31 Mart 2008

Ters taraftan rekor


E. Barron, C. Quinn, K. Powell, J. Anthony, S. Lasme, D. Cook, B. Ahearn. Bu isimleri bilmek için NBA'i çok yakından takip etmek gerekiyor, hatta o bile yeterli değil. Bu oyuncular Miami Heat takımının şu andaki rotasyonunu oluşturuyorlar, Blount ve Davis eklemesiyle. Ben sıkı bir takipçi olmama rağmen, Lasme hangi pozisyonda oynar, Ahearn'ın boyu kaçtır, J. Anthony necidir gibi sorulara cevap vermem için hepsinin profilini incelemem gerekti. Sene başında Heat beşini oluşturan J-Will, Wade, Marion (Shaq takasıyla geldiği için onun yerine yazabiliriz), Haslem, bunlara ek olarak yine takımda süre alan Dorrell Wright ve Alonzo Mourning sakat. Yetmediyse, koç Riley de March Madness peşinde oyuncu araştırması yapıyor.

Dün gece Celtics karşısına çıktılar. Sene başındaki maçta Wade üstün bir performans sergilemiş ve Heat maçı bir sayıyla kaybetmişti. Dün Heat çekişme yaratmaktan çok uzaktı. Celtics'in kırabileceği düşünülen bazı rekorlar (iç sahada mağlubiyet almamak, Batı takımlarına karşı mağlubiyet almamak, 70 galibiyet almak gibi) zamanla teker teker elinden kayıp gittikten sonra Heat'e karşı daha ufak çaplı da olsa en az sayı yiyen takım olmak gibi bir rekoru zorlayacaklarını düşünmüştüm. Celtics maçın büyük kısmını yedekleriyle oynayınca Heat 62 sayı atmayı başarabildi ama 17 saha içi isabet ile ters taraftan rekoru tatmaktan kurtulamadılar. İşin ilginç yanı, bundan önceki rekor 17 saha içi isabet ile Bulls'un idi ve Heat karşısındaki bir maçta kırılmıştı.

Olimpiyat Efsaneleri #4


Dramatik hikâyelerin sporcularıyla devam edelim. Olimpiyat tarihinin en büyük efsaneleri diyince aklınıza bu adamdan çok, bu adamın yendiği adam gelecektir. Güreş sporunun ve grekoromen güreşin Terminator'ü olarak tanımlanabilecek biyonik adam Alexander Karelin, güreş kariyerinde uluslararası müsabakalardaki tek mağlubiyetini, kariyerinin son maçı olacak dramatik finalde bu adama karşı aldı. Rulon Gardner, Karelin'in dört kez üst üste Olimpiyat altını alan seçkin sporculardan ayırmakla kalmadı, altı yıldır puan ve 13 yıldır maç kaybetmeyen rakibine çok kötü ve beklenmedik bir son hazırlayarak tüm dünyayı şok etti.


Gardner Fiziksel Eğitim diploması sahibi, engelli çocuklara çok özen gösteren bir insan. Dokuz kardeşin en küçüğü. Kendisine Olimpiyat altınını getiren müthiş kuvvetini babasından kalan süt çiftliğinde küçük yaştan beri çalışmasına ve çocukluğunu geçirdiği Wyoming'in 6900 metrelik rakımına bağlıyor. Lise döneminde amerikan futbolu konusunda da eyaletinin en iyileri arasındaymış. Arkadaşlarının küçükken onu aşağıladığını ve fazla kiloları sebebiyle "Fatso" -bizim dilimizde şişko gibi bir anlamı var- diye çağırdıklarını, onun da bunu üzüntü sebebinden ziyade motivasyon aracı olarak kullandığını anlatıyor.

