28 Eylül 2008

Çalışmalarınızı kaybetmemek için kaydedin

Ertuğrul Sağlam "Bir sistem oturtmaya çalışıyoruz, eleştiriler var diye bundan dönmeyeceğiz, vıdıvıdı" dediğinde sevinmiştim, hoca bu sezon daha dirayetli olacak, iyidir diye. İki gün sonra 4-4-2'ye dönüş yaptı, o günden beri maçlara 4-4-2 çıkıyoruz, sistem oturtma oldu size patlıcan oturtma.

Sevindiğim noktalardan biri Tello'nun sol bek olmasıydı, bunda da ısrarcı olacağını sanmıştım. İlk üç hafta itibariyle Tello'nun gerçek yerinin sol ön olduğu buyruldu, burada da bahsetmiştim. Metalist maçı, Antep maçı, İBB maçı... Yürekten bir biçimde Tello'nun iyi oynadığını söyleyebilecek olan varsa, onu geçtim, kötü oynamadığını söyleyebilecek olan varsa gelsin yürekten bir biçimde yüzüme tükürsün. Mustafa Denizli bugün "Gerçek yeri orası ama Tello mutsuz" diyordu en son. Hadi ya? Hani sol bek olduğu içindi mutsuzluğu? Rıdvan öyle diyordu (Holosko gibi). Sakın adam orta sahada oynamak için fazla sıradan, düzoğlu düz olmasın?

Geçen hafta Serdar Kurtuluş'a sevindik, nihayet yerine döndü diye, bu hafta sağ bekteydi, geçen hafta sağda iyi oynayan Toraman da yedek kulübesinde. Ne yaptı Serdar, 45 tane orta mı yaptı sağdan? Nasıl bir katkısı oldu oyuna? Peki Cissé ne yapıyor? Uğur ne yaptı? Geçen hafta 67. dakikada oyundan alınan Serdar'ın o dakikaya kadar gösterdiği performans bunların yanında formda Vieira gibi gözükmüyor mu? Ertuğrul Sağlam hakikaten geçen haftaki Serdar'ı beğenmedi mi ve ciddi olarak bu Cissé'de olumlu bir şeyler görüyor mu? Sağ 3.75, sol 4.25 olabilir mi?

"Nobre tehlikesi"ne dikkat çekmiştim, kendisi sayılmayan golü dışında şunu yaptı diyecek olan varsa desin. Dört haftada 3 gol 2 asist istatistiği olan adam son 15 dakikada giriyor oyuna.

Bir de Rüştü hala iyi kaleci falan zannediliyor. Antalyaspor için iyi kaleci. Allah'ı var, şanslı adam; iki tane feci hata yaptı, birini boş kaleye atamadılar, birinde top üst direkten döndü. Barcelona'da arkasından gelip onu kesen de mütemadiyen Barça'yı yakıyor, konuyla ilgisiz ama aklıma gelmişken sıkıştırayım. Şu ana dek kaybettirdiği ya da kazandırdığı puan olmadı ama sezon sonunda kaleci yüzünden kaybettiğimiz puanlar kazandırdıklarından fazla olacak gibime geliyor.

Metalist maçı falan ne olur bilmiyorum ama Delgado yedek kalır, Nobre'li ve orta sahada Cissé-Uğur'lu 4-4-2 oynanırsa kabız futbolu garanti edebilirim. Bu takıma defansta Sivok-Zapo, orta sahada Kurtuluş, ileride Bobo, Delgado ve Holosko'yu kafadan yazmak lazım bir kere. Çünkü söz konusu bölgelerde onlara yaklaşabilen adam yok. Ertuğrul Sağlam bunu yakalamaya çok yaklaştı gibime geliyordu ama yanından geçip gitti. Umarım dönmesi uzun sürmez.

27 Eylül 2008

Rodney White


"NBA draft'larında yapılmış en başarısız seçim hangisidir" sorusuna Darko'dan, Sam Bowie'den -ki başarısız değil bahtsız bir seçimdir- önce vereceğim cevabın kahramanıdır Rodney White. (O seneki draftta Dumars'ın 2. turda Mehmet Okur'u da seçtiğini eklemek lazım.)

2001'de Joe Johnson, Troy Murphy, Richard Jefferson, Zach Randolph, Gerald Wallace, Jamaal Tinsley ve Tony Parker gibi isimlerin önünde, 6. sırada seçildi. Pistons kendisine 1 sene tahammül edebildi. Çerçöplü bir takasta gittiği Nuggets'ta vasatı aşamayıp düdük kariyerine Avrupa'da devam etti. Bu yaz, 2010 yılına kadar Maccabi Tel Aviv'le anlaştı.

Bu sevimli kardeşimizin NBA'e damgasını vuran tek hareketi ise bir Knicks maçında MSG'nin orta yerine kusmasıdır.

Gitanos

Bilmeyenler için "gitanos", İspanyolca'da çingenelere veya Romen kökenli insanlara verilen bir isim. İngilizce'deki "pikey" gibi. Bugün İspanya, dünyanın en büyük Romen komünitelerinden biri ve ortalama 1 milyon gitanos'u barındırmakta. Heralde en ünlüleri Joaquin Cortés'tir.

