31 Aralık 2007

Antalya çocuğu


Dimağım tıkandı...

Short shorts


NBA'i seviyorum. Hani Friends kızları kısa şortlar için seviyorlar ya, bu da benim defterimde yer alan onlarca sebepten biri. NBA'in en eski, en uzun süreli rekabeti Lakers - Celtics, bir nevi yüzyılın derbisi. Dün gece bilmemkaçıncı maç oynandı, Celtics kazandı ama pek bir önemi yok. Los Angeles Lakers oyuncuları, dün geceki maça retro forma ve kısa şortlarla çıkarak hem rekabetin onlarca yıllık hikayesine bir göz kırptılar, hem de çok kaliteli bir espriye imza attılar. Keşke Celtics de aynısını yapsaydı, arşivleyip bizden sonrakilere anlatabileceğimiz bir şey olurdu.

Oscar, Futbol Plus, Air İsmail


Güncel bir konu değil bu, üzerinden nerdeyse 6 ay geçti. Unutmanın en kolay olduğu ülkede, belki de bir çoğunuzun haberi olmayan, bir satır arası.

Futbol Plus diye bir dergi var, hala var mı bilmiyorum. Bir iki kez aldım, beğenmedim. Bu Futbol Plus, (ben kısaca F.P.), başlarında Fotomaç'ın genel yayın yönetmeninin kardeşi var. Tabi bunu daha sonra öğrendim.

Yazın başında Futbol Oscar'ları verdiler. Oscar'ın hikayesine birazdan değinicem, yaptığı asparagas transfer haberleri için "Hangimizin hoşuna gitmiyor ki?" diyebilen, hangi hayalgücüyle uydurduğu meçhul Giunti - Kluivert roportajlarıyla rezil olan, Tigana'ya basın toplantısında babasının hayatta olup olmadığını soran Air İsmail, İsmail Er, yılın futbol adamı olabiliyor bu ülkede. Diğer ödül sahibi Esat Yılmaer'den bahsetmiyorum bile, Mr. Bulls Blues Bar, ona gereken tepki TSYD başkanı yapılarak gösterildi zaten.

Ha, bu arada, okuyucular verdiyse bu ödülü, ben de yılın en dallama okuyucu ödülünü layık görüyorum Futbol Plus okuyucularına.


Her şeyin Oscar'ını verebilmenin mümkün olduğu bir ülkedeyiz tabi. Afacanveletler İlköğretim Okulu Murat Özarı'ya yılın tipster'ı Oscar'ını vermesi hangimizi şaşırtır? Ya da Magazin Gazetecileri Derneği diye bir dernek toplanıp yılın en iyi çıkış yapan erkek şarkıcısı Oscar'ı verdiğinde ne düşünürüz? İşi kimin kimle hangi pozisyonda seviştiği mertebesine inen bir sendika, hangi alandaki çıkıştan bahsediyor olabilir? Cosmopolis'te Türkiye'nin Sarah Jessica Parker'lığını yapan Sevim Gözay'ın Nihat Doğan'la sabah programı yapması da bir Oscar beklentisi mi? Tamer Karadağlı, Kevin Costner'cılık oynarken, Türkiye'de yapılmamış bir iş yapıyoruz diyorsa (evet, Türkiye'de kimse Bodyguard'ı dizi formatında çekmedi.), ona en iyi bodyguard mı yoksa en iyi Ali Cengiz Oscar'ını verelim? Mantar gibi türeyen ve sermayecisinin kankalarına ödül dağıtan yeni nesil, köprü altı kolejlerinin Oscar'larını daha ne kadar programların masalarında sergileyeceğiz?

Viva Las Vegas!


Son zamanlarda Sonics'in ve Hornets'in seyirci ve şehir yönetimi odaklı sorunlarla şehir değiştirme planlarıo olduğu biliniyor. Olağan şüpheli de Las Vegas oluyor tabi ki. Casino'cu Maloof'ların, Sacramento'yu Las Vegas'a taşıma isteği sürecinde biraz incelemiştim bu konuyu. Vegas'ın şu ana kadar profesyonel bi spor takımı sahibi olmaması süpriz değil. Bunun bir çok nedeni var tabi.

Birincisi, kapasitesi yeterli bi salonu veya stadyumu yok. Kapasite derken modernlikten bahsediyorum. Sadece NBA için değil, NFL ve MLB için de geçerli bu. Hatta All Star'ın yapıldığı salonun bile çok eski bi salon olduğu, durum değişmedikçe Vegas'a bir daha All Star organizasyonu verilmeyeceği açıklanmıştı. İşin önemli kısmı, şehir komisyonu da aynı Sacramento'da olduğu gibi yeni bi arenaya bütçe ayırmak istemiyor. Söylenti, Beckham'ı Amerika'ya getiren LA Galaxy'nin ve Amerika ile Avrupa'da değişik spor dallarında bir çok takımı bünyesinde bulundurmanın yanı sıra, Staples Center'ı işleten ve Lakers'a da talip olan bi grubun olası bi salon inşasını üstlenmesi yönünde.

İkincisi, Vegas'ta gelişmiş bi medya yok. Los Angeles, New York, Boston gibi bi medya kesinlikle yok. Zaten olsaydı, "Whatever happens in Vegas, stays in Vegas" olmazdı. Özellikle televizyon yayıncılığı, günü 24 saat yaşayan bi şehir olması nedeniyle, çok geri. Hatta 100000 (-yüzbin-) kişilik bazı kasabalardan bile geri olduğunu okumuştum.

Üçüncüsü, seyirci hadisesi. Tabi ki bir NBA maçı Vegas'ta müşteri bulur ama şehirdekilere 7/24 eğlence sunan ve her bi köşesinde başka aktiviteler bulunan bi yerin, NBA maçı için seyirci konusunda sıkıntı yaşama ihtimali elbette olabilir. Nüfusunun %40'ının 24 saatlik bir piyasada vardiyalı çalıştığını düşünün. Lebron James'in veya Kobe Bryant'ın şehre gelmediği akşamlarda yapacak daha iyi bi aktivite bulunması, süpriz olmaz. Bir takımın taşınması dışında, Charlotte Bobcats gibi yıldızsız, expansion draftla oluşturulabilecek bi takımınsa hiç şansı olmayabilir.


Dördüncüsü ve en önemlisi, Vegas'ın kimliği. Yani bahis. Bütün profesyonel Amerikan sporları organizasyonlarının, bahis vakalarına karşı sağlam bi duruşları var. Ve oyunlarının, dolayısıyla markalarının lekelenmesini istemiyolar. Ancak Nevada yasalarına göre, herkes bahis oynayabilir. Buna yerel spor organizasyonları mensupları da dahil. İstediği miktarda da oynayabilir, olağandışı hareketlerde tahta kapatma ve void etme olaylarına rastlanmayan bookie'ler ve casino'lar mevcut. Böyle bir ortamda dürüstlük ve etiklik kavramları sorgulanabilir. Herhangi bir maçta sık olmasa da görülebilecek kötü hakem yönetimini, bir comeback'i açıklayamazsın. Vegas gibi bi şehirde de, bir Vegas takımına bahis oynamayı da yasaklayamazsın.

Ama yine de çalışmalar oldu hep Vegas için, belki yakın bi süre de yukarıdaki kurallar veya sorunlar göz ardı edilip bir profesyonel takım yer alabilir Vegas'ta. Mesela, sinema - TV sektöründe son yıllarda iyi para yapan Jerry Bruckheimer'ın bi NHL takımı kurma projesi var. Montreal'li bi beyzbol takımı Vegas'a yerleşecekti, onlar da birinci sebepten dolayı Washington'a gittiler. NFL, en başarılı olabilecek organizasyon olarak görülüyor ama onlar da bahis olayına en çok tepki gösteren lig.

Bu tür bir çıkmaz ortada var ama kar etmenin, kuralları bükebilme ve gözardı edebilme sanatı olduğu günümüzde yakın bir zamanda bu proje hayata geçecek gibi duruyor. James Caan'ı GM yaparım, Wayne Newton'ı da yardımcısı.

