28 Kasım 2007

Michael Owen - Slaven Bilić

Meşhur İngiltere - Hırvatistan maçının ardından, Owen "Hiç bir Hırvat oyuncu İngiltere Milli takımına giremez, her açıdan onlardan fersah fersah yetenekliyiz" buyurmuş. Böyle bir mağlubiyetten, tarihe geçtikten sonra yapılan açıklama biraz komik geldi bana. Haklı olduğunu düşünenler olabilir, belki de oyuncuları tek tek ele alınca böyle bir sonuca ulaşılabilir; ancak ne önemi var? 11 futbolcunun 11 futbolcuya karşı mücadele ettiği bu oyunun sonucuna tesir eden etkenleri bilmiyor mu Owen, iki maçtır yenildikleri yeniden doğmuş bu takımı aşağılıyor?

Hırvatistan'ın kadrosu imrenilecek güzellikte. Eduardo, Kranjčar, Rakitić, Modrić, Srna, Ćorluka gibi yetenekler Avrupa futbolunda kısa bir süre içinde ciddi ses getirecekler, özellikle 2008'de gelmesi sürpriz olmayacak başarıdan sonra. En az Boban'lı Bokšić'li Šuker'li jenerasyon kadar yetenekliler. O jenerasyonun banko defans oyuncusu Bilić, takımın genç teknik direktörü. Belki de bizim yıllardır hayalini kurduğumuz "genç, yetenekli, güzel futbol oynayan milli takım" profilinin sözlük anlamı bu takım.

Zaten Bilić kısa bir süre sonra makul cevabı verdi. Uzun uzun açıklamaya gerek yok ancak özet geçmek gerekirse, "Futbol değişti sevgili Owen, uyan artık" temalı bir açıklama yapmış, en vurucu cümlesinde de "Yetenekten ziyade problemi kendinizde arayın, u21 oyuncularınız klüp takımlarında oynamıyorlar bile" demiş. Gözümde daha da büyüdün Bilić. Bakalım 2010 elemelerinde bu işin dönüşü nasıl olacak?

P.S. : Owen'ın 16 milyon pound karşılığı Wigan'a geçeceği konuşuluyor. İlginç bir transfer olur, hele bir de Wigan küme düşerse.

Şişkinho

Fotoğraf bir forumdan alınma. Yıllarca Ronaldo ile şişko diye maytap geçtik, fazla kiloları sebebiyle asla olması gereken fenomen haline gelemediğini okuduk durduk. Adamın vücudundandaki yağ oranının %4 civarında olduğunu duyunca Mustafa Sandal'ın "Yağ oranım %13,5" açıklaması da akıllara gelmedi değil. Fotoğrafın soldaki kısmı Ronaldinho'nun Barcelona'daki ilk sezonundan, sağdaki kısmı ise geçtiğimiz sezondan. Bu farkın kendisi de farkında değil ki, formayı çıkarıvermiş.

26 Kasım 2007

Birmingham'lı Faruk

Premier League'de oynayan TC vatandaşları deyince akla kim geliyor ? Emre, Tuncay.. Tamam.. Peki başka var mı ? Var..

Faruk Gürsoy, ya da daha bilinen adıyla Richard Kingston ya da Dünya Kupası'nda formasının arkasına yanlış yazılmış haliyle Richard Kingson. Faruk Gürsoy isminin nereden geldiğini açıklamayacağım, zira 'çok saçma'. Birmingham City'de bu sene. İngiltere'de kaleci mi kalmadı da Kingston'a kadar düştü Birmingham diyecek olursak, 'Evet kalmadı' diyebiliriz. Zira İngiltere'nin daha doğrusu Carson'ın Hırvatistan'dan yediği ilk gol buna işaret ediyor. Bu hafta da Premier League'de ilk maçına çıktı Faruk. League Cup maçında daha önce oynamışlığı vardı.


