30 Nisan 2008

Hayat

Sly'ın Rocky Balboa'ya yerleştirdiği müthiş baba repliği. Replik demeye de gönlüm el vermiyor, ümidini kaybetmiş herkese motto olabilecek başarıda bir konuşma... Ne zaman ümidi keserseniz izleyin, gazı alın ve hayata tekrar sarılın.



Buna inanmayabilirsin, ama eskiden şuracığa sığardın. Seni yukarı kaldırır ve annene şöyle derdim: "Bu çocuk dünyadaki en iyi çocuk olacak. Bu çocuk ileride kimsenin bilmediği kadar iyi biri olacak." Ve sen çok güzel, harika bir şekilde büyüdün. İzlemek bile büyük bir keyif, bir ayrıcalıktı. Sonra kendi ayakların üzerinde durmanın ve ayakta kalmanın zamanı geldi, bunu yaptın. Ama o süreçte değiştin. Kendin olmayı bıraktın. İnsanların seni parmağıyla göstermesine ve yeteri kadar iyi olmadığını söylemesine izin verdin. İşler zorlaştığındaysa suçlayacak birilerini aradın, mesela büyük bir gölge*. Sana zaten bildiğin bir şeyi söyleyeyim. Dünya günlük güneşlik bir yer değil. Acımasız ve pis bir yer, ve ne kadar çetin olduğuna bakmadan seni dizlerinin üzerine çökertir ve sen karşı koyana kadar kalkmana izin vermez. Sen, ben ya da herhangi biri hayat kadar sert vuramaz. Ama olay ne kadar sert vurduğun değil, ne kadar sert darbeler alırsan al yürümeye devam edip edemediğindir. İleri gitmek için ne kadarına dayanabiliyorsun? İşte kazanmak böyle bir şeydir!

Değerinin ne olduğunu biliyorsan, git ve onu al. Ama bunun için darbelere dayanıklı olman gerekir, istediğin yerde olmamanın sebebinin o, bu ya da bir başkası olduğunu söylememen gerekir! Korkaklar bunu yapar ve sen bir korkak değilsin! Sen çok daha iyisin!

* Oğlunun başarılı olamamasını kendi gölgesinin altında yaşamasına bağlamasına bir gönderme.

Larry "The Legend"








Larry Brown Charlotte Bobcats'in koçu oldu. Kolejden hemşerisi Michael Jordan'ın teklifini kabul etmiş. Ayrıca modayı da yakından takip ediyormuş.

29 Nisan 2008

Taksin koluna sepeti


Mouse'um bozuk, ekran aşağı yukarı titreyerek Azer Bülbül tadı yakaladı. Okuyabildiğim kadarıyla sezona sabık sahip ve İngiltere Mill Takım Enkazı'nın sahibiyle gayet iyi bir giriş yapan City'nin sabığı, enkazcıyı kovma eğiliminde. Sebep de sezon başında yakalanan ivmenin 2008 itibariyle kafa göz yararak düşmesi. Eriksson'un yerine (Nokia'yı) Scolari'yi getirmeyi düşünmekteymiş Taksin Amca. (Kırpık'ı da alsın)

Championship Division'da, playoff parolasıyla göreve getirilen ama takımı Division 1'a düşürebilecek Ian Holloway ile birlikte BBC Sports'ta haftalık yazılar yazan City defansı Micah Richards, daha geçen hafta "Eriksson'un işinin tehlikede olduğunu konuşmak çılgınlık" mealinde bir şeyler geveliyordu. Şimdi güzel kardeşim; gençsin, teknik direktörünü seviyorsun anladık da, zaten sakatsın. Takımın sahibi koca bir ülkeyi sülük gibi emmiş, koyuverir bir köşeye seni de, kariyerine yazık olur. Yaz oraya "Önümüzdeki maçlara bakıcaz, lig uzun maraton" falan diye, ne etliye karış ne sütlüye...

28 Nisan 2008

26 Nisan 2008

Modric part 2


İngiltere - Hırvatistan maçının üzerinden tam 6 ay geçmiş, o zamanlar Arsenal mi alır Chelsea mi parayı bastırır diye merak ettiğimiz, daha sonraları çöplük Newcastle'ın bile adının geçtiği onlarca kulüple anılan Modric, Tottenham'la anlaşmış. (Kaynak : BBC Sports, muhtemel fiyat 20m euro)

Tottenham'da Ramos dışında bir teknik direktör olsa, çöplükte heba olup gideceğinden bahsedebilirdim ama -tıpkı Aaron Lennon gibi- ezeli rakipte görmekten üzüntü duyduğum bir adam olacak kendisi.

25 Nisan 2008

Mario Ancic

Hem okul hem spor yürümez derler, kısmen doğrudur da. Amerika'daki gibi sporu üniversitelerde ve kolejlerde birer program haline getirmemiş bir coğrafyada sorsam üniversite mezunu kaç sporcu tanıyorsunuz diye, şak diye cevap veremezsiniz. Peki çok mu gereklidir, aslında değildir. Bizi ilgilendirir mi, hayır. Lise diplomasıyla parlamento kapısından giriliyorsa bu ülkede, sporcunun akademik geçmişini kurcalamak ukalalıktır.


Mario Ancic, Davis Kupası'nda ülkesine kazandırdığı maçtan sonra 4 saat araba kullanarak maçın oynandığı Dubrovnik'ten Split'e gidip, bitirme tezinin sunumunu yaptı ve hukuk diplomasını cebine koydu. Bir yandan tüm dünyayı gezip, turnuvadan turnuvaya koşarak, göçebe hayatı yaşamak, kazanılan tonla paraya karşı bir yandan 24 yaşında hukuk fakültesinden mezun olmak.

Profesyonel sporcuların ezici bir çoğunluğunun üniversite mezunu olduğu bir ülkede, Amerika'da yaşasaydım, muhtemelen dikkatimi çekmezdi bu haber ama yine de istisnai örnekler çıkınca, elde olmadan helal olsun diyor insan.

Yarı Finallere Dikkat!

Crucible'da maçlar yavaş yavaş sertleşmeye başlamışken hazır, kendi kişisel favorilerimi değerlendireyim istedim. En önemli favorilerden Mark Selby'nin de elenmesiyle şampiyonluk mücadelesi çoğunlukla 5 adama kaldı. Ben de bu en mühim 5 oyuncunun nereye kadar gidebileceğini tahmin etmeye çalıştım.

Ronnie O'Sullivan
Tahmin: Yarı Final

En büyük favori şüphesiz ki Ronnie ve ilk maçında çok genç ve tecrübesiz rakibi önünde turnuvaya güzel bir başlangıç yaptı. Liu kaliteli bir adam olduğunu belli etti ancak maçın son bölümünde Ronnie snooker kalitesini çok arttırınca ve maçı bırakıp 147 denemelerine girişince, Liu da demoralize oldu ve ilk frame'lerde pek yapmadığı basit hatalara başladı. Zaten 18 yaşını henüz doldurmamış bir adamın Dünya Şampiyonası'nın o stresli atmosferinde ilk turu geçmesi bile büyük bir mucize olurdu ki, karşısında tüm zamanların en iyi oyuncularından biri vardı.

O'Sullivan'un bundan sonra yarı finale kadar önü açık gibi görünüyor, ancak Ronnie'nin sağı solu belli olmaz. Zaten Çin'deki basın toplantısındaki skandaldan sonra özür dilemiş ve gerekirse Dünya Şampiyonası'ndan da çekileceğini açıklamıştı. Bu aralar sanki kafası biraz uzaklarda gibi bir izlenim edindim ben.

John Higgins
Tahmin: Çeyrek Final

Çok kötü geçirdiği bir sezonun ardından bu turnuvayı çok istediği bariz biçimde anlaşıldı şu ana kadarki oyunundan. Ancak normalde çok iyi yapabildiği uzak potlarda hâlâ sıkıntı yaşıyor, ve bu da masanın kontrolünü almasını engelliyor. Ryan Day karşısında 5-3 önde götürdüğü maçı büyük ihtimal kazanır ve çeyrek finalde Ding'in karşısında dikilir. İlk turda Matthew Stevens önünde rahat kazandı ama pek de keskin değildi sanki.