30 Aralık 2007

"Şampiyon olacaksınız çocuklar..."



Lig TV'nin acayip bir dönemiydi... Pascal Nouma'yı boş stada götürüp boş tribünlerden tezahürat duyduğu klip çekiyorlar (Daha sonra değerli İbrahim Altınsay'dan o klibin yaşanmış bir tuhaflıktan ortaya çıktığını dinlemiştim. Pascal Beşiktaş'a imzayı attığında (Basın önünde atılan değil tabii) Çırağan'dalarmış, "Stad buraya yakın mı?" diyor, arabayla beş dakika mesafe olduğunu öğrenince gitmek istiyor, götürüyorlar, stadın içine sokuluyor Pascal ve görevli mörevli kim varsa adamları tribüne çıkartıp tezahürat yaptırıyor kendi sahada hayali toplara vururken. Pascal işte...), Sergen klibinin açılışı için eline iğne verip "Topu iğne deliğinden geçiririm" dedirtiyolardı. Beşiktaş da şampiyonluğa koşuyor, sene 2003. Acayip bir şey çekmişlerdi bunlar; kısa film mi desek, ne desek. Ahmet Dursun gecenin bir yarısı birden uyanıyor, futbolu geliyor, kaptan Tayfur'un tesislerdeki odasının kapısına dayanıp "Kaptan kalk, antrenman yapmalıyız" diyor. Tayfur mırın kırın ediyor ama Ahmet'in ısrarları üzerine kabul ediyor. Tabii bu arada hadiseyi başlatanın Ahmet Dursun olması da sağlam ironi, muhtemelen istemeden olsa da. Topluyolar milleti, ışıkları açtırıp sahada antrenman yapmaya başlıyorlar gecenin 3'ünde. Bu arada biz Sinan Engin'in odasına ışınlanıyoruz ve muazzam bir sahneyle karşılaşıyoruz, Sinan Engin tabutta yatan Drakula pozisyonunda uyuyor, eller göğüste birleştirilmiş vaziyette. Dışardan gelen sesler uyandırıyor kendisini, gözler birden açılıyor, camın önüne gidiyor, gözlerini ovuşturuyor ve tanık olduğu sahne karşısında çok duygulanarak, "Şampiyon olacaksınız çocuklar... Şampiyon olacaksınız." diyor. Hakikaten de olduk, o günden beri takımdan bir yenisin, Lig TV'den ise bu tür fantastik çalışmaların yenilerini bekliyoruz ama nedense duruldular. Çok gerek varmış gibi.

O'Donnell 1972-2007



Bizim sivri basın durumu farketseydi "lanetli kupa" diye manşet bile atardı ama daha bir kaçı dışında durumun farkında olan yok. (Yok mu TV'de İskoç Ligi uzmanımız?) İskoçya Premier Ligi takımlarından Motherwell kaptanı Phil O'Donnell, Dundee United maçı sırasında fenalaştıktan sonra hastaneye kaldırıldı ama kurtarılamadı. Adı Puerta, yaşı 22, ligi La Liga falan olmadığı için memlekette pek yankı bulmadı onun ölüm haberi ama Motherwell taraftarları 12 sene sonra ikinci kez mateme büründüler. 1991 yılında İskoçya Kupası'nı -ki sanıyorum son başarısı takımın- kazanan takımda yer alıyordu O'Donnell, kupadan 4 sene sonra beyin kanaması geçirip hayatını kaybeden Davie Cooper gibi.

Acı tesadüf ise, gol attığı, kariyerinin parlamasına yardımcı olan kupa finali maçı da son maçı gibi Dundee United'a karşıydı.

28 Aralık 2007

Ne güzel takımdı be!



2002 Bundesliga şampiyonu ve UEFA Kupası finalistiydi Dortmund. 90'larda çok daha başarılı günleri de var tabii, özellikle Ottmar Hitzfeld döneminde, 2002'nin özelliği ise başarılı olarak göründükleri son yıl olması. Sonraki yıllarda ağır ekonomik problemler nedeniyle takım hızla dağıldı.

2002'de son kez taraftarlarını sevindirirken kadroda kimler vardı? Kaleci Jens Lehmann, bir sezon daha oynadıktan sonra kapağı Arsenal'e attı, ki Arsenal ondan önce Oscar Cordoba'ya askıntı olmuştu. 37'lik stoper Jürgen Kohler son sezonunu oynamıştı. Christoph Metzelder o dönem yeni ortaya çıkmıştı, sonrasında geçirdiği ağır sakatlık olmasa bugün belki de Real'de yedek değil, Real'de olmasa da Bayern'de falan ilk 11 oyuncusuydu. Christian Wörns de Alman milli takımının bankolarındandı o yıllarda, bugün hala Dortmund forması giymekte. Brezilyalı kanat oyuncularından soldaki Dédé de hala Dortmund'da, hücum yönü kuvvetli bir sol bek, o yıllarda ortanın solunda daha sık oynardı. Sağ kanat Evanilson ise hatırladığım kadarıyla şu an yine Bundesliga'da bir yerlerde, araştırmaya üşendim. Lars Ricken yavaş yavaş formdan düşüyordu ama yine oynardı o takımın orta sahasında, o dönemden yaklaşık bir beş yıl önce sol kanatta çok iyi performans gösteren ve Fiorentina'ya transfer olan Jörg Heinrich de arada kafayı çıkarırdı. Nijeryalı Sunday Oliseh (98 Dünya Kupası'nda İspanya'ya karşı 0-2'den geri dönüp 3-2 aldıkları maçta son golü bu eleman atmıştı ve acayip bir goldü) ve tanıdık yüz Miroslav Stevic de 2001-02 Dortmund'un orta sahadaki işçileriydi.

Hücum hattına ise ayrı bir paragraf açmak gerekir. Tomas Rosicky ismini yeni yeni duyuruyordu, sonrasında beklenen düzeyde çıkış gösteremese de bugün Arsenal'de direk oynayan bir oyuncu. O takımın orta sahasının beyniydi. Önündekilerden Marcio Amoroso (resimdeki şahıs olur) müthiş bir forvetti ve henüz 28 yaşındaydı, ne yazık ki o sezondan sonra birden büyük bir düşüş yaşadı ve bir daha asla eskisi gibi olamadı. 2001-02'de Bundesliga'da 18 gol atmıştı, UEFA'da da epey golü vardı diye hatırlıyorum, çok klas golcüydü.. Ekürisi Jan Koller de kıvrak/hızlı Amoroso'yu tamamlayan bir kuleydi. O kadronun daha sonra çıkışını sürdüren nadir oyuncularından oldu ama en verimli yıllarını dandik Dortmund takımlarıyla heba etti, şimdi düşüşte. Bir de o günlerde bu üçlünün gölgesinde kalan Brezilyalı pire Ewerthon var. Ertesi sezon Amoroso'yu kesti, sonra takımın yıldızı oldu, Real Zaragoza'ya gitti, bu sezon Stuttgart'ta kiralık oynuyor. Joachim Löw'ün Stuttgart'ının Balakov ve Elber'le büyük üçlüsünü oluşturan Fredi Bobic ve geçen yıl Dünya Kupası'nda parlayan ve Real Betis'e transfer olan David Odonkor da o kadroda yer alıyorlardı ama süs olarak.

Sonraki sezon Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tur grubunda Milan ve Real Madrid'le aynı gruba düşmek oldu şanssızlıkları, ikincilik 1 puanla kaçtı. Ertesi sezon ise Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Brugge'e elendiler, havaları kaçtı, UEFA ikinci turunda da Sochaux dağıttı. Teknik direktörü Matthias Sammer'di o takımın. Avrupa'da yaşadıkları bu hüsran nedeniyle yollar ayrıldı. O günden sonra takım çalıştırmadı, milli takım bünyesinde görev yapıyor. eli yüzü düzgün bir takımda yeni bir şans haketmektedir.