Türkiye'de neredeyse oynamadık takım bırakmadıktan sonra İsveç'te, Hammarby'da 1 sene oynamıştı. Sene başında ise Birmingham ile anlaştı. Steve Bruce'un Wigan'a gitmesiyle antrenörsüz kalan Birmingham'ı zor bir maçın beklediği zaten belliydi. Bir de bunun üstüne Kingston ya da Faruk öyle de bir gol yedi ki, zaten işi zor olan Birmingham'ın hiç şansı kalmadı..
Şuradan golü izleyebilirsiniz, ikinci gol de harika bir gol. Onu da izleyin oraya gitmişken.

Portsmouth iyi gidiyor. CL pozisyonu için işleri hiç ama hiç kolay değil ama bunu sonuna kadar zorlamakta kararlı görünüyorlar, Everton ve Aston Villa da aynı amaç için uğraşacaktır tabii ki. Birmingham küme düşme hattından fazla uzaklaşamayacak bence. Steve Bruce'un Wigan'da ne işi var ? Wigan'ın Premier League'de ne işi var ? Düşsün bu sene Wigan. Derby düşmesin ama..

24 Kasım 2007

Mila kura si planina


Bu abimiz, Tony Henry. Tipinden anlaşılmasa da pencereleri indirebilecek bir sesi var, zaten İngiltere'nin ünlü opera sanatçılarından birisi kendisi.

Çarşamba günkü maçtan önce bayramlıklarını giyinip, Hırvat milli marşı, Lijepa Nasa Domovino*'yu seslendirmek için görevlendirilmiş FA tarafından. Güzel bir jest tabi, her ne kadar 80000 kişi o marşı yuhalayacak olsa da. Tabi Hırvatça bilmeyen biri, sesi ne kadar gür olursa olsun, hata yapması normal. Henry de küçük bir hata yaptı. "Mila kuda si planina" demesi gerekirken, "Mila kura si planina" demesini de, Wembley'de Hırvatlar dışında kimse farketmedi doğal olarak. Şimdi işin asıl gırgır tarafı, söylemesi gereken mısrada dağlarını ne kadar sevdiğini bahsedecekken, ufak bir hatayla, aletinin dağ gibi olduğunu söylemiş olması. Acaba bizim maçta olsa böyle bir olay, ne olurdu ?

Tabi ortaya çıkınca özür falan dilemiş. Gerçi Hırvatlar da işe espriyle yaklaşmış, o hata dışında da çok iyi olduğunu söylemişler falan. Hatta Henry'nin menajerine göre Euro 2008'e davet etmişler onu. İngilizler onu anlayamamışlar ama orda da Hırvatlar onları makaraya almışlar, haberleri yok.

* : Our Beautiful Homeland

23 Kasım 2007

Luka Modric


Wembley fatihi Hırvatlar'ın, o maçta en çok parlayan adamlarından biri Luka Modric. Şu aralar can çekişen Balkan kulüplerinin bana göre en iyi futbol oynayanı, Dinamo Zagreb'in playmaker'ı. Çarşamba gecesi Gerrard, Lampard, Barry gibi azmanların yanında A takım idmanına çıkmış çocuk gibiydi orta sahada, maç başlarken. Maçtan sonraysa İngiltere'ye top yaptırmayan, takır takır da hücumunu yapan Srna-Kovac-Kranjcar'lı orta sahanın yıldızlarındandı. Arsenal haberleri vardır ama son defileden sonra sanmıyorum ki Wenger Akademisi'ne bıraksınlar.

Pele de nereden çıktı?


Pele şüphesiz bu dünyaya gelmiş en büyük futbolculardan birisi. Bir biyonik mucize, o muhteşem kuvvete ülkenin kendine has tekniğini ve müthiş oyun zekasını eklemiş bir süperstar. Brezilya'nın 1950 Dünya Kupası ile dibe vuran futbol heyecanını tekrar doğurmuş, 15 sene boyunca en tepede tutmuş bir yıldız.