Peki ünlü İspanyol gitano futbolcular kim ? En bilineni Aragones'le arasındaki Henry muhabbetinde, gitano olduğunu öğrendiğimiz Jose Antonio Reyes. Diğer isimler Sevilla'lı Jesus Navas, hala Betis'te futbola devam eden Jose Mari ve daha tanıdık bir isim, Daniel Güiza.

Madem İspanyollar'a girdik, bildiğim diğer ünlü Romen asıllı veya çingene oyuncuları da yazayım. İlk derbide Güiza'yla beraber spotların altında olacak olan Milan Baros da çingene bir aileden gelmekte. Andrea Pirlo, İtalyanlar'ın sinti dediği çingenelere yakın bir etnik gruba mensup. Real Madrid'e gittikçe ısınmaya başlayan Rafael van der Vaart ise, çocukluğunu İspanyol çingenesi annesi ve Hollandalı babasıyla bütün Hollanda'yı karavanlarıyla gezmiş, futbolu sokakta öğrenmiş bir isim. Ricardo Quaresma da Portekiz çingenesi bir aileden geliyor ve zaten lakabı "Cigano". Yine Zlatan Ibrahimovic ve Sinisa Mihajlovic de Pirlo'yla beraber Milano'daki çingene karşıtı aşırı sağcılar tarafından tehdit almış, benzer köklere sahip oyuncular.

Eklemek isteyenler yorumlara bırakabilir.

24 Eylül 2008

Türk'ün baş sağlığıyla imtihanı

"Kör ölür badem gözlü olur" gibi bir lafın çıktığı memlekette, kendi gibi düşünmeyen her insanın ölümünden sonra, illa ki vefat edenin -kendince- yanlış gördüğü özelliklerini sıralamadan baş sağlığı dileyemiyoruz.

Kazım Kanat'ı kaybettik. "Düzeldi, hastaneye kaldırıldı"lar arasında gazete küpürlerinde geçen bir hayat. Yine de ölümüne duyulan üzüntüyü ifade edecekken "yorumlarına katılmasam da" ibaresini eklemeyi görev biliyoruz. Sadece "Allah rahmet eylesin", "toprağı bol olsun" diyebilecekken, onunla aynı fikirleri paylaşmadığını belirtme ihtiyacı duyuyoruz.

23 Eylül 2008

Arantxa Rus

Arantxa Rus, Güney Hollanda'nın, adıyla paralellik göstermeyen şirin sahil beldesi Monster'dan çıkma, ve güzel yüzüyle enteresan ismini yakında sıkça duyacağınıza inandığım 1990 doğumlu, potansiyelli bir tenisçi. Adını duymamış olmanız anormal bir durum değil zira, daha çok yeni profesyonelliğe geçişi. Ebeveynleri hakkında bir bilgi sahibi değilim, o yüzden Arantxa'nın bir Bask ismi olmasından yola çıkarak, anne veya babanın Bask olduğunu ancak tahmin edebilirim. Aslında ben ebeveynlerinin Arantxa Sanchez'in adını verdiklerini düşünmüştüm ilk anda ama Rus'un doğduğu 90 yılında Sanchez'in henüz tek GS kazandığını düşününce vazgeçtim bu fikirden.

Arantxa, fiziksel olarak aslında bayan tenisinde az bulunan vasıflara sahip. Solak olması, 1.80'lik boyu ve buna orantılı olan güçlü servisleri bile ilk etapta onu potansiyel sınıfına rahatlıkla sokmasına rağmen, aslında junior seviyesi için geç bir patlama yapan bir isim. Geçen sezona kadar, orta karar bir junior oyuncusuydu ama, hani derler ya bizim oğlan da bir anda boy attı diye, kısa sürede büyük gelişme kaydetti ve bunun sonucunda sezon başında Avustralya Açık'ı kategorisinde kazandı. Bu adını bir kenara not etmem için oldukça yeterli bir sebepti ki, ilk turda elendiği son GS'i saymazsak, junior kategorisini yakından takip edenleri gayet etkilediğini okumaktayım. Sert korta yatkın bu özelliklerine rağmen bir çoğunun aksine toprağı favori kortu olarak nitelendirmesi ona olan sempatimi arttırmakta. Bu yaşta normal sayılabilecek istikrarsızlığını bir kenara koyarsak, daha bu hafta Çin'de elemelerden gelip çeyrek final oynadı ki Top 50 oyuncusu Gisela Dulko'yu yenip Top 200'e girdi. Bu büyük bir aşama onun için ve daha kısa bir süre içerisinde Top 100'e girmesinin muhtemel olduğuna inanmaktayım.

Bu arada güzel kız tabi, google'cılar için hatırlatmam da yarar var, Arantxa Rus aynı zamanda Bask nasyonalisti terör örgütü Euskadi Ta Askatasuna* ya da bilinen adıyla ETA üyesi bir teröristin adı. Güzel de değil. Hatırlatayım dedim.

*: Basque Homeland and Freedom

22 Eylül 2008

Mesut! Ne diyosunuz bu işe?

Sıkıntılı bir dönem geçiren Bremen'i Bayern deplasmanında galibiyete taşıyan birinci adam. İlk golde iyi bir arapas, ikinci golde yaklaşık 35 metreden kullandığı frikikte Alex'in geçen sene Sevilla deplasmanındaki ikinci golde kestiğine benzer rakip savunma ve kaleci için çok pis ve çok iyi bir orta, verdiğim link'ten izleyebileceğiniz üçüncü golde ise enfes bir vuruş. Yıldıray'ı, Hamit'i, Halil'i, Nuri'yi (Kaybolmakta) kaptıran Almanlar acısını fena çıkaracak gibi.