25 Aralık 2007

Alonzo Mourning




Mavs ile oynanan finalin 6. maçının kahramanı. 1993 playofflarında Celtics'i yıkan basketin sahibi. Kolejden ve Hornets'ten kankası Larry Johnson'la meşhur kavgaya tutuşan, bu kavgada ayağına yapışan Jeff van Gundy'den kurtulmaya çalışan. 98/99 ve 99/00 yıllarının en iyi savunmacısı, aynı yılların blok kralı. 7 kez All-Star. Böbrek rahatsızlığından sonra geri döndü ama Atlanta deplasmanında yaşadığı diz sakatlığı kariyerini bitirdi. Bu sporun gördüğü en savaşçı ve hırslı oyunculardan biri olarak anılacak.

CL kuraları


Schalke Bundesliga'nın yenilgisiz lideri. Zaman zaman sağlam performanslarını izledik. Futbolculardan bazıları kurayı da çok memnuniyetli karşılamışlar. Ama gruptan Rosenborg sayesinde çıktıklarını, son 4-5 yılda Şampiyonlar Ligi'nde güçlü bir takımı yenmişliklerinin bulunmamasını dikkate almak gerek. Porto ise tersine, kazanması gereken maçları kazanan, sürpriz göründüğü maçları ise gayet güzel kotaran bir takım. Bu tip Şampiyonlar Ligi odaklı takımların sürekli oyuncu satmaları takım kalitesinden çok şey kaybettirmez, bir örnek olarak da Lyon'u gösterebiliriz. Gruptaki çoğu maçını izledim Porto'nun, Meireles - Lucho - Assunçao orta sahası çok uyumlu, onların önünde çok yaratıcı Sektioui ve Quaresma var, Fucile ve Bosingwa da normalden fazla hücuma çıkan ve etkili olan iki bek. Orta sahanın uyumu ve çabası onların boşalttığı alanların da çabuk kapanmasına sebep oluyor. Porto'yu geçen seneden daha iyi buldum ve Schalke gibi bir takıma pabuç bırakmayacaklarını düşünüyorum. Çünkü Schalke grupta ne Valencia'yı ne de Chelsea'yi yenemedi, yenmeyi bıraktım gol atamadı. Takım gelecek vadeden ve olumlu oynayan bir takım ancak Porto'daki tecrübenin ve uyumlu oyunun çok uzağındalar. ilk maçı evlerinde oynayacak olmaları da bir dezavantaj. ilk maçta gollü bir beraberlik, ikinci maçta Porto galibiyeti bekliyorum.


Inter şu anda dünyanın en güçlü takımı olabilir. Kadro kalitesinin artık kağıt üzerinde sınırlı kalmadığını düşünüyorum. Milan haftasonu hiç göze batan hata yapmadı, belki de hiç yapmadı ama yoktan iki gol var ettiler. Crespo yavaş yavaş ideal onbirden kaymaya başladı, sol tarafta Chivu ve Maxwell önlü arkalı oynuyorlar önemli maçlarda ve bu Chivu transferine bir anlam kazandırdı. Chivu'nun zaman zaman Cordoba'yla yer değiştirmesi ve hücuma çıkması akıllıca bir plan çünkü Cordoba'nın saçma sapan koşuları komik bir şekilde rakip savunmanın dengesini bozuyor. Hala Vieira'sız oynamaları, Stankovic'siz maçlarda hiç sırıtmamaları Liverpool için korkutucu olmalı. Ligdeki Arsenal, Man Utd ve Chelsea maçlarında varlık gösteremeyen Liverpool ise bu maçları nedense daha değişik oynuyor. Ligde bu seneyi istinaden erken geri düşmeleri belki Şampiyonlar Ligi'ni öncelik sıralamasında üste koymalarını sağlıyor olabilir ama ligdeki maçlarla bu maçlar, hatta ve hatta Chelsea ile oynanan Şampiyonlar Ligi maçları arasında inanılması güç bir fark var. Oturmuş defansif anlayış ve orta sahadaki ekstra mücadeleci prensibin Inter karşısında tutmasının zor olacağını düşünsemde Liverpool'un bu maçlarda ne kadar üst düzeye çıkabileceğini görmüş olmam erken yorumları törpülüyor. İlk maçta gol yemeden alacağı bir galibiyet Liverpool'a turu getirebilir. Ama kazanamazlarsa işleri zor.

Roma'nın bu tip eşleşmelerde şansının arttığına dair inancım gün geçtikçe artıyor çünkü tansiyonu yüksek maçları oynamayı ve kazanmayı öğrendiler. Forvetin Totti olduğu beşli orta saha başlarda bir kumar olarak gözüküyordu ama ufak modifikasyonlarla şu anki haline geldi. şu anki düzende Taddei ve Mancini daha efektif, Perrotta daha defansif, Totti daha çok oyunu yönlendirme işleriyle ilgileniyor, Vucinic daha çok şans buluyor. Yine de bu tip maçlarda Vucinic'in olmaması daha hayırlı. Real Madrid'in yaratıcı adamlarla dolu orta sahası Nistelrooy için pek çok şans yaratıyor ve Roma defansında Nistelrooy'la eşleşicek adam bulmak problem olabilir, bu Raul'a ek şanslar yaratabilir, en büyük problem Real Madrid'e karşı oynayan her takım için olduğu gibi bu. Ancak Roma'nın orta sahası Real Madrid'e üstünlük sağlayacaktır, özellikle iç sahadaki maçta golsüz beraberliği ön plana alacaklarını düşünüyorum. Real Madrid içerdeki maçlarda fazla ofansif takılıp dengeyi kaybederken dışarda daha sağlam bir görüntü çiziyor. Yine de deplasmanda Real Madrid'le oynamak hiç kolay olmadı ve olmayacaktır. Serinin favorisi Madrid ama iç sahada gol yemezse neden Roma olmasın?


Fenerbahçe'nin iç saha avantajının biraz abartıldığını düşünüyorum. İç sahadaki maçları kazanmaları tabii ki muazzam ancak bunun seyirci motivasyonundan daha çok, artık Avrupa'da üst düzey oynayan takımlar gibi iç saha ve dış saha için belli prensipler edinmiş ve bunları disiplinle uyguluyor olmaları. Bu noktada Fenerbahçe'nin asıl tehdidinin Kadıköy'de oynayacağı maç olacağını düşünen bir Sevilla avantaj ya da dezavantaj olabilir, Zico muhteşem performasına rağmen bu durumdan kâr yapabilecek taktik beceriyi gösterebilir mi bilemem. Bence eldeki malzeme Sevilla'yı elemeye uygun çünkü onların oyununu tek yönlü olarak nitelendirebiliriz. İçerde de, dışarda da ne oynayacakları belli Juande Ramos sonrası. Bu sebeple Fenerbahçe içerdeki ofansif oyun şablonundan biraz ödün vermeli ve Wederson-Carlos, Önder-Gökhan kanatlarıyla oynamalı diye düşünüyorum. Lugano'nun tarzı da topu yere indirmeyi seven hızlı Sevilla hücum hattı için biraz yavaş kalabilir ki bence temel problem bu. Fenerbahçe ne olursa olsun iç sahada mümkünse gol yemeden kazanmalı.

16 Aralık 2007

Garibana 8 atmak kolay



Liverpool şampiyonluk rakiplerinin (Liverpool'un şampiyonluk adaylığı da tartışılır ya, neyse) tümüyle ilk yarıda Anfield'da oynadı ve üç maçta da fısss. Toplamda atılan gol sayısı 2, alınan puan da 2. Gollerden biri de frikik.

Bugünkü Manchester maçını Liverpool da kazanabilirdi; hatta maç 0-0'ken Torres'in çizginin önünden topu kafayla boş kaleye ittirmek yerine auta göndermesi, 43. dakikadaki o kornerde topun bütün defansın arasından boş kaleye vurulmak üzere Tevez'e gelmesinden daha olasıydı. Ama olmadı. Konuşulması gereken ise, Liverpool'un evindeki bir maçta bu kadar kısır kalması, yan toplardan doğan iki karamboş dışında ve uzaktan bir şut dışında pozisyon üretememesi.