Shaun Murphy
Tahmin: Yarı Final

Daha önceki şampiyonluğu büyük bir sürprizdi ancak bu kez kazansa da pek kimseyi şaşırtamayacak. Uzak potları her zamankinden bile daha iyi durumda ve genellikle masada insiyatifi elinde tutuyor. Bu sene basit hatalarını da minimum düzeye indirmiş vaziyette. İlk maçını izleyemedim ancak pek zorlandığı sanmıyorum. Mark Selby'nin de elenmesi kendisi için büyük şans oldu ve yarı finale kadar önü açıldı. Aslında finale çıkması da çok olası ama içimden bir ses dramatik bir mağubiyet alacağını söylüyor.

Stephen Maguire
Tahmin: Final

Murphy'e dramatik mağlubiyeti tattıracak adam da işte burada. Turnuvaya bomba gibi giren ve Hamilton'ı masaya gömen İskoçların şu anki en iyi oyuncusu, buradan sonra yapacağı maçlarda zorlanacaktır. Neil Robertson çantada keklik bir herif olmasa da Maguire'ın oyunu bir hayli istikrarlı. Bu sene O'Sullivan'a kaybettiği bir final dışında çok kötü oynadığı bir maç izlemedim ve oyun kalitesi günden güne yükseliyor. Yarı finalde hiçbir şekilde kaçırılmaması gereken bir mücadelede Murphy'i maç boyu geriden takip ettikten sonra 17-15 yener ve finale yükselir.

Ding Junhui
Tahmin: Şampiyon

Tabiki favori oyuncuma biraz kıyak geçtim. Şampiyonluğa ulaşmak için öncelikle herhangi bir sürpriz olmazsa defalarca bu turnuvayı kazanmış Stephen Hendry ve akabinde son şampiyon John Higgins'i elemesi gerekecek. Hendry 90'lı yıllardaki hâlinden çok uzak ve Fu maçında göründüğü üzere Ding oldukça iyi hazırlanmış. Bu sezon genel olarak hayal kırıklığı yaratan ve aceleciliğini bir türlü yenemeyen bu ufak tefek adamın Fu gibi sabır abidesi bir herifle girdiği 19 frame süren ilk tur maçından galip ayrılması çok önemli bir gelişme. Önceki turnuvalarda izlediğim gelişi güzel güvenli vuruşları biraz daha önemseye başlamış sanki. Zaten Ding işin savunma kısmını becerebildiği sürece girdiği her turnuvada şampiyonluk adayıdır.

Yarı finalde Ronnie'yi nasıl yeneceğini sormayın. Aslında O'Sullivan'ın oraya çıkabileceğinden de emin değilim, ama çıkarsa iki yarı final de nefis olacak. Yarı final galipleri hakkındaki tahminlerim tamamen hissiyattır, bu seviyede oyuncuların oyunlarını kıyaslayıp kimin ağır basacağını analiz edecek kadar snooker görgüm yok maalesef.

Ancak tahmin edemeyeceğim kadar büyük sürprizler de olabilir. Sheffield'daki bu tiyatronun atmosferi biraz garip ve zaman zaman oyuncuları çok boğabiliyor. Şu ana kadar Selby ve Doherty'nin ilk tur vedaları enteresandı. Önümüzdeki turlarda Neil Robertson ve Ryan Day sürpriz yapma ihtimali olan adamlar, ve tabi ki Ronnie'nin her rakibi. Şampiyon adayı diye yazdığım Ding Junhui'den de çok emin olabilmek mümkün değil. Çıkıp Hendry'e 13-4 de kaybedebilir. Ama yazdık artık, yanılırsak hesabını veririz.

24 Nisan 2008

Söz bitince


Frank Lampard'ın annesi Pat Lampard'ın rahatsızlığı, onun iki maç kaçırmasının ve Liverpool maçına bitik bir halde çıkmasının asıl sebebiydi. Bugün öğlen saatlerinde yaşama veda etti kendisi. Sağda solda çocuğunu, annesini, babasını kaybetmiş futbolcuların maça çıkması hakkında bir çok hikaye okumuşuzdur. Bana göre sözün bittiği yer. Bu sezon çıkılan neredeyse 50 maç, haftasonu oynanacak Man Utd ve akabindeki Liverpool maçı herhalde hiç bir önem ifade etmiyordur bugün ona.

Kendi silahınla vurulmak


Hakikaten ilginç iki maç oynandı CL yarı finallerinde. Salı akşamı, her büyük teknik direktörün biraz şansa ihtiyacı olduğu ispatlandı. Çarşamba akşamı ise Şampiyonlar Ligi kazanmak için biraz mantalite değişikliğine herkesin ihtiyaç duyduğu görüldü.

Mourinho, Chelsea kulübesinde dördüncü sezonunda, yine en büyük hedefi olan kupanın ilk turundaki Rosenborg maçı sonrası görevinden ayrılmıştı. Yerine gelen Avram Grant, işleyen sistemi çokça bozmayarak, bazen ufak değişikliklerle ve Mourinho’nun kullanmadığı Ballack’a daha fazla şans vererek istikrarlı bir takım oluşturdu. Yine de Mourinho’nun takım üzerine yaydığı güvenin erimesi normaldi ve Avram’ın yiyemediği tek miras bu kavramdan kaldı. Salı akşamı sahaya çıkan takım özellikle bu havayı fazlaca solumuş adamlardan seçilmişti, Ferreira’yı uzun zaman sonra böyle önemli bir maçta görmek sürpriz olmadı, keza Malouda’yı da.

Liverpool ise bu kupada defalarca bu seviyeyi görmüş olmanın verdiği güvenle birlikte rahatsız edici bir baskı kurdu sahada. Geçen sezon finale uzanırken ve bu yolda Chelsea’yi safdışı ederken Kuyt ve Bellamy forvet hattı için yeterli olmuş, orta sahadaki o korkutucu pres ve Agger’in erken gelen golü tur için yeterli olmuştu. Geçen seneye göre Liverpool’un farklı ve yenilikçi davranabildiği nokta, Torres gibi bir forvete sahip olmak ve arkasından üç tane enerjik oyuncuyla rakibin üzerine gelebilmek. Bu unsur belki de maçı geçtiğimiz senenin yarı final rövanşından bile daha zevkli kıldı, tempo hiç düşmedi. Liverpool’un motivasyonunu-isteğini-arzusunu yumurta kapıya dayandığında nasıl bu kadar üst seviyede tuttuğunu görmek hayranlık uyandırıyor.


Liverpool’un CL futboluna gitgide saygı duymaya başlıyorum, ligde bu kadar geri kalmaları için Carragher’ın yaptığı açıklamanın yetersiz olduğunu bilsem de. Benim için Mourinho’nun ilk sezonundaki tur hala Chelsea’nin hakkıdır ama bu kadar güçlü takımları üç-dört sezonluk bir dönemde çok zor durumlara düşürmeleri tesadüf olamaz. 2004’ten beri Milan ve Benfica dışında onları alt etmeyi başaran yok bir numaralı kupada. Avram Grant haliyle biraz daha çaresiz kaldı ve takım pozisyon üretmekte zorlandı. Maç 1-1 bitti ama Riise’nin golünü bir kenara koyarsak ortadaki tabloyu Liverpool’un Torres’li şablonla birlikte rakip savunmaya da baskı kurabilmesi, Malouda’nın yaratıcılık konusundaki eksiklikleri ve belki de Robben’in aranması ve bu maçlık Lampard’ın silik kalmasıyla açıklamaya çalışıyorum. Liverpool’un takım kurgusu açısından bir adım ileride olduğu gerçek.

1-1’lik skor ikinci maçta gol yemediği takdirde Chelsea’ye turu getirecek ama hedefin bu olmaması şart. Ferreira’lı defans kurgusunun korunması yanında Essien’in Ballack yerine monte edilmesi şart ve tabii ki defans bloğunun bu kadar geride konumlanması da sakıncalı olacaktır. Bir karambol golünü daha kimse açıklayamaz, Avram dahil.