Halit Kıvanç'ın Türk sporu ve spikerliği için nasıl bir kilometre taşı olduğu belli. Bugün 80 yaşındaki bu dev çınarın dünyanın dört bir yanında sayısız hikayesi vardır; ancak en çok anlattığı ve övündüğü şüphesiz Pele röportajı. 1958 Dünya Kupasında kimsenin iplemediği Pele ile röportaj yapınca Brezilya'da bile 'Pele'yi keşfeden adam' olarak anılmış ve o gün bugündür kendisiyle dost. Maradona - Pele kıyaslaması sorulduğunda "Ben bu soruyu kabul bile etmem" diyecek kadar aralarında bağ var.

Efsane oyuncu bugünlerde ne olduğunu bilmediğim bir seminerde konuşmak için İstanbul'a geldi. Tabi Halit Kıvanç ile buluşmaları ve sarılmaları hemen haber konusu oldu. Bu bizim ülke için gurur verici bir şey olmalı diye düşünüyorum, bir sorunum yok. Benim kafamın takıldığı nokta Halit Kıvanç'ın Pele'nin ismi ile ilgili kitabında ve röportajlarında verdiği bilgi. Bakın nasıl anlatıyor kendisi:


"Bromo Oteli'nde kalıyoruz. Basın üssü bir mekan... Her gazeteci kendi ülkesinden üç sporcu getiriyor. Diğer meslektaşları da röportajlar yapıyor. Brezilyalı spiker de biri Zito, diğerini hatırlamadığım iki ünlü futbolcu ile geldi. Bir de yedek bir çocuk var. Alman ve İtalyan arkadaşlarım var yanında. Ben onlardan daha çok yararlanıyorum. Onlar çok büyük temaslar yapıyorlar. Bir odaya geldik. Aaaa!... Zito!.. Bir dolu insan Zito'nun etrafını sardı.

Orada o zenci çocuk tek başına. 16,5 yaşında, bir o kadar da mahzun... Spikere, 'Bu kim' dedim. 'Bunun adı Edson Arantes do Nascimento ama bizim orada fakir çocuklar teneke kutularla top oynarlar. O top taşa çarpar, (ple) diye ses çıkarır. Bu oğlan öyle atıyor ki müzik gibi ses gelir. Onun için bu çocuğa (Pele) diye isim takmışlar' dedi. İtalyan arkadaşıma anlattım. 'Yok canım, boş ver. Bunu yazamam gazeted
en beni kovarlar. (Brezilya'nın yedek oyuncusuyla mı röportaj yaptın) derler' diye kestirip attı. İşte o an, Türk insanının duyarlılığıyla hareket ettim. Kimsenin ilgilenmediği yedek oyuncuyla fotoğraf çektirdim. Zito geldi, konuştuk. Fotoğraflar filan... O dönem Türkiye Spor'da bu haber büyük bir şekilde yayınlandı."

Dikkat çekmek istediğim kısım, Pele'nin isminin nasıl çıktığı. Tabi ilk duyduğumda "Ulan teneke taşa vurunca 'pla' diye ses mi çıkarır, hadi çıkardı diyelim, nasıl oluyor da bu adamın ismi haline geliyor?" diye düşündüm. Olayın aslı wikipedia'da başka, ve daha mantıklı. Bugüne kadar Pele'nin ismini teneke-taş kombinasyonu olarak benimsemiş Türk gençliğine yeni bir bakış açısı olarak sunuyorum:

He was named after the American inventor Thomas Edison and was originally nicknamed Dico by his family. He did not receive the nickname "Pelé" until his school days, when it is claimed he was given it because of his pronunciation of the name of his favorite player, local Vasco da Gama goalkeeper Bilé, which he misspoke "Pilé". He originally disliked the nickname, being suspended from school for punching the classmate that coined it, but the more he complained the more it stuck. In his autobiography, Pelé stated he had no idea what the name means, nor did his old friends. Apart from the assertion that the name is derived from that of Bilé, the word has no known meaning, although it does resemble the Irish language word 'Peil', meaning football.