En büyük sıkıntı sezon başından beri olduğu gibi kanatlarda. Bekler kötü durumda; Arbeloa'yı zaten çözemedik, Riise de çok verimsiz bir sezon geçiriyor. Öndeki oyuncular patlayacağı ise zaten belliydi. Pennant sakat, sağlam olup oynasa ne olur, o halini de biliyoruz; Kewell'dan hala medet umuluyor; Babel kanat falan değil işte, elemana da yazık, verilen 20 milyon euro'ya da yazık; Benayoun Liverpool formasıyla ancak Carling Cup maçlarında ve bi de Anfield'daysa bize (Beşiktaş) karşı oynar. Forvette Dirk Kuyt acayipliği söz konusu. Ne işe yaradığı konusunda çok kafa patlattım, sağa sola -Allah'ı var- epey koşturmasından başka bir katkısı yok oyuna. Sonra da o koşturma Liverpool için bu kadar mı önemli, onu düşünmeye başlıyorum. Adam ne teknik, ne hızlı, ne iyi tek vuruşçu; o zaman sizi Wigan'a ya da Feyenoord'a alalım. Rafa da hala bu adamla vakit kaybediyor, inanılır gibi değil. Crouch'a bu sezon yapılan haksızlık sezon başında bizim Delgado'ya yapılmadı.

Şampiyonlar Ligi'nde gitmesine yine giderler ama EPL için forvet şart, en az bir kanat şart, bek de şart.

14 Aralık 2007

Kral!

Lebron James'in ne ölçüde bir yıldız olduğunu ve yeteneklerinin sınırsız olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak henüz emin olamadığımız insanlığı ve takım arkadaşlığı hakkında bir ipucu vereyim. Sezon başında beri verilen kontratları beğenmeyip Cleveland'ı çok uğraştıran ama sonunda takıma tekrar katılan Anderson Varejao oynamak için birkaç maç bekledi. Muhtemelen tepkilerden çekindi. Şimdi bakın Lebron ne yapıyor. Varejao'ya gelecek yuhalamaları tahmin ettiği için koç Mike Brown'la konuşuyor ve kendi dönüş maçında yedek başlamayı ve Brezilyalı'yla beraber oyuna girmelerini rica ediyor. Böylece Lebron James oyuna girerken zaten büyük bir alkış alacağı için, Varejao'nun da yuhalanmasını engelliyor.

Ufak bir detay ama bu vasat kadronun tek bir süper yıldızla nasıl NBA finali oynadığını açıklıyor bence.

Mr. Incredible


Sempatik adamdır Terry, dışardan ne kadar kasıntı bir herife benzese de. Sahada Abramovich'le kollar birbirinin omzunda da dolaşır, soyunma odasında genç takımdakilerle dart da atar. Başka bir adam da bu kadar saygı görüp, sevilmezdi, şu takıma kaptan yapsak. Her neyse, geçtiğimiz gün noel öncesi bir maskeli balo yapmışlar, Terry yine espriyi koymuş. Pizarro Sezar olmuş, Lampard da fileli çoraplarıyla yürek hoplatıyor, magazin programı kıyafet köşesine dönersek. Shevchenko da geceye boğazlı kazakla gelerek gecenin öküzü ünvanın sahibi. Bu kadar.

13 Aralık 2007

12 Aralık 2007

Piramitlerin arasında bir Türk Part 2


Kaskı taktın motosikletin çalışıyor starttasın neler hissediyorsun o an?
İlk motosiklet sabah 8’de start alacaktı. 106 tane motosiklet var. Ben 68. sıradayadım. Startı aldıktan sonra 48 km bağlantı etabı ve ardından zamana karşı etap başlayacaktı. 98’den beri gözüme kestirdiğim bu ralliye başlamayı başarmış olmak beni çok mutlu etti. Şimdi amaç bitirip diğer sürücülere göre ne haldeyim onu görmek ve tecrübe kazanmaktı. İlk özel etabın startına ulaştım ve hakem geri saymaya başladı. Gayet sakin bir başlangıçla önümdeki uzun günleri hesap ederek haddinden fazla temkinli sürmeye başladım. Yol bulma işine ilk 20km. sonunda alışıktan sonra biraz keyfini çıkarmaya başladım. Tempoyu arttırıp gazlamaya başladım yoksa etap bitecek gibi değil. 200. Km’den sonra ilk kum tepeleri karşımıza çıktı. Hiç bu kadar büyük olabileceklerini tahmin etmemiştim ama zorlanmadım. İlk 300 Km. boyunca 35. start alan motosikleti yakaladım. Çok rahattım hiç yorgunluk yoktu kaybolmadan yolumu buluyordum toplamda 33 tane motosikleti yakalayıp geçtim. Etabın bitişine 16 Km. kala ne olduğuna inanamazsın.

Yoksa arıza mı çıktı?
Arka lastiğe güç aktaran ön dişlinin vidası düştü, parça yerinden fırlayıp şase ve salıncak arasına sıkıştı. Durumun ne kadar yıkıcı olduğunu anlatamam. Sen aylarca çalış uğraş İstanbul’da motosikletine bakan mekaniker düzgün sıkmadığı için veya cıvata sıcaktan uzadığı için düşsün. Bütün geçtiğim motosikletler yanımdan geçiyor etabın sonuna yaklaştığım için kalan iki yudum suyla çölün ortasında 40 derece sıcakta o kıyafetlerle 2,5 saat tamirle uğraştım. Sonunda motosikleti yürütebildim ve son 16 Km’yi turistik gezi temposunda tamaladım. İlk günün bilançosu 3 saat zaman cezası ve 2,5 saat tamirle 5,5 saat zaman kaybı. Üzerine bütün akşam geçici bulduğum çözümü değiştirip yine sağlıklı çalışabilmesi için geç vakte kadar çalıştım ve uykusuz kaldım.

Yol bulmakta zorlandığın oldu mu? Hiç kayboldun mu?


İlk başta hiç olmadı çünkü sürekli izlere dikkat ederek kullandım. 2. gün uykusuz ve motosiklete güvensiz olmama rağmen etabı 21. tamamladım Rallideki 6 kategorinin en yavaşı olan 450 marathon sınıfında yarışmama rağmen 106 motosikletten 21. olmak beni sevindirdi. Özellikle ilk tecrübem olduğu düşünülürse hiç fena değil. 3. gün 21. start alacaktım, tempolu kullananlarla beraber sürmek heyecan verici. İlk 100 Km. 3 motosiklet beraber sürdük. Önümüzde giden 5 motosikleti geçtik. Tempomuz çok iyiydi ta ki benim motosikletim su kaynatana kadar. Havası alınması gereken su kanallarının civatalarına ulaşmak için herşeyi söküp yeniden toplamam gerekti. Artık kabak tadı vermeye başladı 2 günde bir çölün ortasında kısıtlı imkanlarla tamir seansları. Herşeyi kitabına göre yaptım. Harekete geçtim 50 Km. sonra bir daha aynı sorun ilk gün yırttım ama bu sefer galiba herşey bitiyor diye düşünürken bir daha aynı işlemleri yapıp motoru zorlamadan yavaş kullandım. Bu arada etabın bitişine 90 km. kala çok fena kayboldum sonra yolu buldum. Çok parlak olmayan bir dereceyle günü tamamladım. O akşam yol bulma işini çözdüğümü düşünüyordum ki 4. Gün sabahı ilk 5. Km’de yanlış yöne gidip başka yönden gelen motosikletlerle karşılaştım. Bunlar benden çok önce start alan tempolu sürücülerdi. O zaman çok fena bir kestirme yapıp yolu geri bulduğumu anladım. Tempolu giden iki fransızın peşine takıldım ve çok eğlenceli bir sürüş yaptık. Bir çok yerde doğru yolu ben buldum ve grubu yönlendirdim. Bu çok hoşuma gitti. Günün sonunda 9 saat ceza aldım ama çok eğlenceli yerlerde motosiklet kullanmış olmanın verdiği keyif cezayı unutturdu. 4. günün sonunda yaptığım hataları yapmamanın yollarını buldum ve ralli disiplinini öğrenmiş oldum. 5. gün etabı kusursuz sürüş ve yol bulma yöntemimle 15. bitirdim. 6. gün etap içinde iki tane ciddi kaza gördüm bu beni biraz tedirgin etti ve tempoyu düşürdüm. Etabı 22. tamamladım. Son gün ise biraz keyfini çıkarıp tempolu kullandım. Kendi kategorimde en iyi zamanı yaptım ve etabı 19. bitirdim.