2000 Olimpiyatları'nda sürpriz bir şekilde finale çıkmadan önce en büyük başarısı, Dünya Şampiyonası'nda beşinci olması, bu da Karelin'e karşı olan galibiyetini çok daha sürpriz kılıyor. Finale babasının çiftliğindeki inekleri iterek, kaldırarak, kafasıyla tos atarak hazırlanmış. Antreman yaptığı salonun dolabında o zamanlar yenmeyi aklından bile geçirmediği, idolü Karelin'in fotoğraflarını saklarmış. "Onu yenmeyi maçın son dakikasına kadar aklımdan bile geçirmedim. Süre azaldığında 'Yapabilirim' diyerek kendimi telkin ediyordum ama elimi sıkmadan önce asla emin olamazdım" diye açıklıyor kendisi için Karelin'i yenmenin ne anlama geldiğini.

Final maçı Gardner'ın gün içinde yaptığı ikinci maç, Karelin'in ise üçüncü müsabakası. Bu Karelin'i gözle görülür biçimde daha yorgun kılıyor. Gardner'ın babası "Çok formdasın, ve o yorgun. İşi uzatmaya götürmeye çalış, uzatmada kaybetmen çok zor" diyerek motive etmiş. Gardner'ın uyguladığı taktik de tam olarak bu. Maça agresif giren Karelin ilk üç dakika boyunca meşhur "Karelin kaldırışı"nı yapmak için Gardner'ın üstüne gitmiş ama geniş gövdesini kavramak çok zor olduğu için bir türlü yapamamış. Gardner'ın maç boyunca aldığı tek puan büyük grekoromencileri madalya sahibi sporcular haline getiren salto sekansında gerçekleşiyor. Hatırlayanlar olacaktır, Hamza Yerlikaya da 2004 Olimpiyatları'nda salto kurbanı olmuş ve madalyasız kalmıştı. Bilmeyenler için açıklayalım, grekoromen güreş sadece belden yukarısına yapılan oyunları kapsadığı için, özellikle yüksek sikletlerde -Gardner ve Karelin'in sikleti mesela- puansız biten maç sayısı çok fazla. Bu sebeple, ilk üç dakika boyunca maçta iki güreşçi de puan alamazsa, birbirlerini yüzyüze ve belden kavrıyorlar, birinin eli çözülene kadar devam ediyorlar. "Çok temiz bir kilit yapmıştı ve ellerimin çözülmesine 10 santimden az kalmıştı. Ama ben hep çok ters güreşmişimdir, bir noktada ayaklarımız takıldı ve ben altına doğru girince kafası karıştı. Bu sayede puanı aldım" diye anlatıyor Gardner. Bu puan aynı zamanda 1988 Olimpiyat finalinden sonra Karelin'in ilk geri düşüşü oldu. Hakemler bile inanmamış olacaklar ki, pozisyonu kesinleştirmek için görüntüleri yavaş çekimde bir buçuk dakika boyunca izlediler.

Karelin süre azaldıkça yoruldu, yoruldukça çabalamasında gözle görülür bir düşüş oldu, maçın bitmesine 10 saniye kadar kala da güreşmeyi kesti. "Kulağıma Rusça bir şeyler fısıldadı, ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyorum. O an ben de bırakamazdım; çünkü bir anda tekrar hareketlenip beni savurmayacağından emin değildim. Ama bunu saygısından dolayı yaptıysa minnettar olurum" diyor Gardner o anki hislerini düşünürken. Bu bitiriş, Gardner'ın ailesi dışında salondaki herkesi şok etti, Karelin'e dördüncü madalyasını takdim etmek için maçı izlemeye gelen Juan Antonio Samaranch da şoktaydı. Güreş tarihinin en büyük sürprizi demek heralde bu durumu anlatmak için yeterli olmaktan uzak kalacaktır.

Gardner bu müthiş başarısının ardından, Amerika'da bir çok ödüle sahip oldu, bunların arasında Jesse Owens ödülü de var. Muhtemelen Rusya'nın en güçlü insanlarından birini böyle bir mağlubiyete uğratmak soğuk savaşın içerisindeki Amerikan halkının epey göğsünü kabartmıştır. Gardner 2004 yılında Atina'da bir de bronz madalya kazandı. Maçlarından birini izleyenler arasında Karelin'in olması onu çok şaşırtmış: "Sadece oraya gidip onun elini sıkmak istedim, hepsi bu." Karelin ise kaybettiği maçtan sonra olduğu gibi konuşmayı yine reddetti.