Man Utd bu sezon oynadığı her maçta üstüne eklemeye devam ediyor. Barcelona’nın onlara karşı en büyük üstünlüğü, düşük tempoda giden bir maçta da sayısız pas yapıp savunmanın dengesini tartabilmek, ara toplarla Eto ve Messi’yi defansın arkasına sokabilmek. Bu maç Rijkaard cinlik yaptı ve sol açığa Henry yerine Iniesta’yı monte ederek sürpriz golcü arayışına girdi. Ama Iniesta’nın karşısına Hargreaves’i dikip, bol bol Scholes ve Park ile –Park muhteşem oynadı diyebiliriz, bu tip oyuncuların değeri azalır gibi olmuştu totaliter rejimde- kanatlara yardımda bulundu, Carrick ile ortayı kapattı ve hücum işini Rooney-Ronaldo-Tevez üçlüsüne teslim etti. Onların da asıl görevi rakibin üzerinde baskı kurmakt
an ziyade, rakibin hücum etmesine izin verip alınan topları direkt olarak rakip sahaya taşımak ve ani vurgunlar yapmaktı. Barcelona bu dolmayı yedi, bütün maçı pas yaparak geçirdi ama tek bir boşluk bile bulamadı. Man Utd onları kendi silahıyla vurdu resmen, etkileyiciydi.


Rooney ve Tevez bir yandan hücum adına hiçb
ir şey üretemezken, bir yandan da Xavi’nin tehlike potansiyelini sıfıra indirdiler neredeyse. Barcelona’nın çoğalmaya ve rakibi boğmaya dayalı sisteminin ters teptiği nokta da bu oldu, Barcelona’nın çoğalmaya çalıştığı her alanda Man Utd onlardan daha kalabalıktı. Bir cümle de Ronaldo’ya. Geçtiğimiz hafta Uğur Meleke Kezman’ın kaçan penaltısı hakkında konuşurken en önemli tezi Ronaldo’nun kullandığı penaltılardı. Ronaldo dün de uzun zamandır geliştirmeye çalıştığı kendine has penaltı stiliyle topa yaklaşırken durakladı, kalecinin nereye atladığını son ana kadar gözlemledi ama vuruşa çok geç karar verince dışarı bıraktı. Penaltı garanti atılmalıdır, Ronaldo’nun yeteneklerine saygımız sonsuz ama kimse hem kaleciyi ters köşeye yatırıp, hem de topu doksana atamaz. Biraz sakin…

Rövanşa gelince, Alex Ferguson’un maçtan sonra da belirttiği gibi ikinci maçta Man Utd çok farklı oynayacaktır, daha atak olacaktır daha fazla rakibin üzerine gidecektir, zaten tek tutunduğu dal bu olan Barcelona’yı taraftarla boğacaktır. Barcelona’nın tek şansı, sene başında anlatıla anlatıla bitirilemeyen Fantastik Dörtlünün en azından ikisinin çok iyi bir maç çıkarmasına bağlı. Bunlardan birinin Ronaldinho olmadığını biliyoruz. Eto’nun da pozisyonu itibariyle ön plana çıkması zor. Messi ve Henry tüm önlemlerin ve modern futboldaki yazılı olmayan kuralların üzerine çıkabilecekler mi, göreceğiz.

23 Nisan 2008

Taraf olmak

Televizyonda spor artık çığrından çıktı. Hepimiz hemfikiriz buna herhalde. Bir tek Tümer'li Larissa'yı izleyemiyoruz canlı olarak. Ve ekrana sadece maçlar da gelmiyor haliyle anlatımları da beraberinde geliyor. Orda da farklı bir çılgınlıkla karşılaşıyoruz. Maç izleyip keyif alayım derken kendimi sahadaki oyunun haricinde spikerle mücadele ederken buluyorum. Sonra da "Neden, nasıl böyle bir durumun içindeyim?" diye buhranlara sürükleniyorum.

Gökhan Telkenar unutulmaz bir performans yaşattı dün gece Liverpool - Chelsea maçı boyunca, özellikle de maçın sonunda. Maçın çeşitli anlarında duble bip geldi evlerimize. Kişisel bir ricam olacak, en azından sesini kısalım cep telefonunun.


Asıl mesele, kafamı kurcalayan olay, Gökhan Telkenar'ın Liverpool'u tutarak maçı anlatması. Uzatmanın sonunda gol geldi ve coşkulu sesinden eser kalmadı. Suskunluk. İlker Tahsin skeci gelecek sandım o an. "Eyvah, yapmayın çocuklar." Ne gerek var? Kop tribünüyle beraber hisse mi alacak sanki? Bilemiyorum Altan.

Çok yakın geçmişte, FOX'ta Calzaghe - Hopkins maçında da benzer bir performans Bilgehan Demir'den gelmişti. Muhammed Ali, Rocky Balboa, Rocky Marciano, Rocky 7, belki antrenör, hakemler... Hopkins yenilince biz de yenilmiş sayıldık.

Şu gördüklerimiz çok nadide performanslar olarak anılmalı ama çok sık yaşıyoruz artık ortalama haline geldi.

Belki de Tim Duncan performansları bunlar; "They made it look easy."

Kimbilir.

22 Nisan 2008

Akıl oyunları


Yarınki yarı final müsabakası öncesinde bir laf salatası aldı başını gidiyor. İki takımın yöneticileri, oyuncuları, başka takımlardan futbolcular, eski mensuplar karışıyor; çember büyüdükçe büyüyor. Barcelona'nın güç ve form olarak çok geride olduğu bu seriyi kendine getirmek için yapması gereken de buydu. İlk olarak Messi "Ronaldo dünyanın en iyisi değil" diye bir bomba attı, "kazanan takım olarak kazanacak çünkü aramızda çok fark yok" dedi. Onun arkasından Carragher "Gerrard Messi'den de, Kaka'dan da iyi" dedi. Bu muhabbetin üstüne sürpriz bir isim, Man Utd'ın genç defans oyuncusu, aynı zamanda bir sezonunu Messi ile aynı ligde geçiren İspanyol Pique söz aldı ve "Evra Messi'yi harcar" dedi. Tevez ise "Messi'nin oynamasını tercih ederiz" lafını etti. Messi tüm bu söylenenlerine üstüne "Ronaldo çok iyi bir oyuncu olduğunu gösterdi, en iyi olduğunu söylemek biraz iddialı olur yine de" demeye devam etti.

Man Utd en son CL zaferine giden yolda, Barcelona ile iki gollü maç oynamıştı gruplarda, -bir daha Bayern, Man Utd ve Barcelona'yı aynı gruplarda görmek herhalde mümkün olmaz- bu sefer daha gollü ya da zevkli olmasa da, daha ilginç bir maç izlememiz olası.

21 Nisan 2008

Calzaghe vs. Hopkins


İşin ünvan kısmından pek anlamam hatta ne yalan söyleyeyim; Alp hatırlatmasa maçı izlemeyecektim bile.

En başından başlarsak; sıkıcı diyebileceğim bir maçtı. Calzaghe'nin aldığı darbeden sonra maçın daha heyecanlı geçeceğini tahmin ediyordum en azından. Açıkçası Hopkins de rakibinin üstüne fazla gidemedi. Bunda Calzaghe'nin nakavtın kıyısından döndükten sonra durumun ciddiyetini kavramasının da etkisi var tabi. Sıkıcı geçen maçın sonlarına doğru yüz mimiklerini fazlalaştıran ve 2 kere Hopkins'in namahrem bölgelerine isabet ettiren Calzaghe maçı kazandı ancak Hopkins maçı kendisinin kazandığını iddia ediyor. Maçı tekrar izleyecek değilim, Hopkins'in itirazında haklı olduğu yerler de var ancak Hopkins maçı kendisinin kazandığını iddia etmek yerine, Calzaghe'nin galibiyeti haketmediğini söylese daha doğru olurdu sanıyorum. Bana göre maçın hakkı beraberlikti. (Ekstra raundlardan bahsediyorum elbette)

Herkes Hopkins'in bu maç sonunda emekliye ayrılacağından bahsederken Calzaghe, Roy Jones'la yapacağı bir ünvan maçıyla kariyerini bitirmekten söz etmiş. Alp yazabilir konuyla ilgili detaylı bilgiyi.

Ben dikkat etmedim -Bilgehan Demir'in raund aralarındaki yorumlarından kaçmak için zap yapmak zorunda kaldım- ama maçta bolca ünlü varmış, Jay-Z, Beyonce, Arnold Schwarzenegger, Catherine Zeta-Jones ve Nihat Doğan bunlardan sadece birkaçı.