Kanıt Vücutlar

Ertuğrul Sağlam yavaş yavaş doğru parçaları buluyor, mesele doğruluklarına ne kadar inandığında/inanacağında. Tello bu hafta sol bekte değildi, Üzülmez hortlamıştı ve hem Üzülmez'in ne kadar aksadığını hem de Tello'nun duran toplar dışında oyunda olmadığını gördük. Bu acayiplikte fazla ısrarcı olmaz diye ümit ediyorum.

Olumlu gelişme ise sağ tarafta ve orta sahada oldu. Serdar Kurtuluş kendisini Bursaspor'la ikinci ligde oynarken muhtemelen bir kez bile izlememişlerin karar verdiği 'gerçek yeri' sağ bekten kurtulup orta sahaya geçti. Bence çok iyi oynadı ve 67'de oyundan alınması eğer bir yorgunluk/zorlanma söz konusu değilse büyük hata. Takımın orta sahada rakibi bozduğu hemen her pozisyonda o vardı; açık kapatarak olsun, top çalarak olsun, çok temiz ve yerinde faullerle olsun. İkinci golün de gizli kahramanı. Bu takımın bir tane orta saha oyuncusu Kurtuluş'tur, bu konuda deneylere girmeye gerek yok. Kayıp geçen yılına yazık diyorum. Bir de Toraman sağ bekte gayet iyiydi. Kendisi de Sivok-Zapo cezalı ya da sakat olmadıkları müddetçe ortada stoper olarak oynayamayacağını kabullenip eskiden olduğu gibi sağ beke dudak bükmemeli ve bu işi kıvırabileceğini, hatta stoperdekinden daha başarılı olacağını görmeli.

Nobre iyiydi ama ben yine de kendisinin ideal 11'de yeri olmadığı düşüncesindeyim. İyi bir Nobre bile ağırlığından ve topla münasebetindeki sorunlardan ötürü dün birkaç hızlı hücumu ziyan etti. İyi bir yedek. Ama haftaya ilk 11'de olacaktır ve Bobo'yu da kesmek sıkacağından Ertuğrul Sağlam'ın ısrarlı olacağız dediği 4-2-3-1 rafta kalmaya devam edecek gibi. Delgado'nun haftaya yine yedek kalmasını bekliyorum. Belki de Cissé'nin yedek kaldığı, Kurtuluş'un orta sahada, Holosko'nun 4-4-2 sağ kanadında oynadığı, orta sahada sıkıntı çektirebilecek bir kadroyla oynarız. Yani geçen seneki, bence takımın şampiyonluk yarışından düşmesindeki kırılma noktası olan İBB maçında olduğu gibi. O günün hikayesi Bobo'nun gördüğü haksız kırmızı kart olmuştu ve benim bu sezona dair hevesimin kırılmasındaki başlıca etkenler de Ertuğrul Sağlam ve Sinan Engin'in o maç sonrası Bobo'yu 'satmaları'ydı. Bobo bir şekilde takımda kaldı, detayları bilmiyorum ama mutluyum. Ve umarım cumartesi gününe ayrı bir hırsla hazırlanıyordur.

İstikbal Göklerdedir

Jens Lehmann 38 yaşında ve kariyerinin bu son döneminde Stuttgart forması giyiyor. Enteresan olan, her sabah antremana gitmesi gereken Stuttgart'ın Berg kasabasındaki tesislerin, Münih'e bağlı Starnberger Gölü kıyısındaki lüks evinden 250 km uzakta olması. Atıyorum, Florya'da antremana çıkan De Sanctis'in, Bolu'da Abant Gölü kıyısında oturması gibi.

Bundan haberimiz olmasını sağlayansa, Lehmann'ın evden antremana, antremandan eve özel helikopterle gidip gelmesi. Helikopterin bu mesafe için günlük masrafı 2000 euro. Lehmann'ın Stuttgart'tan yıllık aldığı para 3 milyon euro. Koyar mı? Bizi ilgilendirmez. Kimi ilgilendirir? Şehir merkezinden kaçıp, biraz sessizlik ve huzur arayan ama günde iki defa Lehmann'ın helikopter tantanasını dinleyen Berg sakinlerini.

16 Eylül 2008

Sosyolojik Açılar

"NBA aslında çoğu spor gibi sporcuların modern kölelik yaptığı bir ligdir. Sosyolojik açıdan baktığımızda çoğu oyuncunun kökeni kölelikten geldiği için adaptasyon sorunu çekmiyorlar..."

..diye başlayıp, genel olarak aynı saçma çizgide devam eden bir yazı. İmza sahibini tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. Ve "türkbasket" böyle her önüne gelene daha ne kadar yazı yazdıracak, daha ne kadar düşecek, alt sınırları nedir çok merak ediyorum.

15 Eylül 2008

Tello devam, Tello'yla devam...

