmlerini genelde çok sert ve yoğun bulurum, sinema değil de başka bir janrı besler gibi gelir. Bazen çok kör gözüne parmak, Mahsun Kırmızıgül bulurum, karakterler çölde dolaşan kutup hayvanı misali olmadık işlerle, arka arkaya karşılaşırlar. Daha gerçekçi senaryolar, ya da çıkarımlar üzerinden gittiği filmlerdeki dengesi ve tarzı ise bambaşkadır, onu özel yönetmenler arasına sokar. Dediğim gibi, özellikle son zamanlarda ve Cannes festivalinin de etkisiyle, sadece hedefe yönelik, fazla politik filmler yapıyordu Loach.

Loach'un en önemliği özelliği, sinema jargonunda "ordinary people" olarak yer alan, Türkçe'ye çevirdiğimizde sıradan insanlar diyerek sıradanlaştırdığımız kitleyi portrelemesi, alt metini onların üstüne bir güzel döşemesi ve basit konuları farklı açılardan göstermesidir. İnsan psikolojisini ve durumsal kaosları güzel yansıtır, alt metinle iyi ilişkilendirir. Eskiden tanıyormuş gibi konuştum ama bu böyle. Ken Loach'un filmini izleyen bir süre etkisinden çıkamaz. Ben aynı duyguyu yaşıyorum mesela şu anda, Eric Bishop'u atamıyorum kafamdan.

Filmin posterini aceto'da görmüştüm, onun yaklaşımı üzerine futbol temalı bir alt metinin geleceği belliydi. Daha doğrusu, Eric Cantona üzerinden giden bir kitle futbol filmi bekliyordum, Cantona müthiş bir malzemeydi böyle bir açı için ve üzerine de henüz film yapılmamıştı. Daha ne olsundu? Loach ise bana göre harika bir çalım atmış -Cantona daha iyisini atmıştır gerçi- ve Cantona'yı alt metin haline getirmiş. Maradona belgeselini izleyenler bilir, Kusturica da bu tip bir yol izlemiştir Maradona'yı anlatmak için. Onun hayatını, futbolunu ya da yaşam tarzını anlatmak ve övmek yerine, o hayatı Maradona ile bir süreliğine de olsa yaşamış, Maradona'nın hayatına girerek almıştır almak istediğini. Bu sefer, Eric Cantona, Eric Bishop'un hayatına giriyor ve onun üzerinden kendisini anlatıyor bizlere.

116 dakikalık filmin ilk çeyreğinde Eric Bishop'u tanıyoruz. Bu paragraf ve sonrasında kabaca spoiler bulunabilir, o sebeple izlememiş olanlar geçsin ama isteyenler de kalsın, öyle filmden alacağınız zevki azaltan bir cümle yazmayacağım. Eric Bishop tabiri caizse paspas olmuş, dibe vurmuş bir abimizdir. İlk karısıyla görüşmemektedir, ondan olan kızı henüz öğrenci olmasına rağmen annedir. İkinci karısı hapse girmiştir ve çıktıktan sonra da Eric'i aramamıştır; sonuçta Eric iki üvey oğlanla bir evde bulmuştur kendisini. Bu iki çocuk da ne birbirlerine, ne Eric' e saygı göstermemektedirler, hatta büyük ve beyaz olan (kötü bir tabir oldu) bir gangsterin peşine takılmıştır, eve saçma emanetler ve arkadaşlar getirmektedir, Eric ne kadar uğraşsa da saydam bir cam gibi görülmemekte ve fakat bazen mecburen dikkate alınmaktadır. Bu durum onu intihar teşebbüsüne kadar götürür, tam bu sırada Cantona'nın hayaliyle karşılaşır ve burada Bishop'un geçmişini öğrenmeye başlarız.

Man Utd taraftarlığı, karısıyla tanışması gibi anılar kızının çocuğunu ona emanet etmesi ve bu işin yürümesi için ilk karısı Lily ile görüşmek zorunda kalması paralel ilerler. Eric traş olmaya, normal bir insan gibi takılmaya ve çocuklarına varlığını hissettirmeye başlamıştır Cantona ile beraber. Filme büyük üvey oğlanla dahil olan silah, boyutu iyice değiştirir ve Ken Loach'a özgü polis baskın sahnesi ve tek planlık silah konuşmasına vesile olur. Sonrası? Sonrası iyi işte. Orasını da anlatmayayım, kendi anladığımı yazayım.

Cantona'nın yeteneği ona ilgi getirmiştir. Ama Cantona, sevgiyi yaptıklarıyla yaratmıştır. Aslında futbol hayatı boyunca sahada ve saha dışında yaptıklarıyla, futbolcu olarak değil, Eric olarak taraftarın ve sevenlerinin hafızasına kazınmak istemiştir. Çoğu futbolcunun, Zidane'ın bile böyle bir derdi yoktu yaptıkları açıklamalara göre. Cantona ise hiç açıklama yapmadı. Bir şekilde anlatmak istediklerine kendini anlattığını, diğerlerine de zamanı gelince anlatacağını biliyordu. Bishop'a da film boyunca bunu anlatıyor ve farklı düzlemde de olsalar, aynı eksende hayatlarını döndürdüklerini, kilit noktalarda daha cesur olduğunu yansıtıyor. Film, hem Cantona'nın yaratıcı ruhu, hem de Loach'un açılımlı anlatım dili için çok iyi bir saha olmuş.

Filmde futbol görüntüleri de Bishop'un hayalgücüne takılanlarla sınırlı. İlginçtir, Cantona bunların büyük bir kısmını hatırlamıyor.