Yani Türkçesi, ailesinin Pele'ye verdiği takma ad Dico. Pele ismi, küçükken favori oyuncusu olan Bilé'nin adının zamanla kendi yanlış telaffuzu sebebiyle deforme olup kendisine monte edilmesiyle oluşuyor. İlk başlarda bu isimden hoşlanmayıp arkadaşlarıyla kavga etmişliği de var.

22 Kasım 2007

Edmilson vs. diğerleri

Edmilson, isim vermeden ağır girmiş takıma. Takımda maç değil para kazanmayı seven bazı çürükler var demiş. Takım içindeki sorunları soyunma odasının dışına çıkaran adamları sevmem ama Edmilson o tip, kaypak futbolcu tanımına da uymuyor. Kaka'nın ne kadar dindar olduğunu biliyorsunuz, Edmilson bir üst modeli Kaka'nın. Bir süre de bu tartışma götürür, sonra Krkic'in çocuğu falan çıkar muhtemelen ortaya.

We know drama #2


Elemelerin en büyük kapağı. Ruslar'la kafayı bozdular kaç gündür, madem öyle dedi ve kucağına bıraktı İngiltere'nin bombayı, Rusya. Kapağın yarıçapını büyüten, cumartesi gecesine kadar Euro 2008'e gidememeyi kısmen de olsa kabullenmiş bu hevesli adamların eline fırsatın geçmesiydi. Cuma, hazırlık maçında Avusturya'ya karşı oynadıkları vasat futbol da henüz Rusya İsrail'e kaybetmemiş olduğundan gereken tepkiyi almadı. Şimdi bütün gazetelerde şapkadan tavşan çıkardı falan yazıyor da, Avusturya maçına da Carson'la çıktılar. Bana göre İngiltere'nin hali hazır en iyi kalecisi David James'tir. McClaren, Robinson'ı kadro dışı bırakarak akıllıca bir iş yaptı ama bu maç Carson'la çıkılacak bir maç değil ve aslında bunu göreve gelirken dışladığı Beckham'ı geri çağırarak farkında olduğunu gösterdi. Ve kendiyle fazlasıyla çelişti.


Sopcast'e bir kez daha şükredelim ki gecemizi kurtardı ve Ali Sami Yen'de vasat bir balkan takımıyla boğuşan ve anonsçu dallamanın gaz verme ihtiyacı duyduğu Türkiye'nin "ya yersek" temalı kötü futbolundan bir nebze de olsa kurtulabildik. Çin kanalından takip edebildiğim kadarıyla, nerdeyse 90.000 kişi Wembley'de Hırvatistan'ın milli marşını yuhaladı. Yazılı olmayan kurallardan birini çiğnediler aslında, asla iddiasız takımı tahrik etme. Öyle ki haftalardır İngiliz yalakalığı yapan Slaven Bilic bile 3. golden sonra sağa ve sola iki depar atıp, Mourinho-vari bir yumruk şov yaptı tribünlere. Solosunu yedek oyuncular ve antrenörlerin üzerine atlayarak tamamladı.


Bu arada Carson'a herkes fazlasıyla yüklenmiş, ben pas geçiyorum. Zaten Crouch ve Beckham dışında dün ayakta kalan biri yoktu da benim asıl hedefimdeki adam Wayne Bridge. Ben Abramovic olsaydım dün gece Rusya'nın dramatik zaferini kutlayacağıma, kulübe gidip Bridge'in sözleşmesini yırtardım. İbrahim Üzülmez veya Alpay Özalan'dan beri izlediğim en kötü bireysel performans diyebilirim. Corluka ve Srna'nın orayı koridor yapması ve kaptırdığı riskli toplar bir kenara, çok şık bir vuruşu kendi kalesinin direğinden döndü. Maçın adamı sensin Wayne.