İstediğimiz sorudan başlayalım: Rıdvan Dilmen maç sonrası NTV'de, "Tello ön tarafta oynayan oyuncu; arkada oynamaktan kendi de memnun değildir; zaten mecburiyetten orada oynuyor; Ertuğrul Hoca da onu ön tarafta oynatarak meziyetlerinden faydalanmak istiyordur" diye sıralıyordu. Meziyetler kısmında duralım. Tello önde oynayacak bir sol kanat ya da sol iç oyuncusunda arayacağımız özelliklerden hangilerine sahip? İyi uzun pas verebiliyor ve çok iyi şut atıyor. Buraya kadar güzel. Peki başka? Adam eksilttiğini görmedim. Basıp geçebilecek ölçüde süratli değil. Araya -Delgado gibi- iyi top attığını görmedim ya da nadiren gördüğümden unuttum. Savunma açısından bakarsak, orta saha direncini arttıracak, iyi bir presçi olduğunu da söyleyemeyiz.

İyi uzun pas atmak ve iyi şut atmak küçümsenecek nitelikler değil ama Beşiktaş düzeyinde ve iddiasında bir takımda orta sahanın solunda oynayacak bir oyuncu için yeterli olduğunu da sanmıyorum. Geçen sezon Beşiktaş'ın rakiplerine göre yine hücum yollarında kısır kalmasının başlıca sebeplerindendir Tello'nun fazla 'düz' kalması.

Diğer taraftan Beşiktaş'ın bir sol bek sorunu var. Malum kişiyi artık alternatifler arasında sayıp şöyledir şöyledir demek bile istemiyorum, mazur görülsün. Seric'i Shakhtar'la oynanan hazırlık maçının tek devresi dışında izlemedim ama şu ana dek takıma girememesi ve Panathinaikos gibi vasat düzeyde bir takımın taraftarlarının arkasından hiç iyi konuşmaması bir görüntü oluşturuyor zihinlerde; yedek olmasına zaten şimdiden karar verilmiş ve sanıyorum Diatta ya da Higuain'den daha fazla araştırılmadan alınmış bir oyuncu. Altyapı çıkışlı Emre Özkan'ı ise izleyemedim maalesef. Oynatılmasına itirazım olmaz ama şimdilik hakkında bir şey söyleyemiyorum.

Alternatifler bu durumdayken Tello bence Beşiktaş'ın sol bek pozisyonu için en iyi seçeneği. Çok iyi bir savunmacı değil ama zaten diğerlerinden hiçbiri için de "orayı kapatır, adam geçirmez" diyemiyoruz. Ve hücuma Beşiktaş'ın son yıllarda gördüğü en önemli bek katkısını verir. Tello önde oynayan bir oyuncuyken sınırlı meziyetleri nedeniyle kayboluyordu, bakınız özellikle geçen sezonun ikinci yarısı. Ama arkadan gelen ekstra oyuncu olarak en iyi yaptığı iki şey için çok daha uygun fırsatlar yakalayabilir. Duran topları da kullanmaya devam ediyor zaten.

Maç yazısına aşırı bir giriş oldu, devamını kısa tutalım. Cissé genel olarak beğenilmiş, hatta çok beğenilmiş, bense bunun kendisinin uzun süre sonra ilk kez bu kadar katılımcı bir oyun oynamasından kaynaklanan bir yanılgı olduğunu düşünüyorum. Çok iyi oynayan Cissé'nin yarattığı bir tane pozisyon hatırlamıyorum, kornerde Bobo'ya aşırdığı topu saymazsak. Savunmada da öyle sıkı bir duruş gösteremedi bence orta sahada. Ne zaman rakipten top almaya kalksa ya geçiliyor ya da faul yapıyor. Kötü mü oynadı? Hayır, ama haftaya Holosko dönünce takımdan bir yabancı eksilmesi gerekecek ve Cissé'den daha kolay vazgeçilebilir birini göremiyorum yabancılar arasında.

Yerine kim konacak diye sorulursa, sağ bekte tedirgin gördüğüm ve orta sahada harika bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Serdar Kurtuluş tereddütsüz cevabımdır. Onun yerine ise Toraman monte edilir. Defansı daha da iyi yapar, süratli oyunculara karşı çabuk bir savunmacı oraya konumş olur, hücumda ise Ertuğrul'un aklına geçmesinden korktuğum Ali Tandoğan'dan daha kötü/yalan katkı yapmaz.

Bu haftalık Beşiktaş hakkında not düşmek istediklerim böyledir.

13 Eylül 2008

XL

Premier Lig fantezi ile ilgili bir şeyler yazacakken döndüm dolaştım başka yerlere gittim. Yukarıda gördüğünüz uçak, daha doğrusu firma iflasını ilan etti. Binlerce yolcusu tatilden geri dönebilmek için nasıl bir yol bulacağını şaşırmış durumda. Ellerindeki biletler bir işe yaramıyor, sektördeki bir kaç firma mağdur durumdaki yolcuları normalden daha ucuza taşıyabileceklerini İngiliz sivil havacılık dairesine teklif etmişler vesaire... Bunlar sizin pek de umursadığınız konular değil.

Sportif açıdan olayın etkisi nedir? Bu firma (XL) West Ham United'ın forma sponsoru. Daha doğrusu öyleydi, artık değil. West Ham bu hafta reklamsız bir formayla sahaya çıkacak. Ayrıca forma satışlarını durdurduklarını, stattaki XL reklamlarını da temizlemeye çalıştıklarını belirtiyorlar. West Ham başkanının XL firmasının garantörü olduğunu da eklemek lazım.

Zola pek uğurlu gelmedi.