Tahminler


Şablon : ESPN

17 Nisan 2008

Viaje al paradiso -- 3 -- Ginga

Yaşıtlarımın büyük bir kısmı gibi ben de bacak kadarlık zamanlarımı sokaklarda geçirdim. Alman kale, 9 aylık, gol atan kaleye, kukalı saklambaç, vs. vs. ne ararsanız var tabii ki. Ben Tugay’ı taklit edip, uzun pas atmaya ne kadar kastıysam, Pikachu’yu taklit eden çocuklara da o kadar üzülüyorum. Ya da emo takılıp, elde şarap ağızda sigara, bir şeye benzediklerini düşünen veletlere de, ben de saçımı en olmadık şekillere soktum da zamanında İtalyan topçulara özendiğimdendir, daha sonra Yeste’dir, Jan Polak’tır. Ancak, yaş ilerlediğinde ve internetle içli dışlı olmaya başladığımda, bütün çabalarıma rağmen kaçırdığım çok şey olduğunu farkettim. Özellikle alternatif kültürlerle ilgi duymaya başladığımda, beni en çok yaralayan şeylerden ikisi grafittilerle dolu bir sahada hiç maç yapmamış olmak, hatta doğru düzgün grafitti görmemekti.

Cenneti ziyaret edenler, mutlaka meşhur Arc de Triomf parkından haberdardır. Girişte resminin çekilmesini hakeden bir yapıyla karşılar ziyaretçilerini ve uçsuz bucaksızdır. Şarapçısı da orada takılır, keşi de ve tabii ki torbacısı da, şıkır şıkır kızlar da aynı yerde güneşlenir çimenlerde, zaman öldürmek için harika bir yerdir. O uçsuz bucaksız parkı sabırla takip ederseniz, pek çok şeyin kafamda daha da kesinleştiği yerle karşılaşırsınız, tam da tarif ettiğim gibi bir futbol sahası. Beton, minyatür kale ve dört bir yanı müthiş eserlerle dolu. Fotoğraf makinesiyle pek arası olmayan biriyim; ancak yanımda taşımadığıma en pişman olduğum günden bahsediyoruz, şu anda.

Takım kurmak çoğu zaman en çetrefilli işlerden biri oldu, hayatım boyunca. Ancak, bizim işimiz çok kolaydı. Eşit sayıda Brezilyalı ve Avrupalı mevcuttu, o anda. Şunu belirteyim, belki de inanılmaz bir tesadüf; ancak top ayağına yakışmayan bir Brezilyalı’yla tanışmadım, seyahatim boyunca. Hemen yanımdaki yatakta, yatarak 50 sektiren mi dersiniz, 1 metreden daha geniş olmayan koridorumuzda maç yapanlar mı, ayak tenisleri mi aman yarabbi. Konuya dönersek, yendik tabii ki Sambacıları, beton çocuğuyuz bir, omuz koyarız iki, abanırız üç, yağmur da kaymayız dört, ıslanınca suratımız asılmaz beş.

Yağmur başladı anlayacağınız gibi, saha terkedildi; ama daha dökememiştik kurtlarımızı. Üstü kapalı bir yer bulup, başladık düşürmemece oynamaya. Alman kaleyi tarif edebilmeyi çok isterdim; ama Ginga filminden fırlamış gibiydik, hepimiz. Uçkurlarının yönünü takip eden bir deste adam topu düşürmemeye çalışıyordu, işte. Arabaların altından yere yatarak top çıkarma, top yola kaçacakken elle çelip, durumu açıklama gibi ritüellerin hiçbirisine acımadık.

Bulunduğumuz alanın hemen yanındaki Dionysos isimli restoranı da defalarca rahatsız ettik. Tzatziki’lerini yiyen masum insanların ayaklarına sürekli top dolaştı, mekan sahibi ne zaman küfürlerle çıksa, “Kalimera” denildi. Kafalar taş tabii, cennetteyiz hâla.

Cennette maç da izlendi, top da tepildi. Metronun içinde pas yapacak kadar çocuğuz hâla, sokaktan geçen kızlara topu yuvarlayıp, “Chica, pas” diyecek kadar da piçiz, icabında. Arc de Triomf’un ıslak çimlerinde röveşataya her kalkışımda, ne kadar doğru bir yerde olduğumu tasdikleyip durdum, ıska geçtiğim her dömi volede de ne kadar güzel bir zamanda doğduğumu; ne eksik, ne fazla.

Daha bacak kadarken top oynadığımız otoparkın, kocaman bir hastane haline getirildiğini gün ve gün takip edebilmiştim, pencereden. Sonraları, apartmanın otoparkına transfer olduk, topumuzu kestiler. Pakistan yapımı, Nike markaydı, yeteri kadar ağlamamıştım. Birgün dizimi parçaladım, annemin gözü doldu tentürdiyot sürerken, ben gülüyordum, dün gibi hatırlıyorum. Eşşeklik etmişim, şimdi o günleri özlüyorum köpek gibi.

16 Nisan 2008

And the Oscar goes to...

Son yılların en iyi sezonlarından birinin ilk kısmının sonuna geldik, dolayısıyla playoff heyecanından önce, normal sezon ödüllerini merak ediyor herkes. Ben de kendi adaylarımı/tahminlerimi burada toparlayayım.


MVP (Most Valuable Player)

En önemlisinden başlayalım. Çok daha karışık bir sezondayız. Kobe Bryant bir türlü ödülü alamamasına rağmen yine o seviyede bir sezon geçiriyor. Steve Nash'in rakamları MVP sezonlarından farklı değil, Portland maçını alırlarsa 2006 sezonundaki galibiyet sayısını da yakalamış olacaklar ama Nash aday bile değil, öyle bir sezon bu. LeBron James bir kaç ay öncesine kadar, Kobe Bryant'ın en yakın rakibi olarak görülürken şimdi o da potadan çıkmış görünüyor. Harika rakamlarına rağmen. Son mohikan Nowitzki'nin ilgilenmesi gereken daha önemli şeyler var. Chris Paul ise en az Bryant kadar ciddi bir aday ve en az onun kadar hakediyor. Rakamları ve başardıkları ve Nash kriterleri gözönüne alındığında birbuçuk porsiyon MVP bile olabilir.

Önce izninizle biraz evvel zamana gidiyorum. İstatistiğin seçimde ne kadar ön plana çıkartıldığını ve çıkarılması gerektiği konusunu, geçen son 3 sezonda artılarıyla eksileriyle yapılan değerlendirmelere boğulmuştuk. Özellikle Bryant'ın 35+ bir sayı ortalamasıyla, Smush Parker ve Kwame Brown'un ilk 5 çıkıp 30'ar dakika süre aldığı Lakers'ı, batıda 7. sıradan ve 45 galibiyetle playoff'a soktuğu 2006 sezonunda. Bana göre, 2006 sezonu Bryant için, içinde bugün tartışılan her kriterden biraz da olsa var olan, saf bir MVP sezonuydu. Steve Nash de elbette iyi bir sezon geçirmişti (ödülü aldığında kendisini ilk kutlayanlardan biri olurdum muhtemelen, şahsen tanışıyor olsaydık), ama açıklanan oylama sonucunda Bryant'ın nerdeyse Billups'la aynı oyu alıp, 4. olduğunu görünce ortada bahsedilen bütün bu subjektif kriterlerin, sadece kişilerin kendi seçimlerini açıklama argümanları olduğunu iyice kabullendim ve bir genelleme yapılamayacağını düşündüm. Bu argümanların arka kapıları çok rahatlıkla bulunabilir ve başka bir aday da bu kapıdan rahatlıkla girebilir.

Adayım yine Kobe Bryant. Ama bu sene de ne olur hiç bir fikrim yok. Çünkü MVP değerlendirme mekanizmasına çok inanmıyorum açıkçası. Yine de Bryant'ın alacağını düşünüyorum. Bütün elle tutulur parametreler bir kenara, tartışılabilir olarak döneminin en dominant oyuncusunun, yine tartışılabilir olarak hakettiği sezonlarda ödülü alamamasına, bu sezon galibiyet sayısına da belirgin bir artışı da eklemesinin, en önemlisi Obama - Clinton çekişmesini bile geride bırakan batı konferansı kapışmasında takımının zirvede bitirmesini sağlaması, seçim aşamasında manevi bir yükümlülük doğuracağını düşünüyorum.