750 milyon pound'luk Wembley'in zemini dün felaketti. Borçların ödenmesi için, mümkün olan her etkinliği yönlendirirsen olacağı bu. 24 gün önce Amerikan futbolu maçında güzelim sahaya tecavüz edilmiş ve sebep de buymuş.


Hırvatistan'ın bu reaksiyonu, onlarca kir, pas ve şüphe içindeki futbola ve İngiltere'ye sağlam bir postadır. Pompey'li Kranjcar'ın golü ve Arsenal'li Eduardo'nun asisti İngiltere futbol tarihinde belki de Macar hezimetinin yanında yer alacak.

18 Kasım 2007

We Know Drama

3 tane kilit maç vardı, izlenmesi gereken dün gece. TV'de bizim maça bakarken de Sopcast'ten de ara ara İskoçya - İtalya ve İsrail - Rusya'ya baktım.


İşi daha da dramatikleştiren, 3 maç da avantajlı takımın aleyhine bitti. Britanya'da Euro 2008'de evinde İskoçlar'ı izleyen İngilizler'i düşündükçe, akşam akşam biraz olsun keyiflenmiştim. İskoçya'da maçı daha da zorlaştırsın diye sanki inanılmaz bir yağmur ve beklenildiği gibi harika bir seyirci vardı ama olmadı. Aslında İskoçya işi, Toppmöller'in maça 16-17 yaşında çocuklarla çıkmasına rağmen, Gürcistan'a yenilerek batırmıştı. İtalya'nın 2. golünü hakemin yarattığını da söyleyelim, gerçi beraberlik de işine gelmiyordu İskoçya'nın ya.


Ruslar'ınki daha da dramatikti. Aslında goller, skorlar ve dakika olarak üsttekiyle aynı gibiydi. Ruslar'ın defansı felaket, ama öyle bir maçtı ki İsrail maçın başında iki kere kontratakla geldi biri gol oldu. Ondan sonra maçın sonuna kadar Rusya tek kale top oynadı ama girmeyince girmiyor işte, kusura bakma Hiddink. 90+1'de yedikleri gol de kapak oldu, berabere bitse İngiltere'nin berabere kalması bile yetiyordu. Şimdi İngiliz'lerin Hırvatistan'a kaybetmesi lazım. Böylece golleri atan Barda ve Golan, İngiliz bahis şirketi Betfred'den son model Mercedes, Ben Haim de Joe Cole'dan bir tatil kazandı.

Bizim maça söylenecek bir şey yok bence, elemelerin başından beri en iyi futbolu en kilit maçta oynadık. Yıllardır, kritik yerlerde sıçan Türkiye bu kaderini yavaş yavaş değiştirecek gibi duruyor. Ayrıca, Gökhan Gönül hakikaten harika bir adam. 6 ay öncesine kadar 2. ligde olan bir oyuncu için, şu yaptığı çıkış inanılmaz.

4 takım hala garantilemedi ama aşağı yukarı belli oldu Euro 2008'ciler de.

Avusturya
İsviçre
Almanya
İspanya
Fransa
Yunanistan
Romanya
Hırvatistan
Polonya
Çek Cum.
İtalya
Hollanda
Portekiz* (Finlandiya/Sırbistan)
İngiltere* (Rusya)
İsveç* (K.İrlanda)
Türkiye* (Norveç)

16 Kasım 2007

Klüpten büyük oyuncu


Çok severiz sözleşme imzalamayan, gönderilmek istendiğinde klüp beğenmeyen, kafasına göre antremana çıkmayan oyuncular için bu lafı kullanmayı: "Hiç kimse klüpten büyük değildir!" Kobe Bryant sezon başından beri Lakers'ın hedefleri ile kendi hedeflerinin uyuşmadığını, ayrılmak ve şampiyonluğa oynamak istediğini her fırsatta dile getiriyor. Yani açıkça takasını istiyor. Hâlen maçlara çıkmasına, takımı adına mücadele etmesine rağmen yanındaki takım arkadaşlarının yetersiz olduğunu düşünüyor.