Netice nedir?
Derece çok parlak değil açıkcası toplamda 12 saat zaman cezası aldım tamir ettiğim zamanları saymıyorum bile. 106 motosikletten 53. oldum. Benim kategoride 6. tamamladım yarışı. Bir yandan bahsettiğimiz ilk yarış deneyimi 2950 Km. ve çöl olunca bitirmek bile bence başarı. En başından beri ilk hedefim yarışı bitirip tecrübe edinmekti. Son 4 gün motosikletin bakımlarını doğru yapıp motosikletin saat gibi çalışmasını sağlayabildim. Sahra çölünde saatlerce devasal kum tepelerini geçip düzlüklerde motosikletin gidebildiği kadar gazlamak anlatılmaz yaşanması gereken büyük bir keyif. Beni en çok sevindiren kumda süratli olabildiğimi görmüş olmam aynı zamanda motosiklete ve kendime hasar verecek düşüş yapmadan ve yorulmadan bu mesafeyi bitirmiş olmak.

İlk hedefinde başarılı oldun bundan sonrakiler nelerdir?
Kendi kanaatimce Dakar’da başarı elde etmek gerekliyse iki defa daha bunun gibi ralliye katılıp tecrübe ve kayda değer bir derece kazanmak. Ardından yine 450 cc bir motosikletle Dakar’a katılıp bitirmek.

Sence etaplar zor muydu?

Sadece iki yerde “Acaba yanlış yerde miyim? Gerçekten buradan mı aşağı inmemiz gerekiyor?’’ diye tereddüt ettim. Kelle koltuk inen diğer yarışmacıları görünce bende gözü karartıp sallandım aşağı. Onun dışında hiçbir yer çok zor değildi. İşin zorluğu alışkın olmayanlar için saatlerce ayakta motosiklet kullanma, 4 tane ayrı cihazı beraber uyumlu bir şekilde kullanıp doğru yolu bulmak ve bir yandan iki tekerlek üzerinde süratli gitme çabası. Dışarıdan bakıldığında pek akıl karı bir iş değil ama çok zevkli. 106 motosikletin % 20’si bu işi keyif için yapan etapları sonlarda bitiren ve sürekli 3-4 arkadaş beraber motosiklet kullanıp manzaranın güzelliğini seyrederek sürüş yapan kişiler. İlginçtir yaş ortaması 35-40 arası. 81 doğumlu olan 3 yarışmacıdan biriydim. Diğer 103 kişi benden yaşça büyüktü. Bu işin 55-60 yaşında dahi yapılabiliyor olması beni sevindirdi.

Türkiye’de talep neden az?
İnsanları anlamıyorum gereksiz pahalı spor arabalar edinip kahve içmeye gidip gelirken kullanıyorlar. Sportif kimliklerini bu tarz işlere yatırım yaparak bulmaya çalışsalar hayattan çok daha fazla keyif alacaklar. İnsanlarımızın hayata bakış açısı bu kadar dar olduğu sürece talepte büyük bir değişiklik olmayacaktır.


Ümit' e verdikleri destek için AMS Group'a çok teşekkür ederiz.

11 Aralık 2007

Mayweather vs Hatton

Birçoklarının ve kendisinin düşüncesine göre dünyanın en iyi boksörü olan Floyd "Money" Mayweather bu kez sert bir kayayla dövüşüyordu. Klasik "ben en iyiyim" boksör triplerinin biraz daha ötesinde, hakikaten yenilmesi çok zor görünen Mayweather büyük favori olarak çıktığı ünvan maçını zor da olsa kazandı. RTL'den canlı izleme fırsatı bulduğumuz karşılaşmanın en çekici taraflarından biri de İngiliz boksör Ricky "The Hitman" Hatton'ın da aynı Mayweather gibi henüz maç kaybetmemiş olmasıydı.


İnanılmaz çabuk elleri ve ayaklarıyla kusursuz bir savunma boksörü olan Mayweather'ın boksu bazı kitleler tarafından sıkıcı bulunsa da bu maçta Hatton'ın her zamanki agresif boksuyla birlikte çok güzel bir kombinasyon oluşturdu. Hatta maçın başında benim de kafamda bir "acaba" sorusu belirdi çünkü Las Vegas'ta Amerikanlar'ın pek alışık olmadığı bir seyirci desteğini (bira içip davullu zurnalı tezahüratlar yapan İngilizler) arkasına alan ve Mayweather'ın gardına sert yumruklar indiren Hatton oldukça formda görünüyordu. Ayrıca çok sempatik ve komik bir adam olduğunu da söylemek zorundayım. Maçtan önce kıçını açarak "Mayweather wants to kick my ass, well he can kiss my ass" demeci, Castillo'ya karşı zaferinden sonra kendini ilk olarak Wayne Rooney'in ringe girerek tebrik etmesi, sayısız taraftara sahip olması bu adamın medyatik ve renkli kişiliğine güzel örnekler teşkil eder.

Neyse maça dönelim. Mayweather hakkında sevmediğim bir şey var. Seri yumruklarla karşılaşınca hafif arkasını dönerek gard alıyor ve rakibin koltuk altına doğru yönleniyor. Kural ihlali yaptığını söylemiyorum ama hafifçene arkasını döndüğü zaman rakibinin yumrukları kafasının arkasına veya sırtına doğru geliyor ve hakem mecburen araya girmek zorunda kalıyor. Bu şekilde komik bir pozisyon da oldu maçta. Floyd arkasını döndü ve Hatton'ın yumruğu kafasının arkasına geldi ve Floyd yere düşerken tabi ki bu bir knock-down olarak kabul edilmedi ve Hatton'dan puan silindi. Bunu akabinde Ricky Hatton maç başladıktan sonra arkasını dönerek küçük bir tepki koydu ve tribünden büyük bir kahkaha ve alkış aldı. Ancak bu tepkinin asıl sebebi Hatton'ın moralman düşmeye başlamasıydı. Keza her numarayı denemesine karşın bir türlü net yumruklar indirememesi ve üstüne üstlük karambol anlarında aradan sürekli rahatsız edici yumruklar alması onu maçtan biraz koparmaya başlamıştı.

8. raunddan itibaren ise maç tamamen Mayweather'ın kontrolüne geçti. Baya hırpalanan Hatton 10. raundda ilk kez indi. Ardından hemen tekrar saldırıya geçen Floyd iki tane daha sert yumruk attı ve Joe Cortez müthiş bir zamanlamayla araya girerek üçünü yumruğu engelledi. O sıra hâlâ ayakta olan Ricky Hatton'ın da sendeleyerek yıkıldı.


Maçtan sonra Floyd Mayweather boksu bırakabileceğiyle ilgili sinyaller verdi, keza şu an herkes kanıtlayacak bir şeyi kalmadığını düşünüyor. Hatton'ın dövüştüğü en zor boksör olduğunu itiraf etti, ama yine de kimsenin kendisini yenemeyeceği fikrini koruduğunu söyledi. Hatton ise dövüş taktiğini iyi uygulayamadığını ve gereğinden fazla gaza gelerek sürekli hücum denediğini, ve mağlubiyete rağmen kesinlikle boksa devam ettiğini belirtti.

Maç da sayısız ünlü isim de vardı. Gorebildiklerim: Gwen Stefani, David Beckam, Brad Pitt, Angelina Jolie, Nihat Doğan.

10 Aralık 2007

Neredeler? # 1: Uli van Gobbel


96'da Galatasaray'a geldiğinde, Amerika 94'te Hollanda kadrosunda bulunmuş zebellah gibi bir adamdı Uli. Afrika kökenli oyuncuların, Afrika'da bile görmeleri kolay olmayan miktarda sevgi ve ilgiyi gördükleri Türkiye'ye kısa sürede adapte olmuştu. Hükümetin, Hakan Şükür ve Alpay üzerinden televizyon kanallarıyla insanlara psikolojik testler yaptığı dönemler. Evet Scully, doğru duydun. van Gobbel'i en son televizyonda bir skeçte gördüğümü hatırlıyorum. Röportaj sırasında telefonu çalmıştı, ağzından Bolic türkçesiyle bir Levent Kırca repliği çıktığında ben herhangi bir tekmeye kafa uzatmak istemiştim.