09 Ocak 2010

Road to Angola



Afrika Uluslar Kupası bu sene felaketle başladı. Togo milli takımının başına gelen hadiseden sonra çatlak sesler yeniden başladı. Özellikle İngiltere'den, her kupa döneminde gelen "bu dönemde olmasa" sesleri son olaydan sonra "kupa iptal edilsin"e döndü. Copa America veya Avrupa şampiyonası gibi sezon sonlarında değil de sezonun tam ortasında yapılması her zaman tartışılan bir konuydu.


Cetvelle çizilen sınırları olan bir ülkenin (ve kıtanın) içindeki çatışmalara kıçını dönmekte sakınca görmeyen politikacıları seçenler de bu ağlak teknik direktörler, o kıtanın ücra köşelerinden Fransa'ya, Belçika'ya kaçak getirilip bir kaç sene sonra fahiş fiyatlarla bu gençleri alanlar da bu timsahlar.




Avrupalıların ikiyüzlülüğü ile ilgili yazılacak çok şey var ancak benim dikkatimi çeken başka bir şey var. Saldırıdan sonra organizasyon komitesi üyesi "tüm takımlarının ulaşımının otobüs dışında bir ulaşımla yapılması gerekliliği"nden bahsetti. "Otobüs dışında"nın anlamı, uçakla olmalı. Kural çok açık olmamakla birlikte Aristo'nun hala kızının bile mantık yürütebileceği şekilde yazılmış.


Confédération Africaine de Football

Regulations of the Orange Africa Cup of Nations ANGOLA 2010



Chapter 8 - Article 16


16.2. The host association is entitled to play its match in the capital of its country or in another city. In this latter case, the transportation expenses (round trip) of the visiting team from the capital to the city designated for the match will be borne by the host association.

16.3. If the distance between the capital and the venue of the match is superior to 200 Km, the host association shall provide the visitors with an air-plane transportation to the venue of the match and back. If this is not possible,  and provided both teams agree, the match shall be played in the capital city.

Bu bölümler organizasyon aşamasında, kupayı düzenleyen federasyonun, maçları ya başkentte veya başkent dışında bir şehirde yapabileceğine dair kural ile eğer başkent dışı bir şehir ise ve mesafe 200 km. ve üzerindeyse ulaşımın havayolu ile yapılması gerekliliğine dair kural. Bunun dışında, asıl açıklayıcı kural ise;

Reception Condition
The following minimum conditions of reception should be strictly respected:
30.1. Reception at the airport: A Committee formed of the officials of the host association must be at the airport to meet the visiting delegation and must provide all facilities for the entry formalities in the country. One official of the host association, who speaks the language of the visiting
delegation, will be at the disposal of the visiting delegation and will act
as liaison officer between the two associations.

30.2. Transport Facilities: One bus for the players and one car for the officials will be put at the disposal of the visiting delegation from the time of their arrival to that of their departure. Any additional vehicles are subject to an agreement between the two associations.

30.6. Seeing the visiting team off: Officials of the host association shall see the
visiting delegation off at the airport and shall facilitate all formalities for departure.


Okuduklarımızdan ne anladık; katılımcı ülkelerin ekiplerini "havaalanında" karşılayan (ve uğurlayan) bir komite var. Komite, gelen ekibin ülkeye girişinde yardım sağlıyor. Bu komiteden, gelen ekibin dilini konuşan bir arkadaş da hazır bulunmalı. 30.2 maddesini de, 30.1 maddesinde geçen "delegation" lafına takılıp "ama bu madde takımdan bahsetmiyor" karışıklığına yol açmasın diye ekledim.

Article 29 ise diyor ki;


The visiting association shall assume the travel expenses of its delegation. The host association shall assume the local transportation of the visiting team, its accommodation according to the above article 20 during three days before the match and two days after, at the most. In this case, the host Association shall keep the gate receipts of the match.

Togo milli takımı Angola'ya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti (eski adıyla Zaire) üzerinden giriyor. Hazırlık dönemini K.D.R'de geçirip Angola'nın kuzeyinden otobüsle ülkeye giriş yapan takım, kuzey bölgede saldırıya uğruyor. Togo futbol federasyonunun, Angola'nın veya herhangi bir Afrika ülkesinin yaşadığı iç savaş veya karışıklıktan haberi olmadığını düşünmüyorum. Bu konuları biz bile oturduğumuz yerden öğrenebiliyorken üstelik. Ancak Afrika'da  hava taşımacılığının, alışık olduğumuzdan daha farklı olduğunu da eklemek lazım. Bir önceki Afrika kupası zamanı, tesadüfen orada bulunan, Türkiye'nin en küçük havayolu şirketlerinden birinin uçağının, Kamerun milli futbol takımını Gana'ya götürüp getirdiğini söylersem konu hakkında bir fikir oluşturur sanıyorum. Üstelik Togo federasyonunun başına bundan 1 yıl kadar önce gelen felaketi de eklersek karayolunu neden tercih ettiklerini anlayabiliriz. Olaya tek taraflı, hatta İngiliz veya Fransız taraflı bakmadan yaklaşacak olursak, bu kupanın, halihazırda çok da önemsenmeyen bir kıta olan Afrika kıtasının gururu olduğunu eklemek gerek. İptal edilmesi yerine ertelenmesi (2011'e mesela) veya başka bir ülkeye alınması (Angola'nın yaşadığı iç karışıklıkta terörist grubun ekmeğine yağ sürmek olur bu) düşünülebilir. Süreç, Togo ve diğer federasyonların vereceği karara bağlı şimdilik.

Organizasyon ile ilgili tüm kuralları Bu adresten indirip okuyabilirsiniz.