Lakers, eli kolu bağlı, önce Bulls'un Luol Deng'li teklifini değerlendirdi, Kobe "Deng gelecekse ben gitmem" dedi. Şimdi kulislerde Pistons'un Richard Hamilton, Tayshaun Prince, Amir Johnson pakedini sunduğu, takımların anlaştığı, ancak Kobe'nin yine arıza çıkardığı konuşuluyor. Bunların sebebi de Kobe'nin 2004 yazında imzaladığı sözleşmesinde yer alan takas önerilerini reddedebilme opsiyonu. Shaq için arıza çıkaran ve o dönemin en etkili ikilisini bozan Kobe, şimdi iddiasız olmaktan sıkıntılı, üstüne üstlük yanında şampiyonluk tecrübesi olan Chauncey Billups ve Rasheed Wallace gibi iki yıldız ile oynamak bile kesmiyor. Kobe Lakers'tan büyüktür deyip olayı başlıkla ilişkilendirmeyeceğim ama, sanırım kendisi aynen böyle düşünüyor.

Öp amcanın elini

(GettyImages)


Testi kırıldıktan sonra kulak çeksen işe yarar mı?

“I’ve played with people I don’t like. I’ve won with people I don’t like,” Thomas said.

Breh breh breh...

15 Kasım 2007

Roger Federer & Mikhail Youzhny

Günaydın Paşam, Shanghai'da Sabah Oldu


Dün Hürriyet'in spor sayfalarına bakarken dikkatimi çekti, bizim gazetelerde o kolonlardaki kısa haberlerden güzel malzeme çıkar hep. Federer resmini görünce bakayım dedim, sonuçta Shanghai'da Grand Slam'lerden sonra en prestijli turnuva olan Masters Cup devam ediyor. Sevindim o ufak zaman aralığında, önceki gün Gonzalez'in Federer'i yendiği haberi falan olabilirdi heralde ki koskoca Wimbledon'ın bile yayın haklarını alıp, turnuvanın içine sıçarak yayınlayan (CNN Türk) bir milletin topraklarındasınız.

Her neyse haberde okuyabileceğiniz üzere Federer'in sezonu 1. sırada bitirmeyi garantilediği yazılıyor son Basel şampiyonluğuyla. E birader, yuh yani, bu mu verdiğin haber. Hayır bizim medya internetçidir, copy-paste'çidir ama insan bari bir ATP'nin sitesini falan açar illa haber yazıcam ben tenisle ilgili diyorsa. Basel turnuvası bitmiş 3 hafta önce. Arkasından biri Paris Masters olmak üzere, 3 turnuva geçmiş. Onu bırak, Federer 1. liği aylar öncesinden garantiledi, bunu bilebilmek için azılı takipçi olmasına da gerek yok bu sporun.

"Çin'in Şanghay kentindeki ödül töreninde konuşan.." diye başlayan son cümle de güzel zaten. Shanghai'da napıyor bu adam acaba, merak ettiler mi? Merak eden varsa, Shanghai Masters şu an devam etmekte, Hürriyet Spor Servisi'nin haberi olmasa da..

12 Kasım 2007

Underrated?



Tim Cahill'i severim. Sırasıyla aldığı Millwall ve Everton etiketlerinden dolayı, etraftaki geniş Liverpool cemaati ve bir iki İngiliz holigan filmi izlemiş olanlar, pek ilgi duymazlar, küçük takımın büyük oyuncusuna. 18 yaşında geldiği Millwall'da, 7 sene oynadı. 241 maçta 58 golle kulübün yaşayan efsaneleri arasında. 2004'te, oyuncu-menajer Dennis Wise'la beraber, tarihinde ilk kez FA Cup finaline çıkardı. Finalde Manchester United'a 3-0 yenildiler ama Millwall'u UEFA'ya soktular.