12 Eylül 2008

Theo Walcott & Hat-Trick

İngiltere, Zagreb'e en son geldiğinde, Steve McLaren'ın ilk maçıydı. 5'li defans, 2-0'dan sonra gelen oyuncu değişiklikleriyle kabus gibi başlamıştı İngiltere'nin yeni hocası. Bugünse aynı Hırvatistan'a karşı zorlanmadılar bile. Öncelikle Capello'nun, Heskey ve Walcott'u takıma yerleştirme ve kaleyi David James'e geri verme hamlelerini oldukça beğendiğimi söyleyeyim.

Capello'yu gölgede bırakansa, bu denli önemli bir maçta hat-trick yapan Theo Walcott oldu tabi ki. Walcott böylece elit bir de listeye girdi benim gözümde. Nedir bu liste peki, yazının devamında göreceksiniz.

Yıl 1966. Bobby Charlton'lı İngiltere kendi evinde düzenlediği Dünya Kupası'nda finale çıkar. Bilindiği gibi Pele'li, Garrincha'lı, Jairzinho'lu Brezilya'nın gruptan çıkamadığı, fiziksel olarak çok sert geçen bir Dünya Kupası'dır 66. İngiltere çeyrek finalde Arjantin'i, yarı finaldeyse grupta Brezilya'nın ipini çeken Eusebio'lu Portekiz'i geçerek finale çıkar. Rakip, Backenbauer'li Batı Almanya'dır. İngilizler maçı West Ham efsanesi Geoff Hurst'ün hat-trick'iyle 3-1 kazanır. 2 golü uzatmada atan Hurst, hala bir Dünya Kupası finalinde hat-trick yapan tek oyuncudur. İşin ilginci de Hurst aslında o İngiltere'nin yedek forvetidir. Grup maçları boyunca Roger Hunt ve Jimmy Greaves (Greaves'in de 60 ve 64 yılları arası 4 hat-trick'i vardır) gibi iki efsanenin arkasında yedekte bekler ve Fransa'ya karşı grubun son maçında sakatlanan Greaves'in yerine maçın tek golünü atacağı Arjantin'le oynanacak çeyrek final maçında (ki Arjantin - İngiltere rekabeti aslında bu maçta ortaya çıkar) ilk 11'e girer. Portekiz'e karşı da 1 asist yapar Hurst ama final öncesi, o jenerasyonun tartışmasız en iyi golcüsü olan Jimmy Greaves'in iyileştiği açıklanır. Medyanın baskılarına rağmen Sir Alf Ramsey, ki bildiğim kadarıyla sıkça duyduğumuz "Kazanan takım bozulmaz." lafının sahibidir, Chelsea - Milan - Tottenham'la 492 maçta 353 gol, milli takımla 57 maçta 44 gol atan Greaves'i kenarda oturtur. O zamanlar oyuncu değişikliğine izin verilmediğinden, 20 yaşında 100 golü, 23'ündeyse 200 golü bulunan Greaves gibi bir oyuncu Dünya Kupası finalinde oynayamamıştır ve Hurst, Ramsey'i haklı çıkarmasa idi muhtemelen Sir ünvanını alamayacaktı. Hurst'ün çizgi tartışmalarıyla akıllara kazanan 2. golünün vuruş anında çekilen fotoğrafıdır yukarıdaki.

Yıl 1986. Meksika'da Dünya Kupası başlar. İngiltere; Fas, Polonya ve Portekiz'li gruba Portekiz mağlubiyeti ve Fas beraberliğiyle başlar. Grubun son maçında Gary Lineker, 35. dakikaya gelindiğinde hat-trick'ini tamamlamıştır. Maçtan sonra da yukarıdaki ünlü pozu verir. Bu galibiyetle İngiltere gruptan çıkar, Paraguay'ı da Lineker'in 2 golüyle geçerler ve sonrasında ünlü maçta 3 dakika içinde Maradona'nın biri elle biri slalomla attığı iki farklı şekillerde efsane olan gole, Lineker sadece bir taneyle karşılık verebilir ve çeyrek finalde elenirler. Hat-trick olarak bakmazsak, Gary Lineker'in 87'de bir hazırlık maçında İspanya'ya attığı 4 gol de (4-2) aslında manevi olarak ayrı bir önem taşır. O tarihlerde Lineker Barcelona'da oynamaktadır ve maç da Madrid'de, Santiago Barnebau'dadır. Bu maçı, yine Lineker'in Barcelona formasıyla Real Madrid'e hat-trick yaptığı maçın (3-2) yanına koyarsak, Lineker'in Barcelona'da neden çok sevildiği açıklanabilir. Lineker'in Türkiye'ye karşı yaptığı iki hat-trick de bulunmakta ama İngilizler için değil, bizim için önemli bir detay bu, Bryan Robson'ın da vardır bir tane hatta.