Şu an nerede olduğunu kimse bilmiyor, Hollanda'da aleyhine dolandırıcılık davası ve hapis cezası var. Demiştim buraya iyi uyum sağlamıştı diye, bizim eski futbolcular genelde kaçak Mercedes işine girerlerdi. Uli'ninki daha yaratıcı, leasing'le aldığı lüks arabaları okutmuş. Banka borcu yüzünden evinin elinden alındığını bizim gazetelerde yazmıştı zaten. Hollanda polisine göre Surinam'da, herşeyin başladığı yerde.

Belki de Facebook'tadır, Amerika 94 deneyimli Galatasaraylılar grubunda karşımıza çıkabilir. Knup, Ljung, Hagi, Popescu, de Boer, Mondragon, Song o grubun diğer üyeleri. Sakat adam, vampir falan işine girmeyin.

Photomatch


Mourinho olmadı. Lippi, Capello da olmayacak gibi. Sven'i tutup geri getiremezsin, Wenger'le aran papaz olmuş, Sir desen 239 yıldır aynı yerde. (Bak Benitez olur da nereden bulacaksın İspanyol asıllı İngiliz?)

Ali Şen'in yok mudur arkadaşı, eşi dostu İngiltere federasyonunda, Chelsea olmadı bari İngiliz milli takımının başına geçirsinler Mustafa hocayı. Steve'den kötü değil ya!..

08 Aralık 2007

Piramitlerin arasında bir Türk


Blog açılalı 2 ayı geçti, ben şu ana kadar sadece okumakla yetiniyordum, artık birşeyler karalamak gerekiyordu. Yazı yazmanın benim için ne kadar sıkıcı ve zor bi süreç olduğunu evin köşesindeki tekel bile biliyordur muhtemelen. Kredi kartlarında şifreli döneme geçinceye kadar her seferinde farklı ve anlaşılmaz birşeyler karalardım imza niyetine. Bu sefer de yazı yazma işinden kaytarmak için bir röportajla ilk katkımı yapıyorum bu sayfaya.

Alttaki röportaj Ümit Salkım'la yapıldı. Kim bu Ümit Salkım diyenler için, ufaktan bi ön bilgi vereyim. Ümit, 2006 Türkiye Enduro Şampiyonası 450cc şampiyonu, senelerdir motor üstünde gezinen, hayatını motosiklet üzerine kuran bir vatandaş. Alttaki röportajda gereken her bilgiyi bulacaksınız zaten, artık sizi röportajla başbaşa bırakıyorum.


Motosiklet yarışlarına ne zaman başladın ve motosiklet senin için neyi ifade ediyor?

İlk defa 10 yaşında ailemin İstanbul dışında bulunan çiftlik arazisinde motosiklet kullanmaya başladım. Uzun seneler asfalt dışındaki her yerde motosiklet kullanmama izin vardı. İlk yarış motosikletime 16 yaşında sahip oldum. Babamı zar zor kandırıp katıldığım ilk motokros yarışında 1. olduktan sonra bu işi spor olarak yapmaya karar verdim. Saint-Benoit’da dersler biraz zor olduğu için, sadece yaz aylarında yapılan yarışlara katılma imkanım oluyordu. Ama her katıldığım yarıştan bir kupa almayı beceriyordum. O dönem motosiklet benim için orman yollarında deli gibi sürat yapıp, huzur bulma aracıydı. Motokros yarışlarını sadece süratimi arttırmak ve motosikletin lastikleri yerden kesildiğinde kontrol edebilmeyi öğrenmek için yapıyordum. Lise bitince bu işe 4 sene ara verdim.

Neden bu kadar uzun süre ara verdin?

Üniversite için Fransa’ya yerleştim. Yaşadığım şehir çok soğuk ve yağışlıydı. Zaten Türkiye dışına taşınınca yarış motosikletim satıldı. Bütün düzenim bozulmuştu. Bu yüzden motosikletle yakından uzaktan alakam kalmadı.

İstanbul’a döndün ve içindeki rekabet isteiğine yenik düşüp kendini yarışların içinde buldun.

Aynen öyle, geri döndüğümde çalışmaya başladım ve hayatımın çok sıradan geçmesi beni rahatsız etti. Herşey bir gün eski yarıştığım motosikleti satılık ilanlarında gördüğümde değişti. Yeni çalışmaya başlayan parasız bir genç olarak, bu sefer annemi bir şekilde kandırıp, eski yarış motosikletime geri kavuştum. Ardından 2004 yılının son enduro yarışına hiç antrenman yapamadan katılıp, 125 cc’de 3. oldum. Bu sayede 4 sene önce rafa kaldırdığım hedefleri yeniden gözden geçirip bu doğrultuda annemin de desteğini alarak hareket etmeye karar verdim. 2005 yılını, Türkiye A grubu 125cc 2.'si olarak tamamladım. 2006 yılını, 450cc A grubu Türkiye Şampiyonu olarak tamamladım. Aynı zamanda genel klasmanda 2. tamamladım. Bir tanesi dışında 500cc üzeri motosikletlerin hepsini geçtim. Eklemek isterim, İstanbul yarışlarında kimse beni geçemedi.


Peki Ümit her zaman bir Cross-Country yarışı düşünüyor muydun?

Evet, çocukluğumda Eurosport’ta kumda deli gibi gazlayan tipleri görüp, bunları sürekli izlemeye çalışıyordum. Sonra bu yarışın adının Paris-Dakar olduğunu öğrendim. 13 yaşında buna kesin katılmam gerektiğine karar verip, bunun için neler yapmak gerekiyorsa yerine getirmeye karar verdim. İlk etap motokrostu, motosikleti %100 kontrol etmeyi öğretiyor ve sürücüye sürat kazandırıyor. Ardından enduro yarışları, zamana karşı tek başınıza mücadeleyi ve dayanıklı olmayı öğretiyor. Ardından Dakar’dan daha kısa bir Cross-Country yarışında yol bulma yeteneğini geliştirip saatlarce durmadan motosiklet kullanmanın nasıl olduğunu tecrübe ettim.

Nasıl hazırlandın?

Her şeyden önce sponsor bulmak gerekli. Toplamda ilk sefer için 20-25 bin euro'ya yakın masrafınız var. Motosikletin el yapımı ralli donanım parçaları, ralli kayıt bedeli, motosikletin bakımı ve nakliyesi.. Saymakla bitmez. Önce bir dosya hazırlayıp, AMS Group yöneticilerini ziyarete gittim. AMS’nin Türkçe açılımı Havacılık Yönetim Çözümleri. Sivil havacılık sektöründe, genç ve vizyon sahibi bir kadroyla hizmet vermekteler. Sunduğum projenin Fatih Bey tarafından kabulünden sonra bana düşen, fiziki dayanıklılık ve motosikletli antrenmanları disiplinli bir şekilde Nisan ayından yarıştan bir hafta önceye kadar devam ettirdim. Yaklaşık 5 ay. Kolay olmadı. Sabahları 5’te kalkıp antrenman yapıp işe gitmek. Akşamları spora gidip saat 10’da uyumak pek alışkın olduğun bir hayat tarzı değildi. Haftada, yaklaşık 12-15 saat ormanda antrenman, 10 saate yakın spor salonu, sosyal hayatınızdan feragat etmenizi gerektiriyor. Bunun üzerine birde Dakar bitirmiş ve birçok kere düşülmüş bir motosikletin yeniden yarışabilecek hale getirilmesi ve yeniden boyanıp yeni tasarımına sahip olması epey bir zaman aldı. Bunun dışında ralli esnasında servis desteğim olmadığından karşılaşacağım mekanik sorunların çözümleri için kendimi geliştirmem gerekti.

Ee Mısır Rallisi?