Geçen sezon kupada Everton, Millwall'la eşleştiğinde Cahill için zor bir maç olmuştu. 1-1'in rövanşında, Goodison Park'ta maçın tek golünü atıp, Millwall'u eleyen Cahill golden sonra sevinmemişti bile. Tekniğin, taktiğin bittiği böyle noktalarda oyuncuların başka karakterleri çıkıyor işte ortaya, sevilebilecek.



Dünya Kupası'na gitti sonra 2006'da. Hiddink'in Avustralya'sında ilk maçta 11'e bile giremedi. Zico'nun Japonya'sına açılış maçında 1-0 mağlupken, 2. devrede Mark Bresciano'nun yerine oyuna girdi. Son 5 dakikada 2 gol attı, uzatmada John Aloisi attı bir tane de, 3-1 aldılar o maçı. Avustralya'nın Dünya Kupası tarihindeki ilk golünü atmış oldu. 2. maçta Brezilya'yı zorladılar ama 2-0 yenildiler. Grubun son maçında Hırvatistan'la epik bir maç yaptılar, 3 kırmızı kart, 2-2'lik skor ve Cahill'in sayılmayan bir golü vardı ama bu skor Avustralya'yı 2.tura çıkardı tarihinde ilk kez. 2.turda, daha sonra Dünya Şampiyonu olacak İtalya'yla eşleştiler. 50'de Materazzi haksız bir kırmızı kartla atılınca, Avustralya bastırmaya başlamıştı. Maçın sonlarına doğru, Cahill'in vurduğu kafa kaleye girse kupanın gidişatı değişecekti. Herkes uzatmalara hazırlanırken, 90+'da Fabio Grosso soldan çalımlarla ceza sahasına girdi ve kendini yere bıraktığında hakem Luis Medina Cantalejo penaltıyı çalmıştı. Totti'nin penaltısı Avustralya'yı elemişti ama Cahill, yedek kulübesinde başladığı Dünya Kupası deneyimini Avustralya'nın en iyi oyuncusu olarak kapamıştı.





Neyse, çok uzatmayayım. Cahill hakkında bir iki kelam etmek istedim, geçen seneki büyük sakatlıktan nihayet döndü. Döner dönmez UEFA'daki Larissa maçında 1 gol 1 asistle maçın adamıydı. Sonra Carling Cup'ta Luton'a karşı zorlanan Everton'da yine ağırlığını koydu ve uzatmada attığı golle Everton'ı 5 yıl sonra ilk kez bir kupada çeyrek finale çıkardı. Ve yazıyı bugün yazmama en büyük etmen, dün Chelsea deplasmanında son dakikada attığı mükemmel beraberlik golü. Sakatlıktan sonra 5 maçta 3 gol 1 asisti var, sezona nadasta başlayan Everton için Cahill'in dönüşü tam da aradıkları şey.

Sandri'den Sonra: Roma
















11 Kasım 2007

Sandri'den Sonra: Milano






"Per Raciti fermate il campionato ma la morte di un tifoso non ha significato."

"Raciti* için ligi durdurdunuz ama ölü bir tifosonun hiç bir önemi yok."


*: Raciti, Catania'daki olaylarda ölen polis.

Sandri'den Sonra: Bergamo















Bloody Sunday



İtalya yine karıştı.

Gabriele Sandri, 26 yaşında, Lazio taraftarı bir DJ. Parma deplasmanına giden Juve'lilerle, Inter deplasmanına giden Lazio'luların aynı mola yerinde karşılaşmaları sonucunda çıkan kavgada, polis kurşunuyla arabasında ölü bulundu.

Olay tabi bütün stadlara ve bütün taraftarlara yayıldı. Zaten polise karşı gelmeye yer arayan gruplar galeyana geldi.