Yıl 1999, Euro 2000 elemeleri. İngiltere 5. grupta, İsveç, Bulgaristan ve Polonya'yla aynı gruba düşer. Solna'da İsveç'e (İsveç gruptan 8 maçta 22 puanla çıkar ve şampiyonada Türkiye'yle aynı gruba düşer) kaybedilen maç, arkasından Wembley'de 0-0'lık Bulgaristan maçı sonrasında Glenn Hoddle topun ağzındadır. Lüksemburg'u yenerler ama bu, tabi ki Hoddle'ın özürlü insanlar hakkında yaptığı açıklamanın ardından katlanarak büyüyen tepkilerle kovulmasına engel olmaz. İngiltere grupta Polonya ve İsveç'in arkasında kalmıştır, Kevin Keegan göreve getirilir. Keegan, Polonya'yı Wembley'de yenemezse İngiltere oldukça geride kalacak ve Euro 2000'i kaçıracaktır. Bu kadar gergin bir maçta sahneye milli takıma yeni ısınmaya başlayan Paul Scholes çıkar ve 3-1 kazandıkları maçta hat-trick yapar. Bu galibiyetin önemi daha sonra ortaya çıkacaktır, gruplar sona erdiğinde İsveç'in altında kalan Polonya ve İngiltere aynı puana sahiptir. Baraj maçlarına gidecek takımı belirlemek için ikili averaja bakılır ve Polonya'yla deplasmanda 0-0 berabere kalan İngiltere, Scholes'un hat-trick yaptığı maç sayesinde 2. olur grupta ve barajlarda da İskoçya'yı eleyip Euro 2000'e gider.

Yıl 2001, 2002 Dünya Kupası elemeleri grubunda İngiltere bu sefer de Almanya'ya çatar. Yine çok kötü başlarlar gruba. İlk maçta Almanya'ya Wembley'de yenilince, Euro 2000'de de gruptan çıkamayan Kevin Keegan kovulur. Daha sonra Finlandiya deplasmanında 0-0'lık maç. Ardından Lazio'yla iyi işler yapan Sven-Göran Eriksson'u hayli yüklü bir kontratla başa getirirler. Ve Finlandiya'yı, Litmanen'in el bileğinin kırılmasına rağmen (Litmanen o tarihlerde Liverpool'da oynuyordu, maç sonunda alkışlandı) 90 dakika sahada kaldığı maçta, Anfield'da zar zor 2-1 yenerler. Eriksson, yeni bir antrenör için hiç de hoş olmayan iki Balkan deplasmanından, Yunanistan'dan ve Arnavutluk'tan da, çok zor koparılan 6 puanla döner. Münih'e gittiklerinde Almanya'nın 3 puan gerisindedirler, favori 63000 seyircisi önünde grup lideri Almanya'dır ancak 1-0 geri düştükleri maçı Michael Owen'ın hat-trick'iyle 5-1 kazanırlar. Bu grup o kadar dramatiktir ki, son maçlara girilirken Almanya ve İngiltere'nin puanları eşittir. Almanya içerde Finlandiya'yla, İngiltere ise yine evinde Yunanistan'la oynarlar. Almanya - Finlandiya maçı 0-0 biter, aynı anda İngiltere - Yunanistan maçının uzatma dakikaları oynanmaktadır ve Yunanistan 2-1 öndedir. Ama 93. dakikada sahneye bu sefer Old Trafford'da, kendi seyircisi önünde David Beckham çıkar ve maç boyunca İngiltere'yi tek başına taşıyan kaptan Beckham, yaklaşık 30 metreden inanılmaz bir frikik golü atarak İngiltere'yi Dünya Kupası'na götürür.

Peter Crouch'un Jamaika'ya yaptığı robot danslı hat-trick veya San Marino gibi takımlara karşı yapılan hat-trickleri yazma gereği duymadım ama bence Walcott'un hat-trick'i de yukarıdakiler kadar olmasa da oldukça önemli. Bunu henüz 19 yaşında yapması, manevi olarak oldukça anlam taşıyan bir maçta yapması ve İngiltere'nin çizilen karizmasını kurtarması gibi nedenler sıralayabilirim. Üstelik bu skorun İngiltere'ye grup liderliği için vereceği avantaj ve morali de eklemek gerek.

10 Eylül 2008

06 Eylül 2008

Nicolas Anelka & Arsene Wenger 1997

Anelka 18, Wenger 48 yaşında.

Djokovic Neden Yuhalandı ?

Turnuvanın satır arasında atlanan detaylarından biriydi bu da. Daha 1 sene öncesine kadar Arthur Ashe'de, amcalara pipisini gösteren sünnet çocukları gibi özel istekle taklitlerini yapmıştı Djokovic kortun ortasında ve Amerikan seyircisinin sevgilisi olmuştu. Bu seneyse kazandığı çeyrek final maçından sonra sahayı yuhalanarak terketti. Peki neden ?

Djokovic'in çeyrek finaldeki rakibi, Amerikalı'ların taptığı Andy Roddick'ti. Roddick maçtan önce Djokovic'in turnuva boyunca geçirdiği sakatlıkları biraz ti'ye almış, bir kaç espri yapmıştı. Öyle ki Nole, Clement ve 5 setlik Robredo maçında her iki bileğinden ayrı ayrı sorun yaşamıştı ve uzun sakatlık molaları kullanmış ama her iki maçı da güçlü bitirmişti.