Esasında yarışın tam Türkçe'ye çevirisi Firavunlar Rallisi. Dünya Cross-Country Şampiyonası’nın 4. ayağı ve Dakar’dan sonraki en uzun ralli. 7 günde 2950 km çöl sürüşü çocuk oyuncağı değil. Ralli, Kahire’de piramitlerin önünden başlıyor. Sahra Çölü'nün doğu yakasını geçip, Kahire’ye bir hafta sonra geri dönüyor. İlk yurtdışı deneyimi için biraz büyük bir lokma. Federasyon başkanımız ilk sefer için daha kısa bir ralliye katılmam gerektiği konusunda beni defalarca uyardı ama ben dinlemedim. Dakar’ın en zorlu etapları, Sahra Çölü'nünün batı yakasında geçer. Aynı çölün doğu yakasında 5 gün motosiklet kullanma imkanı bulacaktım. Esas ilgilendiğim kısım buydu.


Röportajın 2. kısmını 1-2 güne buraya koyarım.

07 Aralık 2007

Euro 2008 Güç Dengeleri #1

Kuraların çekilmesinden sonra bloga bir yorum yazamadık, grupları veya takımları değerlendiremedik. Ancak herkesin kurayı görür görmez aklında bir takım fikirler belirdi, kim çıkar - kim çıkamaz yorumları yapıldı. Ben blog sakini olarak hadiseye bir güç degesi şablonuyla kafadan giriş yapayım dedim. Zamanla ve gerçekleşecek değişikliklerle rötuşlanacak, en ham sıralamam şu şekilde:

16) Avusturya: Ev sahibi şampiyonaya direkt katılır. Katılır katılmasına da, ortak evsahibi hadisesi işin içine girdiğinden beri olay tatsızlaştı. Şöyle ki, İsviçre ve Avusturya'nın kontenjandan gelen seribaşılığı, Yunanistan'ın son şampiyon sıfatıyla birleşince güçlü takımlar birinci torbadan kaçma yarışına girdiler. Hollanda Beyaz Rusya'ya kaybetti ama yetmedi, Almanya evinde Galler'le berabere kalınca. Avusturya'ya gelince; ne takımı sürükleyecek oyuncuları var, ne korkulacak bir performansı, ne bu kadrodan mucize yaratacak bir teknik ekibi. Seyirci motivasyonu belki puan almalarına yardımcı olur ama gruptan çıkmaları imkansız.

15) İsviçre: Şampiyonanın diğer ev sahibi, ilkinden daha iddialı hazırlansa da yükü kaldırabilecek kapasitede değil. Eleme oynamamak, Dünya Kupası'nın sağlam savunmalı ve istikrarlı takımından çok şey götürmüş. Hazırlık maçları performansı ve kadrodaki oyuncularda yaşanan düşüş hiç de hayırlı değil. Portekiz ve Çek Cumhuriyeti onların çuvallaması için yeterli malzemeye sahip. Gruptan çıkma şansını çok az gördüğüm takımlardan biri.

14) Romanya: Şanssızlık, başarılı eleme grubu performansına rağmen ölüm grubuna düştüler. Klüp bazında yapılan atılım, Avrupa'da oynayan oyuncuların yükselen tecrübesi, oynanan futbol grupta puan alacaklarına dair inancımı besliyor; ancak onların da gruptan çıkma ihtimalleri Avusturya'dan hallice. Hırvatistan'dan sonra en büyük sürpriz adayım idiler, sadece kuradan önce. Yenilmeden geçirecekleri iki maç gurur duymaları için bir sebep olabilir.

13) Rusya: İstisnalar dışında devam filmleri ilk filmin kalitesini yakalayamaz. Hiddink serisi her yeni bölümde daha da etkileyici, daha heyecanlı; diğer bölümler gibi yavaş tempoda başlıyor, finalinde temposu tavana vuruyor. İngiltere'nin basiretsizliği, Hırvatistan'ın yardımı derken Rusya yine nefes kesen bir sonla katıldı finallere. İsrail mağlubiyetinden sonra her şey bitti demiştik oysa ki. Bu moral ve motivasyon takımın inancını da tavana vurduracaktır şüphesiz. Artık herkes Hiddink'in dokunduğu takımı güzelleştirdiğini kabul etmiş durumda ama bu tur atlamalarına yetecek mi? Yeni bir mucize? Eminim herkes bu takıma sempati duyacak ama rakipler fazla tecrübeli.


12) Türkiye: Sevgili Milli takımımız şu anlık 12. sırada. Bu kötü haber, iyi haberse İsviçre'nin üstündeyiz. Benim sıralamam kimi bağlar? Kimseyi bağlamasa da bu sıralamanın benim takımın gruptan çıkma ihtimali olduğuna dair düşüncemi gizleyen bir güç kıyası olduğunu da belirtmek gerek. Baş takımları bir kenara koyarsak, turnuvanın en dengeli ve derin kadrolarından birine sahibiz. Bek sorununa yapılan pansuman, kanatlardaki efektif hücum gücü, orta sahanın iki yönlü oyunculardan kurulu olması olumlu işaretler. Ancak defansın göbeği ve kalecilerimiz sandığımızdan daha büyük sorun olacak gibi, o bölgede sorun varsa da çıtanın seviyesi iniyor. Zayıflayan Çek Cumhuriyeti ve gol sorunu yaşayan Portekiz'den birini geçecek güce sahibiz, defanstaki sorun çözüldüğü takdirde. Şu anlık grubun başaltı takımıyız.

11) Polonya: Yıllardır spektaküler eleme grubu performanslarını izledik bu takımın. Kalburüstü bir kadroları olsa da, Avrupa'nın iddialı klüplerinde oyuncuları olmaması bir handikap. 2012 turnuvasına ev sahipliği yapacak olmaları bu turnuvayı bir geçiş olarak görmelerine sebep olabilir ama turnuva alışkanlığı kazanmaları için buraya gelmeleri önemliydi. Zayıf takımlara karşı dereceleri göz kamaştırıcı olsa da Almanya ve Hırvatistan karşısında şanslarının az olduğunu düşünüyorum.


10) Yunanistan: Bu takımı Avrupa şampiyonu yapan ne kadro kalitesiydi, ne de şans. Sınıflandırmaların dışında, futbola yeni bir soluk kattılar. Oynadıkları futbolu savunma futbolu diye nitelendirip işin içinden çıkamıyorum. Alan savunması ve hücumdaki boşlukları iyi değerlendirme bir kenarda dursun, konsantrasyonları hiç bir milli takım grubunun yakalayamayacağı eşsizlikteydi. Bu turnuva her açıdan farklı olacak. Avrupa şampiyonu olup Dünya Kupası'na katılamamak ne kadar normalse bu turnuvada gruptan çıkmayı makul bir başarı olarak görmek de o kadar normal olacaktır.

9) İsveç: Ibrahimovic gibi bir oyuncuya sahip olmak çok büyük bir şans. Onun Inter'in vazgeçilmezi olması bir kenarda dursun, takımın iskeleti de önemli klüplere dağılmış durumda. Mellberg, Ljungberg, Edman yanında daha genç jenerasyondan Rosenberg, Kallstörm ve Isaksson sayesinde gruptan çıkmakta hiç zorlanmadılar. Danimarka'nın çuvallamasında da en büyük pay sahibi onlardı. Şimdi makul bir grupta mücadele edecekler ve Yunanistan'ı dışarı itmeye çalışacaklar. 1-1'lik Kuzey İrlanda maçından sonra Lagerback takımı yerden yere vursa da İsveç'in iddialı bir takım olduğu bir gerçek.

8) Portekiz: Pauleta'nın durumu onları Nuno Gomes'e mahkum etti ve bu da gol sorununu beraberinde getirdi. Orta sahada ve defansta en ufak bir sorunları yok gibi gözükse de, her an tehlike yaratabilecek bireysel yetenek sayısı haddinden fazla olsa da, bazen uç oyuncular takım kimyasını böyle sarsıyor işte. Moutinho, Costinha ayarında bir orta saha değil. Nani işi kafa karıştırıyor. Kaleci problemi baş göstermeye başladı. Felipe Scolari çocuk gibi davranıyor. Tüm bunlar takımın 2004'teki başarısından uzak kalmasını sağlayacaktır. Gruptan çıkmaları beklediğim bir sonuç ama bizim takımın bunları geride bırakmasına hiç şaşırmam.