Yine de içimden geçen sanayiye gidip, ödülü çoğalttırmak bir tornacıyla anlaştıktan sonra. Belki de Nash'in evine girip, yürütürüm. Bilemiyorum Altan.

Tabela : Chris Paul, LeBron James, Kevin Garnett


ROY (Rookie of the Year)

Banko 1.

Belki de en garanti ödül. Uğruna bu kadar büyük projeler yapılan bir oyuncu çok gelmez NBA'e. Sonics bir şeyleri değiştirmenin zamanı geldiğinin farkına vardı ve bu sansasyonel çaylağın etrafına doğru parçaları birleştirmek uğruna her şeyi yapıyor. Evet şu an Heat'ten sonra en kötü dereceye sahip takım onlar ama ROY ödülü verilirken takım başarısı çok da iplenen bir kriter değil. Pau Gasol veya Emeka Okafor da bu ödülü aldıklarında çok parlak bir sezon geçirmemişti takımları. 20 sayı ortalaması ve bunu her gece rakibin en önemli savunmacısına karşı yapmak. Uzatmaya götürdüğü, hatta aldığı kritik maçlardaki clutch oyunu. Bu yüzden Kevin Durant kesinlikle yılın çaylağı.

Tabela : Al Horford, Luis Scola, Al Thornton


DPOY (Defensive Player of the Year)

Celtics'in bu seneki savunmasını tatmayan kalmadı sanırım ligde. Ligin belki de bu en iyi takım savunmasının merkezi Garnett. Eğer ödül verilirken arkada bir ekran varsa, eski takımına karşı oynadığı ilk maçta, son hücumda yaptığı inanılmaz savunma jenerik yapılabilir. Garnett'in belki de en büyük katkısı Boston'a, savunma ruhunu takıma da yaymak.

Tabela : Josh Smith, Gerald Wallace, Bruce Bowen


MIP (Most Improved Player)

İşte biraz heyecanlı bir kategori, her zamanki gibi. MIP'ler çoğu zaman diğer ödüllere nazaran daha çok aday çıkarır ve ne zaman ödül verilse mutlaka hakeden bir başkası daha vardır. O yüzden kesilen parmağa pansuman yapacağız, şeriatın arkasına saklanarak. Madem şeriatı soktuk lafın arasına, prezentasyonda da oryantal bir tat yakalayalım ve hemşericilik yapalım. Hidayet Türkoğlu All-Star kalibresinde bir sezon geçirdi ve bunu bu sene takıma katılan maksimum kontratlı bir oyuncuyu gölgede bırakarak yaptı. Son çeyrekte attığı sayı ortalaması lig genelinde ilk 5 içerisindeydi en son. Hido'nun kariyeri boyunca oyuna odaklanma ve istikrar problemleri gösteren bir oyuncu olduğunu düşünürsek, bu performansı bile tek başına bu ödülü almasına yetebilir aslında. Şu an bir playoff takımının saha içi lideri diyebiliriz, daha da önemlisi koçu ve takım arkadaşları da ona saygı gösteriyor. Verdim gitti.

Tabela : Rudy Gay, Andrew Bynum, LaMarcus Aldridge, Monta Ellis (evet, bir kez daha)


6th Man of the Year

Bu ödüller Oscar gibi falan verilseydi, 6th Man'i Murat Kosova'nın vermesini isterdim. (ve şimdi Amerikan sporlarının en başarılısı Spurs organizasyonundan İmmmaanueeel Gi-no-billiiiii!!!) Popovich'in Ginobili'yi benchten getirdiği rotasyonu bu ödüle tabi ki en büyük sebep, yoksa kimsenin Ginobili'nin ilk 5 oyuncusu olup olmadığına dair bir şüphesi yok. Benchten gelip 20-5-5'e yakın ortalamalar. Banko.

Tabela: Leandro Barbosa, Jason Terry, Jose Calderon, JR Smith


COY (Coach of the Year)

Ödüllendirilebilecek bir çok koç var aslına bakılırsa. Genelde takımın galibiyet diferansına bakılarak verilen bir ödül bu. Böyle bir diferans göz önüne alındığında akla ister istemez "Duck" Rivers geliyor ama büyük bir Rivers hayranı sayılmam. Rivers'ın hala Celtics'in en zayıf halkası olduğunu düşünenlerdenim. Geçen senenin en kötü koçlarından birinin bir anda yılın koçu olması bana göre değil. İster mainstream desinler, ister Laker. Benim kafamdaki isim Byron Scott. Hornets bütün sezon boyunca yukarılardaydı ve herkes onların eninde sonunda olmaları gereken yere ineceklerini düşünüyordu ama düşmediler, çünkü zaten olmaları gereken yerdeydiler. Maurice Cheeks'in 76ers'la, Stan van Gundy'nin Magic'le, hatta Phil Jackson'ın yaptıklarını takdir etsem de; Scott ve Hornets çok iyi bir sezon geçirdiler. Byron Scott, son kararım.

Tabela : Phil Jackson, Stan Van Gundy, Maurice Cheeks

14 Nisan 2008

Groningen - Ajax





Ajax'ın olaylı bir şekilde bu sezon Groningen'den aldığı oyuncular Lindgren, Suarez ve Silva'nın, Groningen'e dönüş zamanıydı geçtiğimiz haftasonu programında yer alan maç. Forumlarda Groningen'lilerin, ortaya alevli bir şeyler hazırlanacağı yazılıyordu, nitekim öyle oldu. Yakılan konfetilerle çıkan yangın, maçın güvenlik nedeniyle ertelenmesine neden olmuştu ki sahaya giren Groningen'liler, Ajax'ın Jews muhabbetine atıfta bulunup, olağan bir şekilde Filistin bayrağı açtılar.

Secretariat



At yarışlarını sadece kumar olarak gören ya da bu bir spor değil diyenler için biraz nostalji yapalım. Bilmeyenler için, başlıktaki isim, tarihin en ünlü yarış atlarından birinindir. Resimdeki de o. Secretariat'ın hikayesine zaman zaman ESPN Classic'te rastlayabilirsiniz, mutlaka izleyin. Atın belgeseli mi olur, olur tabi niye olmasın. ESPN'in 20.
yüzyılın en iyi 100 atleti listesinde 35 numarada onun adının yazması tesadüf değil, yine Belmont Park koşusundaki performansının, ESPN Classic'in "Greatests Sports Performances" listesinde Wilt Chamberlain'in 100 sayı attığı maçın ardından 2 sırada yer alması da.

Yarış atlarında soy ağacının ne kadar önemli olduğunu, benim gibi konuya pek hakim olmayanlar dahi bilir. Bu işin pirleri, bahsedilen atın 3 kuşak soyunu bir çırpıda sayabilir. Secretariat'ın, ya da lakabıyla Big Red'in, annesi Something Royal, genetik olarak olağandan büyük ölçülerde bir kalbe sahip bir kuşağın kısrağı. Babası ünlü Bold Ruler ise efsanevi Nasrullah ve namağlup İtalyan aygırı Nearco'nun (Italian Stallion lakabı burdan geliyor olabilir) soyundan geliyor. Tam bir ünlüler ailesi. Secretariat'ın da zaten otopsisinde, tahmin edildiği gibi, oldukça büyük ölçüde bir kalbi olduğu anlaşılmış. Bu özelliği, inanılmaz bir fizikle birleştirince, uğruna heykeller dikilen ve pullar basılan, bir kasırga kadar hızlı ve kuvvetli bir yarış atı ortaya çıkmış.