Roddick'in verdiği bol malzemeli röportajlardan ekmek çıkarmaya çalışan bir muhabir de, Roddick'e Djokovic'in bilek sakatlığıyla ilgili bir soru sordu. Roddick, "Hangi bileği, her ikisi de sakat değil mi? Ve sırtı, kalçası. Ve bir de kramp. Kuş gribi? Şarbon? SARS?" gibi yaklaşık 16 sakatlık vurgusu yapan bir cevap verip, Djokovic'in sakatlıklarının çok abartılmasıyla makarasını geçti. İşi ilginçleştiren Djokovic bunu oldukça ciddiye aldı ve Roddick'i oldukça iyi oynayarak geçtiği maçtan sonra, maç sonu röportajında "Nasıl koydum ama!" gibisinden bir konuşma yapınca merkez kortta oldukça yuhalandı. Roddick hala rahat, Djokovic'in başkalarını taklit eden biri olarak bu tip esprilere karşı daha açık olması gerektiğini söyledi ve Djokovic de zaten gereğinden fazla ciddiye alıp, gereksiz bir tepki verdiğini itiraf etti. Bu ona yetecek mi bilinmez çünkü Federer maçı öncesinde seyirciyi karşısına alması çok büyük bir hata oldu.

Flea usulü BJK-Konya maçı...

Bu sezon daha iyi bir işim yoksa Beşiktaş maçı izlemeyeceğim demiştim ama
O kadar can sıkıcı (ki isterseniz gerekli yerlere noktaları koyarak da okuyabilirsiniz son kelimeyi) bir dönem geçiriyorum ki, aslında izleme hevesimin olmadığı maçlar az da olsa iyi geldi
Buraya yazmaya ne kadar devam edebileceğim bakalım demiştim
Şimdilik ediyorum, çünkü bu da az da olsa iyi geliyor

En iyi gelen şey ise, Delgado'nun kendi ceza sahasının biraz önünden 50-60 metreye, topa bir nevi vole vurarak attığı paslar...
Federer topa raketle vuruyor sanki...
Bunu her dakika yapıyor değil tabii
Bazen fantezi dünyasına fazla kapılıyor, estetik uğruna efektif olanı ziyan ediyor
Ama başardığında çok büyük keyif veriyor
Belki de siyah güzel adamın ardında bıraktıklarından biri olduğu için onu daha çok seviyor, yaptıklarına biraz da ben katıyorum, bilemiyorum
Fakat Beşiktaş kaptanı olarak bu adamı görmekten büyük mutluluk duyduğum kesin
Özellikle öncekiyle kıyaslayınca...

Onun dışında...
Zapotocny iyi gözüktü ama Veysel tırt forvettir
Ki Konya da aynı ölçüde tırt bir takıma benziyor
Öyle ki en göze çarpan oyuncuları Fahri'ydi

Tribünler Fatih Ürek'in "Sus" şarkısının "Ooooffff" kısmı üzerine yazılan tezahüratta ısrar etmeli
Israr demişken, Ertuğrul Sağlam'ın mevcut dizilişini de üzerinde ısrar edilmesi gereken, yerinde bir deneme olarak görüyorum

Pazar günü Shakhtar Donetsk'le yapılacak özel maçta tribünde olacağım. Bu sezon ilk ve muhtemelen son kez
Arkadaşlarım için ve yine yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için...

05 Eylül 2008

US Open 2008

Araya batug.com Basketbol Günleri ve cehennem sıcakları girince, bütün sezon elimden geldiğince kotarmaya çalıştığım, grand slam coverage işini US Open'da oldukça sekteye uğrattığımın farkındayım. Yerli kaynakların oldukça kısıtlı olduğunu en yakından bilenlerden biri olarak, ukalalık sınırını aşmadan, orada bir yerde, bu blogu, bu spor için takip eden az da olsa birileri olduğunu düşünerek özür diliyorum.

Kısa bir bakış atarsak genel tabloya, elbette ki GS sürprizleri var yine, gerek çıkış yapanlar, gerek istediğini bulamayanlar.. Ama ben öncelikle, dünya tenis gündeminin günlerdir tartıştığı konu olan, "Ne olacak bu Fe(ner)derer'in hali?" muhabbetinde bir iki naçizane gözlemimi belirtmek istiyorum. Bildiğimiz gibi Federer de bir zamanlar insandı. Gençti, saç stili farklıydı ve büyük bir şampiyon olacak materyale sahip olmasına rağmen, daha sonra ona hanedan yolunu açacak olan o soğukkanlılığına ve kendine güvenine tam olarak sahip değildi. Ne demek istediğimi daha iyi anlamanız için, Nike'ın Tiger Woods & Roger Federer reklamını izlemenizi öneririm. Sevdiğim, güzel bir reklam. Nadal'ın 1 numarayı almasından beri Federer'in uzun zamandır aradığı o rekabeti bulunca, sağlam bir geri dönüş yapacağını düşünüyordum. Aslında hala da öyle düşünüyorum. Ama belli ki Federer hala kendini tam olarak toplayabilmiş değil. Geçen sene set vermesi bile mucize olan oyunculara karşı sinirlenebiliyor, raketi yere vurma eşiğine dahi geliyor. İşte burası çok kritik bir gösterge. Federer'in vücut dili en son yukarıda bahsettiğim -ergenlik çağı diyelim hadi- dönemde böyleydi. Oyunundaki teknik düşüşü başka türlü ne bizler, ne de kendisi açıklayamaz, sanmıyorum. Bu açıdan sezon sonu, onun yardımına koştu diyebiliriz. Masters'lar sırasında göstereceği performans çok önemli, sezonu yine tepede bitirme ihtimali bana göre hayli yüksek çünkü. Aksi durumda, kort dışı bazı değişiklikler beklenebilir. Sabahları kalktığında yüzü onu daha az korkutacak yeni bir kız arkadaş hiç de fena olmayan bir başlangıç bana kalırsa.