7) Fransa: Bence 98'den çok daha iyi bir kadro var. Henry, Trezeguet en olgun dönemlerinde. Onlardan Nasri, Ben Arfa, Benzema gibi oyunculara geçişi yumuşak yapamadılar ve denge sorunu onlarda da var. İtalya olmasaydı belki de onları burada göremeyecektik. Bu turnuvadaki hiç bir takımın hissetmediği kadar rahatsız edici bir gol problemleri var. Ama kadrolarında herhangi bir boşluk yok. Sorun yaratacak bir bölgeleri de yok. 2006'da yine aynı şeyler konuşuluyordu ve final oynadılar. O kadrodan tek eksik Zidane. Bu sebeple final oynarlar demek yerine ölüm grubundan çıkmaları zor diyorum. İlk maç mahmurluğuyla Romanya'ya puan kaptırırlar, son maçta İtalya tokadıyla sarsılırlar, bu da senaryom olsun.


6) Çek Cumhuriyeti: Nedved gitti, Koller yaşlandı, yine de çok tecrübeli bir kadroları var. Kaleci açısından sorun yok, defans hattı Serie A'nın iyilerine sahip, orta saha ve forveti Rosický bağlantısına sahip bela bir grup olarak nitelendirebiliriz. İsveç'le benzerlikler taşıyorlar ancak tecrübe ve beraberlik açısından bir adım öndeler. Grupta lider olacaklarına dair inancım var, burada en önemli veri de istikrarları.

5) Hırvatistan: 2-3 mesaj aşağıda yeterince övgü dizdim. Biraz da olumsuz yazalım. İngiltere karşısında olabilecek en iyi futbolu mu oynadılar? Bilemem ama o zafer takımda bir doygunluk yaratabilir. Bilić kuraya çok sevindi, küçümsemeye hiç gelmez, bu işler ciddi işler. Tüm yeteneğe ve enerjiye rağmen işi çok ama çok sıkı tutmak lazım. Şu an itibariyle benim sürpriz adayım ve kendilerinden yarı final bekliyorum. Ama turnuvaya sürpriz takım olarak gitmeyecekler, baskı altında oynamayı ve iş başa gelince performansı yükseltmeyi bu geç kadro becerebilirse görünürde sorun yok.


4) Hollanda: Turnuvanın yaratıcılık anlamında en değerli kadrosu. Aynı zamanda o kadar derin bir kadro ki, herhangi 11 as oyuncudan biri sakatlığında sorun yaşanacağını sanmıyorum. Kaleci van der Sar geçtiğimiz sezon kariyerinin en iyi dönemini yaşadı; Sneijder, Robben, van Persie, Kuyt, van der Vaart üst düzey takımlarda önemli oyuncular. Bizim milli takımımız gibi defansif anlamda istikrar sorunu yaşayan bu dengeli takımı, kadroya yakın zamanda geri dönen Seedorf ve van Nistelrooy liderlikleriyle yönlendirirlerse, Dünya Kupası'nda Portekiz'e kaybederken çok aradıkları o takım karakterini korumakta da sıkıntı çekmeyeceklerdir.


3) İspanya: Hep iyiler, ama başarıları yok. 2002'de ciddi bir başarının kıyısından ellerinde olmayan sebeplerle döndükten sonra giriştikleri gençleşme operasyonunda takımı sürükleyen bazı oyuncular kesik yemişti. Şu anda bir istikrar yakalamış gibi gözüküyorlar. Fabregas'ın olağanüstü performansının milli takıma yansıması en büyük merak konusu. Eğer bu konuda olumlu bir kimya oluşturabilirlerse onlar da derinlik açısından zirvedeler. Hollanda'daki lider oyuncu potansiyeline sahip olmasalar da defanslarında daha dirençli bir görüntü sergiliyorlar ve bu da onları bir adım öteye koyuyor. Bir de grup aşamasını daha serin geçecekleri gerçeği var.


2) Almanya: Onları bu listenin daima en tepesinde tutacak bazı faktörler var. Birincisi kazanma alışkanlığı, bir diğeri turnuva takımı olmaları. Her ne kadar olayın geyik boyutuna bir göz kırpış olsa da, Almanya'nın milli takım konsantrasyonunun diğer ülkelerle kıyaslanmayacak derecede olduğunu söyleyebiliriz. Hollanda, İspanya ve Fransa'ya göre daha kısıtlı bir kadroları var ve daha kötüsü Ballack neredeyse dibe vurdu. Ama Almanlar daha kötü kadrolarla çok iyi yerlere geldiler. Klose müthiş bir olgunluk içinde, Löw'ün kısa milli takım kariyerinde verdiği güven de onu van Basten, Domenech ve Aragones'in önüne koyuyor. Kolay gruptan fazla hasar görmeden çıkarlar, sonrasında tecrübeleri devreye girecektir.


1) İtalya: Onlar için söylenecek çok söz yok. Totti'nin bırakmasına rağmen yaratıcılık konusunda problem yaşamıyorlar. Pirlo dünyada eşi benzeri olmayan bir organizatör. Toni ceza sahası içinde kusursuza yakın bir golcü. Buffon ayarında kaleci dünyada yok. Olası bir Totti ve Nesta geri dönüşü gerçekleşmese de Zidane sonrası Fransa'nın yaşadığı sendromu yaşamazlar zira takım içinde müthiş bir hiyerarşi ve harmoni var. Kimin karşısına çıkarlarsa çıksınlar favori olacaklar.

06 Aralık 2007

Bırakma bizi Wilander

Mats Wilander 2008 sezonu için Paul-Henri Mathieu’nün koçu olmuş, Patrice Hagelauer ile birlikte çalıştıracaklarmış Mathieu’yü. Hagelauer’yi tanımıyorum, ve özür diliyorum kendisinden.

Ne acayipsin sen Fransızca telaffuz. (Majere’yi göreve çağırıyorum, gerekli düzeltmeleri yapsın.)

Ayrıca yazın Amerika Açık’tan önce Golovin’e de koç oldu. Turnuva sonuna kadar çalıştıracak en azından diyorlardı ama sonra noldu bilemiyorum.

Sana giren çıkan mı var diyebilirsiniz, daha kibarca elbette, yoksa ayıp. Eğer bu yüzden mahrum kalacaksak Wilander’den Eurosport’ta Grand Slam’lerde, daha doğrusu Roland Garros’da, onu bilmiyorum işte.

O Wilander ki bize toprakta top sektiğinde nasıl iz bırakır, o iz ne anlama gelir, onları öğretmişti. Bunun yanında da türlü türlü espriler.

Kendimi 6 Pas’a bağlanan RTÜK başkanı ertesindeki Ahmet Çakar gibi hissediyorum. Beyler korkuyorum, sıkıntı var...

05 Aralık 2007

Pek yakında: "Lucescu Beşiktaş'ta!"


İlk iki maçta 6 puan alan Lucescu'nun Şaktar'ı Milan'dan yediği tokatların ardından toparlanamadı ve son iki maçını da kaybedip, son dört maçta 0 çekerek grupta sonuncu oldu. Büyük hüsran. Ayrıca Şaktar iyice palazlandı ve diğer iki takımdan daha zengin olanakları bulunan bir takım olduğu da söylenebilir. İlk maçlarda yendikleri bu iki takıma da geçilmelerinin Lucescu'nun sezon bitiminde kovulmasına sebep olması kuvvetli bir ihtimal. Eh, Beşiktaş'ın da pek parlak durumda olmadığı malum. Lucescu'nun Beşiktaş'tan gelen teklifleri özellikle Şaktar'ı satmış olmamak adına çevirdiğini de hatırlatayım.

Bu arada Lucescu'nun Beşiktaş forumlarında sürekli bir kıyas alınma, isminin anılma durumu vardır. Bakalım o akıma ne olacak; bu defa çok fena patladı çünkü Luce.