"Big Red" Secretariat'ın hikayesi '72 yazında, ilk maiden (hiç yarış kazanamamış atlar arasında yapılan bir yarış) yarışıyla başlıyor. Startta kapıya takılan ve az daha düşerek belki de henüz ilk yarışında kariyerini noktalayacak olan Big Red toparlar ve o yarışı geriden gelerek 4. bitirir. Bunun sadece bir şanssızlık olduğunu, daha sonra çıkacağı 5 yarışı üstüste kazanarak gösterir. Hopeful'daki yarışta son 400 metrede 8 atı birden geçip, 5 boy farkla yarışı kazanır, hipodromların yeni süperstarı, tüm genç kısrakların sevgilisi olmuştur artık. Champagne Stars'ta, Stop the Music'i geçmesine rağmen protestoyla 2. olmasının intikamını bir sonraki yarışta aynı atı 8 boy farkla geçerek alır. Yarıştan sonra, antrenöründen seyircisine, jokeyinden spikerine, herkesin söylediği tek şey, o yarışta Big Red'in intikam için koştuğudur.

Yılın atı (!) seçilen Big Red için artık derbi zamanıdır, Amerika'nın en önemli yarışları olan American Classic Race serileri başlamaktadır. Bu serileri tenisteki grand slamler olarak düşünebilirsiniz. İlki Kentucky Derby'dir. Secretariat, Kentucky'ye hazırlık için girdiği son yarışta beklenmedik şekilde bir diğer favori Sham'e geçilir. Daha sonra ortaya çıktığı üzere, Big Red'in ağzındaki apse farkedilmemiş, bu da yarış boyunca onu çok rahatsız etmişti. Ama intikam almayı çok seven bu at, 5 Mayıs 1973'te Kentucky Derby'de, 135000 kişi önünde yine yapacağını yapar. Sonuncu başladığı yarışta, gittikçe hızlanır ve son 400 metrede jokeyinin onu serbest bırakmasıyla Derby rekorunu kırarak kazanır. Bu rekorun hala kırılamamış olması bir yana, Big Red'in her 400 metrede bir öncekinden daha iyi süre yapmış olması, jokeyinin bırakması halinde daha iyi bir derece yapabilecek kapasitede olduğunu düşündürüyor insana.


Kentucky'den sonraki 2. önemli yarış, Preakness Stakes'i de ilk dönüşe sonuncu girip, açık ara önde çıkması ve yarış boyunca rahatsız edilemeyen ezici bir performansla kolay kazanır ama bu yarıştaki derecesi, izdihamda yarış kronometresinin bozulması nedeniyle tam olarak ölçülemez. Yaklaşık bir derece açıklanır ama söylenenler Big Red'in o yarışta da bir rekor kırdığı yönündedir. Bu yarışın ardından Big Red; Time, Newsweek, Sports Illustrated gibi dergilere kapak olur.



Geriye aşağıda izleyeceğiniz video, yani Secretariat efsanesinin en önemli anlarından biri kalır. Tarih 9 Haziran 1973. Yer New York, Belmont Park. Belmont Stakes'te 70000 kişi, Secretariat'ın 3. büyük yarışı da kazanıp, triple crown yapıp yapamayacağına tanık olmak için hipodromu doldurmuştur. Big Red o denli büyük favoridir ki, at sahipleri atlarını yarıştırmak istemez. Delikanlı çıkan 3 atla beraber, rakibi Sham de yine padokta onu beklemektedir. Yarışın başlamasıyla arayı açan Sham ve Secretariat, kozlarını paylaşmaya başlarlar ancak Sham bu inanılmaz tempoya ancak 1200 metre dayanabilir ve Secretariat seyircilerin bağırışları arasında farkı gittikçe açar. Big Red, bitiş çizgisini geçtiğinde ikinciye tam tamına 31 boy fark atmıştır. Bu Amerika'da bir yarışta atılan en büyük farktır ve 25 sene sonra ilk kez bir at triple crown (toplamda 9 kez yapılmış) yapmıştır. 1,5 millik mesafede aldığı 2:24'lük derece hala bir dünya rekorudur.



Bir yarış atının kalbinin ortalama ağırlığı yaklaşık 4 kilogramdır. Secretariat'ın otopsisinde ortaya çıkana göre, bu efsane at 9.5 kilograma yakın bir kalbe sahipti.

13 Nisan 2008

Kobe Bryant & David Beckham

Los Angeles Lakers - New Orleans Hornets


Los Angeles Galaxy - San Jose Earthquakes

Manchester aksanı


Cumartesi sabahının ilk saatleri, Lakers - Hornets maçındayız. Maçındayız dediğim, NBA tv sağolsun düzgün bir maç seçmiş pek huyu olmadığı üzere, en kuvvetli iki MVP adayının, konferans liderliğine oynayan iki takımının bu kritik maçı için Sopcast'in Çince kanallarına mecbur bırakmadılar insanları. Çokça uyuyarak geçirdiğim maç sırasında sevgili Murat Kosova'nın insana adrenalin pompalayan vurgularının da yardımıyla kısmen izleyebildim. Kosova tv karşısında izleyeni o atmosfere sokmak da başarılı ama bazen o vurguları aşırıya kaçırınca, ufak aksilikler de çıkmıyor değil. Son El Clasico'ydu sanırım, Bojan Krkic oyuna girene kadar ısrarla onu tanıtmıştı mesela ama ısrarla Bojan'a aksanlı Borja vurgusu yapmıştı. Staples Center'a dönersek, kameralar bir anda oğullarıyla maçı izlemeye gelen David Beckham'a yöneldi. Beckham, efendi bir şekilde röportajını yaparken, muhabbet "işte Beckham ve İngiliz aksanı"na geldi. Kosova bu sefer yine ısrarla araya girerek Beckham ve İngiliz aksanı lafını, "Beckham ve o Manchester aksanı" diye tiz bir vurguyla düzeltince biz de afalladık.

Muhtemelen Kosova'nın aksanlarla ilgili pek bir fikri yok, keza, Beckham'ın ortalama ama net bir Londra aksanı var. Evet Beckham çocukluğundan beri Manchester United taraftarı ve ikonu ama bu onun Londra'da doğup büyüdüğü gerçeğini ne yazık ki değiştirmiyor. Ki zaten bir Manchester'lıyla (ya da başka bir kuzeyli), bir Londra'lının farkını görmek için, aç karnına birer tablet Ricky Hatton veya Marsha Thomason alıp, yatmadan önce de bir kapsül Joe Cole dinlenip aradaki fark ayırt edilebilir.

11 Nisan 2008

Viaje al paradiso -- 2 -- Merve Terzioglu Andorra Ingiltere

Espanyol’un evi, Montjuic denilen bolgede, hafif tepede. Mac icin ulkeye akin etmesi beklenen Ingilizlerin sayisi, Andorra’nin nufusuyla kaydadeger bicimde oranlandirilabilecek duzeyde oldugundan, Ingilizlerle mac izleme sansina da eristim, bu seyahatim sirasinda. Hayal ettigim seylerden bir digerini daha sundu Barcelona, bana. Bosuna cennet demiyorum, adina.

Cennet demisken, kisa bir not duseyim: Guncel haberleri buraya gunu gunune dusecek kadar motivasyon ya da azme sahip bir grup degiliz; ancak bu haberi gecmek boynumun borcu. Turkiye rekortmeni, henuz 87’li, gencecik Merve Terzioglu’nu Amerika’da kaybettik. Bir sekilde tanisikligimin oldugu insanlarin pisi pisine oluyor olmasi sinirimi bozuyor; ancak beni daha da uzen, senelerdir ne yaptigiyla ilgili en ufak bir fikrim olmayan bir insanin, tam da niye fikrim olmadigini sorgulamaya basladigim bu donemde aramizdan ayrilmis olmasi.Mekaninin cennet oldugundan eminim. Basimiz sagolsun.

Olimpiyat Stadi’na cikarken, Placa Espanya’nin onunden kalkan otobusleri kullanabilirsiniz, yurumek de cok zahmetli bir is degil; ancak Ingilizler varsa isin icinde, binin otobuse. Tezahuratlarla pek bir eglenceli baslayan otobus yolculugu ki, bes bilemediniz alti dakikalik bir yolculuk, birkac kisinin uzerimdeki Galatasaray formasindan killanmasi dolayisiyla tatsiz bir hal almak uzereydi. Leeds’li oldugunu kisa zaman icinde ogrenecegim adamlarla biraz laf dalasina girdim, Ingiliz aksanlarina laf yetistiremedigim icin bir takim kufurleri cevaplandiramadim; ancak sarhos bir Ingiliz de, kafasi guzel Afrikalı bir serseri de Turkiye pasaportundan korkar, bunu delikanlilik safsatasi olarak algilamayin; hakikaten bu is boyle. (Ayni pasaport bambaska konularda cok sorun cikartir, o is de oyle.)