Şaka bir yana, turnuvaya geri dönelim. Erkekler kurasında benim dikkatimi çeken 3 oyuncu oldu şu ana dek. Birincisi, daha önce de blogda yer verdiğim Kei Nishikori. Senenin başında Delray Beach'te elemelerden gelip epik bir turnuva kazanmıştı ve bunu yaptığında 18 yaşındaydı henüz. Aynı hikayeyi bir daha anlatmayacağım, arşivden okuyabilirsiniz detayları. 3 maçını izleme şansını buldum ve gerçekten yakın zamanda fan-favourite olmaya aday bir çocuk. Kortta bu kadar ufak tefek kalması, insana daha bir sempatik geliyor ve gelişimi halinde top 15 materyali olan bir oyunu var.

Favorilerimden biri de artık iyiden iyiye yukarıdakilere kafa tutmaya başlayan Del Potro'ydu. Nishikori'nin 4. turda ipini çeken adamdı aslında Juan Martin ama bu maçın beklediğimden kısa sürmesinin nedeni biraz da Nishikori'nin 5 setlik Ferrer galibiyetinden, Floyd Mayweather'la 6 raund dövüşmüş gibi çıkmasıydı. Del Potro benim yarı final adayımdı ama Murray'e kaybetti. Yakın bir maçtı, Gürcan Bilgiç olsa top sevmedi derdi ya, öyle bir maçtı.

3 numara pek tabi elemelerden gelip çeyrek final oynayan Gilles Müller. Müller hayatının turnuvasını oynadı, dünkü Federer mağlubiyeti dahil olmak üzere. Haas ve Almagro gibi iki fiziksel olarak güçlü oyuncuyu 0-2'den gelip yenmek başlı başına çok ekstrem bir başarı. Bunun üzerine Davydenko gibi bir baseline ustasını geçmekse saygı duyulması gereken bir olay. Müller aslında zaman zaman böyle olmasa da ufak sürprizler yapabilen bir adam. 2003'te Roddick'i burada ilk turda yenip, tam anlamıyla ağlatmıştı. Yine 2005'te Wimbledon'da Nadal'ı evine göndermişti. Gençler seviyesinde daha önce US Open'ı kazanmış olması aslında yeteneği konusunda bir ipucu veriyor ama şu turnuvayı saymazsak, çocuklarına anlatacağı bir iki maçtan fazla bir anısı yok. Ama hakkını da verelim, turnuva genelinde Nadal'ı saymazsak gördüğüm açık ara en iyi fizik kondüsyona sahip oyuncuydu Müller. Hatta daha da sululaşıp, bütün Lüksemburg'daki en kondüsyonlu insan diyebiliriz heralde. Servis ritmini bundan sonra da devam ettirmek bir numaralı hedefi olmalı ilerleyen kariyeri için.

Şimdilik daha fazla yazasım gelmedi. Yarı finaller oldukça iyi geçecek. Murray ve Nadal arasında her zaman gizli bir rekabet vardır. Djokovic ve Federer maçıysa 5 sete aday. Bayanlarda Dementieva - Jankovic devam ediyor şu an, şöye bir bakıyorum göz ucuyla, Dementieva geriden geliyor. Favorim tabi ki Elena. Öbür taraftan da Serena'yı geçebilecek bir Safina mutlu edecek beni. Maça dönüyorum..

Slobodan Rajkovic

Resimdeki lama, Sırplar'ın yeni jenerasyonunun en umut verenlerinden Slobodan Rajkovic. Olimpiyat oyunlarında atıldığı -Arjantin maçıydı sanırım- maçta, Arap hakeme tükürmüştü.

Rajkovic aslında bilindiği üzere enteresan rekorlara sahip, beklentilerin yüksek olduğu bir yetenek. 15 yaşında A takıma çıkan Rajkovic, 16 yaşındayken de Sırp U21 takımında oynayarak, bu kategoride forma giymiş en genç oyuncu hala. Ondan sonra da rekor bir ücretle bonservisini aldı Chelsea. Chelsea'nin ödediği milyon poundlar, hala 18 yaşından küçük bir oyuncuya verilmiş olan en yüksek para. Geçen seneyi PSV'de yedekte geçirince, Chelsea onu daha fazla süre bulması için McLaren'ın Twente'sine kiralamıştı.

Kırmızı karta geri dönelim. FIFA'nın cezası geç geldi ama sağlam geldi. Rajkovic, 1 yıl süreyle futbol oynayamayacak. İtiraz yolu açık, İngiliz lobisiyle ceza düşer gibi. Keşke sadece yer olimpiyat, tükürülen de Arap hakem olunca değil de, şu pisliğe her daim doğru düzgün ceza verilebilse.

İki Süper Lig hocası, bir Lig TV spikeri

Az önce Lig TV'deki "Milli maça doğru" programında tanık olduğum bir diyalog:

Güvenç Kurtar: (...) Mesela Portekiz'den yediğimiz o ilk gol... Stoper attı, adı neydi, Real Madrid'de oynuyor... Nano (!!!) diyeceğim geliyor.

(Sessizlik)

Güvenç Kurtar: Portekizli yahu... Real Madrid'de...

Onur Şahin: Higuain mi? (!!!)

Güvenç Kurtar: Yok yahu; Bebe midir, Pepe midir ismi...

Hikmet Karaman: Pepe, Pepe...