Atalanta-Milan maçından önce, Atalanta Curva Nord polisle çatıştı. Maç henüz başlamıştı ki bariyerleri yıkıp sahaya girdiler, maç iptal oldu. 21 oyuncunun da kolunda siyah bant vardı, Seedorf dışında. Belki de en güzel ayarı o verdi; Kaladze'nin kardeşi Gürcistan'da kaçırılıp öldürüldüğünde kılını kıpırdatmayan federasyon, şimdi bizden kendi yarattıkları sisteme kurban olan biri için yas tutmamızı istiyor, bunun yolu bu değil, futbolu yönetenler işlerini beceremediği için futbol bir kez daha kaybetti, gibisinden bir açıklama yaptı.



Roma-Cagliari maçı da ertelendi, Roma'da Lazio ve Roma'lılar beraber polisle çatışmış. San Siro'da haberi alan Inter ve Lazio'lular da polisle gerginlik yaşamış. Etraftaki kameraman, muhabir ne varsa elden geçirmişler. Torino-Catania maçında protesto için bazı tribünler boş bırakılmış, Siena-Livorno ve Reggina-Genoa maçlarında sadece polis aleyhine bağrılmış. Alt lig maçlarında falan da durum aynı. Hatta bazı basket maçlarında bile hep aynı tezahürat var: "Katiller!" Lazio'lular kavgaya karışan taraftarların polis aleyhinde açacakları davaların masraflarını karşılamak için banka hesabı açtı.



Catania'daki olaylardan sonra gerilen tifosi-polis ilişkisi, halk ayaklanmasına doğru yönelmiş vaziyette. Aradaki davalar şu an için rafa kalktı, herkes Gabriele'nin arkasından bir oldu. Bu lig iptal olur gibi, olmazsa daha da kan akacak, ondan kimsenin şüphesi yok.

10 Kasım 2007

Amerika'lılar futbolu sever mi?


Beckham'a saçtığı paralarla dünya spor gündemine oturan LA Galaxy, şimdi de Ruud Gullit'le anlaşarak iddiasını ispatlamaya çalışıyor. Becks'in geldikten kısa bir süre sonra sakatlanmasına ve ligin dibine demir atmalarına rağmen Gullit, takımı yönetecek olmaktan heyecan duyduğunu söylemiş. İkinci cümlesi de "Beckham'a kimseden farklı davranmayacağım".

Gullit'in biraz tribüne oynadığı belli. Futbola ilginin olmadığı bir ülkede lig sonuncusunu yönetmek pek de heyecanlı olmasa gerek. Amerika milli takım bazında başarılı bir ülke; ancak halkın hâlen futbolu izbandut gibi adamların elinde topla koşması olarak algılamaları, güzelim 'ayaktopu'na soccer adını takmaları gibi faktörler bâki kaldıkça futbolunun baharını yaşayan oyuncuları çekecek bir atmosfer yaratmaları çok zor. Amerika isterse futbolun NBA'ini kurar argümanı bana hep komik gelmiştir, böyle bir şeyin gerçekleşmesine ihtimal verenler de öyle.


Bu noktada, iyi veya kötü, futbolu sevdirecek elçi görevini göre Beckham'a takımdaki diğer adamlardan farklı davranılmayacak olması biraz da dökülen paraya yazık dedirtiyor. Beckham Amerika'lıların futbola olan sevgisini/ilgisini artırmak gibi görünen amaç dışında, dünyanın kaliteli futbolcuları için bulunduğu yeri cazip hâle getirmek gibi bir misyonu da yüklendi farkında olmadan. Kendisini özel hissetmezse bunu yansıtamaz ve bu noktada Amerika sadece parayla cazip bir futbol ülkesi olamaz. Bu nedenle Gullit'e yeni görevinde başarılar dilerken, Beckham'la iyi geçinmesini öneriyorum.

Not: Futbolu futbolcular yönetir hesabı, LA Galaxy'nin general manager Alexi Lalas'mış, tanırsınız. Üstteki resimde en solda kendisi. En sağdaki de yine ünlü Amerika'lı topçulardan Kobi Jones, Gullit'in asistanlığını yapacak.