Yaninizda Ingiltere 11’inden 5-6 oyuncuyu sektirebilecek derecede bir futbol bilgisine sahip bir Brezilyali ya da butun serserilik gecmisine ragmen, kusursuz bir duzenden gelen Norvecli bir arkadasiniz varsa, biletlerinizin uzerinde farkli giris kapilari, farkli koltuk numaralari vs. yaziyorken sazi elinize almalisiniz. Babamin omuzlarinda gittigim ilk Petrolofisi macindan itibaren, hicbir hal ve sartta biletimde yazan yere oturmadim, kimse bana “kardesim ne ayaksin” demedi ve ben de hicbir zaman bunu talep etmedim. Stada girmek ya da oturacak bir yer bulmak, arkadaslarimin dusundugunden cok daha kolay oldu, sanki 1 milyon tane varmis gibi gozuken sarhos Ingiliz guruhuna ragmen.

Ingilizlerin alkol kullanimiyla bir alip veremedigim yok; Liverpool ya da Who the fuck are Man United icin buraya geldiklerinde de ayni mekanlarda bulunmuslugum, bahsettigim mactan bir gece once Las Ramblas’da bagira cagira kadeh tokusturmuslugum vardir. Ancak, ben periyodik olarak her maca kor kutuk sarhos olarak gitmeye karsiyim. Sonucu asagi yukari belli Andorra macina verdikleri bilet parasi yerine, sehirdeki en sik pub’a oturup yaklasik 6-7 tane daha bira yuvarlayabilir ve maci da seyredebilirler. Bir gun birisinin bunu dillendirmesi lazim.

Macla ilgili soylenecek pek bir sey yok, Ingilizler ne zaman vites arttirsa rakip kalede tehlike yaratmayi becerdiler, Andorra birtakim temel özelliklerden yoksun; ancak kisitli potansiyele ragmen bazi surpriz sonuclar almaya basladilar, eleme gruplarinda.

Olimpiyat Stadi; en ufak bir mimari etkileyiciligi olmayan, buyuklugunden baska ovunulecek bir yani olmayan bir tas yigini ve sehre pek yakismiyor; ancak Espanyol’a cok yakisiyor, ev sahibi avantajini tam olarak kullanmalarina izin vermese de sehre bu kadar zit bir mimari yapida ikamet etmek, Espanyol’un aykiri durusuna cuk oturuyor, bence. Iletmem gereken bir diger not da daha once mac izledigim diger Olimpiyat Stadi gibi Montjuic’teki de inanilmaz ruzgar aliyor. Birgun yolu dusecekler, hazirlikli gitsinler.


Donus yolunda, metroda inanilmaz bir kalabalik vardi. Yine pasaportunuzun sizi ister istemez on plana cikaracagi durumlardan biri. Sami Yen’deki her mac cikisi ayni seyi yasayan biri olarak, yine zorluk yasamadigim alanlardan biri oldu, metroya ulasmak. Isin sirri dirsekleri kullanmak da.

Ingilizlerle mac izlemek tam da hayal ettigim gibi degildi. Mac cok yavandi ve one cikan tezahuratlar duyabilmek icin yeterli kalabalik da yoktu. Mactan aklimda kalan tek tezahuratla bitireyim, umarim Capello’ya yardimci olabilirim.

One David Beckham
There is only one David Beckham
One David Beeeckham
There is only one David Beckham

10 Nisan 2008

Olimpiyat Efsaneleri #5

2000 Sydney Olimpiyatları... 100 metre serbest yüzme müsabakasının seçmelerindeyiz. Seride yarışan 3 sporcu var. Bir Tacikistanlı, bir Nijeryalı, ve bir de Ekvatoral Gineli. Bunlardan iki tanesi normal yüzücü mayosuyla yarışırken, Ekvatoral Gineli sporcu Eric Moussambani bildiğimiz slip mayo ile katılıyor yarışa. Daha sonra insanların Eric the Eel (yılan balığı) olarak hatırlayacağı o efsanevi yüzücüden bahsediyorum.

Yarışın başlangıcı da daha sonra olacaklar gibi absürd. Henüz çıkış verilmeden diğer iki adam dalıyor, Eric ise son derece sakin. Önce elendiğini zannediyor, ama aslında hatalı çıkış yapmayan tek insan o. Diğer iki adam diskalifiye oluyor bu durumda ve Eric tek başına kalıyor. Atlıyor ve yüzmeye başlıyor. Yavaş yavaş yüzüyor ve 1.52.72'lik bir derece yapıyor. Daha sonra Pieter van den Hoogenband aynı havuzda 47.84'lük bir dünya kırıyor. Eric'in derecesi 200 metre dünya rekorundan bile kötü.

Yarışın sonlarında iyice yavaşlıyor Eric. Tribünlerden inanılmaz bir destek almaya başlıyor bu anda. "Son 15 metre çok zordu" diye açıklıyor durumu. Öncelikle gülüşmelere yol açıyor stiliyle. Sıradan bir insan gibi kafasını sağa sola sallayarak yüzüyor yılan balığı. Ancak yarışmayı tamamladığında tüm tribün kendisin ayakta alkışlıyor. 2004'te tekrar yarışmak istediğini ve madalya hedeflediğini söylüyor.


Olimpiyata katılması, uygun fasiliteleri olmayan ülkelere açılan wildcard kontenjanı sonrasında gerçekleşiyor. Yüzmeyi henüz yeni yeni öğrenen Eric Moussambani bu fırsatı kaçırmak istemiyor ve ülkesini temsil etmek üzere başvuruyor. O dönem Ekvatoral Gine'de herhangi bir olimpik havuz olmadığını da hatırlatalım.

Olimpiyatlar'ın neden tüm diğer spor müsabakalarının üzerinde bir yerlerde olduğuna müthiş bir örnek teşkil eder Eric. Her şey kazanmak değildir, daha doğrusu kazanmak için illa birinci olmak gerekmez. Rüyalarınızı gerçekleştirdiğiniz sürece mutlaka hatırlanırsınız. Medyanın kendisine olan ilgisinden de çok memnun oluyor Eric. Kendisi hakkında yapılan çeşitli esprileri de olgunlukla karşılıyor, gerçek sporseverin kalbini kazanıyor. Yukarıdaki videoda yarışı anlatan spikerin "this is the Olyimpic spirit" lafı her şeyi özetliyor belki de.

Bütün bu cesaret gösterisinin boşa olmadığını da kanıtlıyor sonraki dört sene içerisinde. En iyi derecesini 57 saniyenin altına kadar çekiyor ki 2000'deki hâline kıyasla müthiş bir yükseliş bu. 2004'te Atina'ya vize problemi sebebiyle gidemiyor maalesef. Bu konuda çok detaylı bilgi yok ancak bu Olimpiyat kahramanının yarışmasını böyle ucuz bir sebeple engellemenin nasıl bir açıklaması olabilir, bilemiyorum.

Yarı final öncesi son bakış


Çeyrek finalin en sıkıcı eşleşmesi olan Barcelona - Schalke mücadelesini mümkünse hem yazıya girizgâh olarak kullanmak, hem de iki ya da üç cümleyle geçiştirip okuyanları sıkmamak istiyorum. Maçların ikisini de izlemedim çünkü Man Utd - Roma maçları ile çakışıyorlardı. Tekrarlarını da izlemedim çünkü bu formattaki bir CL eşleşmelerinde favori takımın 1-0 kazandığı ve aynı zamanda en önemli oyuncularından yoksun olduğu maçların tekrarları da pek bir zevksiz olur. Messi, Ronaldinho ve Deco iki sene önce duble yapan takımın omurgasıydı ve olmazsa olmaz deniyordu bu üçlü için. Şimdi üçü de yok ama Barcelona biraz da şansı sayesinde buraya kadar geldi.

Tersi olmadığı sürece bunu ispat etmemiz çok zor ama hem Celtic, hem de Schalke Barcelona için o turlarda karşılaşabileceği en uygun rakiplerdi. Ben daha da öteye gidiyor ve Barcelona'nın kura şansının çok daha uzun vadeli olduğunu düşünüyorum. 2002'de İstanbul'da ofsayt gol ile kazandılar ve çeyrek finalde turun en güçsüz takımı PAO ile eşleştiler. 2006'da kupayı kazanmış olmalarına rağmen, bence formsuz bir zamanlarında Benfica'nın elinden biraz da hakem yardımıyla kurtuldular, aynı şekilde Milan'ın da (Benfica'nın stadındaki penaltı pozisyonundan ve Nou Camp'da Shevchenko'nun iptal edilen golünden bahsediyorum). Şimdi de yarı finale kapak attılar ama o kadar formsuzlar ki, Man Utd değil de turdaki herhangi bir takım kitaplara geçecek mağlubiyetler yaşatabilir gibi geliyor bana. Geçen tur öncesindeki PR'da değişikli olarak Chelsea'yi bir üste aldım Barcelona'dan.


Chelsea'ye gelirsek, her ne kadar aksini iddia etseler de Fenerbahçe karşısında önyargılarının biraz etkisinde kaldılar. İlk maçın ilk yarısındaki beton gibi takımın yerine gelen ikinci yarıdaki silik oyunu başka şekilde açıklamak mümkün değil. Fenerbahçe bu konsantrasyon düşüşünü çok iyi değerlendirip çok değerli bir galibiyet aldı. Deplasmanda erken bir gol yemeselerdi daha fazla heyecan olabilirdi ama Chelsea'nin bu sezon iç sahadaki CL maçlarına bakılınca atmaları gerektiği zaman erken gol bulabildiklerini görebiliyoruz. Lugano ve Edu, Drogba ile iyi boğuştular ama bu durumda asıl tehlikenin duran toplardaki Ballack - Terry - Carvalho üçlüsü olduğunu algılamak eminim Zico için de zor değildir; nitekim kadroda onları karşılayacak tipte oyuncu bulunmadığından da dem vurulabilir, hatta uzun zamandır işleyen deplasman düzenini bozup Uğur'un yerine CKR'ı kullanmak da bununla açıklanabilir. Hem Zico, hem takım iyi iş çıkardı Fenerbahçe açısından, özet olarak. Yine Chelsea'ye dönersek, Arsenal - Liverpool eşleşmesindeki gibi tempo yükselseydi bunu ne kadar kaldırabilirlerdi bilemiyorum. Ancak Fenerbahçe'yi iyi idare ettikleri kesin. Avram yavaş yavaş Kalou'nun değerinin daha fazla farkına varıyor, yine ek olarak Mourinho'nun yapamadığı şekilde Ballack-Lampard'ı beraber efektif kullanabilmesi de artı puan. Bu, Lampard'ın sezonun kritik maçlarında biraz daha diri kalmasını da sağlıyor aynı zamanda.


Man Utd, çeyrek final kuraları öncesinde bazı spor yazarlarımız tarafından Fenerbahçe için en uygun eşleşme olarak gösterildiğinde (bunların arasında çok sevdiğimiz M. Demirkol da vardı hatta) biraz şaşırmış, çokça gülmüştük. Hani çok kullanılan "Bizimki futbolsa, bunlar n'apıyor?" sorunsalını gerçek anlamda eşleyen tek takım onlar belki de. Ama çok antipatik oldukları da bir gerçek. Aşağıdaki postlardan birinde yazıldığı gibi, ilk maçı Chelsea'li taraftarların olduğu bir barda, yani Man Utd'dan nefret eden bir grup insanla beraber izledik. İlginç olan, bir Roma ve Chelsea sempatizanı olarak beni Man Utd'dan soğutan gerekçelerin hepsinin ada halkına da yansımış olmasıydı. Oynadıkları futbolun boyutuna söyleyecek lafımız yok ve değerlendirme parametremiz sadece bu olsaydı hepimiz onları severdik. Ama ilk maçta CR7 yine takım öne geçtikten sonra orta sahada manasız çalımlar yapmaya başladı, daha maruz kaldığı ilk faulden itibaren kendisine yapılan fauller sanki dünya barışına vurulan birer baltaymış gibi tepki verdi.

Roma, CL'de Man Utd'ı eleme ihtimalini Inter'in formsuzluğuna bölüp, diğer İtalyan takımlarının onlara olan nefretiyle çarparak bir karar verdi ve Cagliari maçını as kadroyla oynadı, fire verme riskini göze alarak. Ne yazık ki verilen eksik takımın hem yaratıcılık, hem de tecrübe açısından olmazsa olmazı Totti idi. Bunun yanına ilk maçta Juan da oynamayınca, Roma maçın genelinde üstün gözükmesine rağmen bir alan paylaşım sorunuyla ve bir kaleci hatasıyla ne olduğunu anlamadan iki farklı mağlubiyeti tattı. Halbuki ikinci yarıda Panucci ve Tonetto birer net gol pozisyonu yakalamış ve manzara pembeleşmeye başlamıştı.


İkinci maçta Ferguson Rooney ve Ronaldo'yu oynatmamasını sağlayan kibiriyle bize Man Utd'ı sevmememiz için bir sebep verdi (bu arada hep biz biz diye konuşuyorum, bu klasik birinci tekil şahıs sorunsalıyla alakalıdır, yoksa blog kurmayları arasında Man Utd aşıkları da var -hatta FB Ülker tarzı bir tepkiyle karşılaşabilirim kendisinden). Acaba diyorum o da kendi kendine "acaba" dedi mi De Rossi penaltı noktasına yürürken, o pozisyon gol olsaydı Ronaldo yine kurtarabilir miydi durumu? De Rossi topu tribüne dikince bütün bu fikir teatisi başlamadan bitti tabii. Man Utd şimdilik çok güçlü ama bu eşleşme adil olmadı. Roma ışık veriyor, Man Utd ortadaki durumu nasıl daha iyileştirebilir bilemiyorum. Olur da Barcelona'ya elenirlerse çok eleştiri alırlar ama orası kesin.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Normal şartlarda bu tip eleştirileri sevmem çünkü kimin hangi mevkiye, ne yaparak geldiği, ne kazandığı pek de umrumda değildir. Gary Neville ikinci maçın 81. dakikasında oyuna dahil oldu, 12 aylı sakatlık sonrası ilk maçıydı ve haliyle taraftar müthiş sevgi gösterisinde bulundu. Ertem Şener, bu sevgi selini "İngiltere'de tecrübeli oyuncuları çok seviyorlar" üfürüğüyle açıkladı. Adam oyuna girdikten sonra top her ayağına geldiğinde aynı sevgiyi görmeye devam etti. Ertem Şener hala uyanamadı ki, "Evet görüyorsunuz Neville'e gösterilen sevgiyi" diye kendi kendine anlatmaya devam etti. Yahu insan maçtan önce bir açıp bakar, sürekli bu ligi anlattığı için büyük takımların kadrolarını biraz takip eder. Başka diyecek bulamadım ama maçta çok dokundu, yazmadan edemezdim.


Liverpool turun en zevkli eşleşmesinden galip çıkarak ne kadar büyük tecrübe olduğunu bir kez daha ispatladı. Şimdi İngiltere'nin üç farklı şehrinden üç takım yarı finalde mücadele edecek. Liverpool çok zor durumlardan kurtuldu, bunu da söylemek gerek. Bir kere, iki maçta da mağlup duruma düştüler; sonra ikinci maçta son beş dakika içerisinde yine elenme durumuna geldiler. Çuvallamamalarının bence sebepleri önem sırasıyla taraftarın tecrübesi, camianın tecrübesi ve bu seviyede tecrübeli oyuncu sayısının fazla olması olarak sıralanabilir. Rafa Benitez'in 25 tane işe yarar oyuncu ile kurduğu kadro istikrar gerektiren uzun vadeli lig yarışmalarını çıkarmakta zorlanıyor ancak bu tip iki maçlı sistemlerde rakibi şaşırtmak için de sınırsız opsiyon sunuyor. Arsenal çok dar kadrosunun ve hocasının maç içi müdahelelerde geride kalmasının, Liverpool da kadro varyasyon ve hocadaki kupa tecrübesinin sonucunu yaşadı. Evet, Arsene Wenger çok iyi bir menejer ancak maçı okumakta bir takım problemleri var, bunu da belirtmek gerek.