Gardner'ın ikinci madalyası onun dramatik hikâyesinin bir parçası. Olimpiyatlardan sonra kar arabasıyla geçirdiği bir kazada bir parmağı koptu ve bileği çıktı. Buna rağmen tedavi sürecinin ardından Amerika seçmelerine katıldı ve Atina'da mücadele etti. Atina'daki madalya maçından sonra sembolik biçimde ayakkabılarını çıkarıp mindere bıraktı. Bu, güreş jargonunda emeklilik anlamına geliyordu. Daha sonraları kariyerine kuralların rafa kalktığı karışık disiplin dövüşlerinde devam etti, biz bu dalı ülkemizde UFC (Ultimate Fighting Championship) olarak biliyoruz. 2007 yılında iki arkadaşıyla birlikte bir uçak kazası geçirdi ve ölümden döndü. Utah'ta gerçekleşen kazada, Gardner 10 derecelik suda bir saatten fazla yüzmek ve geceyi korumasız olarak geçirmek durumunda kaldı. Bir televizyon programında, kaza hakkında konuşurken şu cümleyi sarfetmiş: "Hayatımda başımdan geçenlere bakıyorum da, gerçekten çok şanslı bir adammışım."

30 Mart 2008

Ucuz taktik ve Di Canio


Aslında bu pozisyonu yazmak için geç sayılır çünkü maçın üzerinden baya zaman geçti. Ama üşengeçlik işte. Olimpico'da Roma - Milan maçı. Roma korner kazanıyor, Pizarro topun başına geçiyor. Topu köşeye yerleştirdikten sonra doğrulurken ayağıyla çaktırmadan hafif dokunuyor topa, sonra geriliyor, tam kullanacakken Taddei'ye bırakıyor atışı. Topa dokunuşu görmeyen Milan oyuncuları için her şey normal o ana kadar. Ama Taddei topla bir anda hareketleniyor ve yerden pasla ciddi gol pozisyonu hazırlıyor. Ama hakem pozisyonu kurallara aykırı olarak görüp kesiyor. Sonrası ciddi itiraz.

Videodaki yorumcuları tanırsınız, ünlü hakem Graziano Cesari ve Paolo Di Canio. Cesari -güzel şekil yapmış bu arada, jilet gibi- pozisyonda kurallara aykırı bir şey olmadığını söylüyor, topun kendi ekseni etrafında bir tur atması ve köşedeki çeyrek daireyi terketmesi yeterli. Hareketi de eğlenceli olarak yorumluyor. İspanya'da geçtiğimiz sezon Recreativo Huelva'dan Martins ve Sinama yapmışlar aynısını, ve oyun devam etmiş. Di Canio da çakal, ucuz hareket diyor, yakışmadı Roma'ya diyor. Bana kalırsa gayet akıllıca ve kurallar dahilinde avantaj yaratan bir hareket.

Video için tıklayın.

S. O. S.


Yıllardır istikrarıyla parmak ısırtan Milan, sonunda bu özelliğinin kurbanı oldu. Büyük takımların çöküşü de hızlı olur teorisini örneklercesine, Milan kırmızı ışık vermeye ve ciddi bir yenilenme ihtiyacını belli etmeye başladı. Kalede problem var, forvette problem var, kenarda problem var, oyuncularda problem var. Bunların hepsini bir kalemde sağlıklı bir şekilde çözmek zor, ancak görünen o ki Milan'ın fazlasıyla zamanı olacak; çünkü bugün Atalanta karşısında alınan mağlubiyet ile Fiorentina'yı yenen Udinese'nin de altına indi puan sıralamasında. Aslında kalan yedi haftada dört puanlık farkı kapatmak herhangi bir takım için umutsuzluğa kapılma sebebi olarak gösterilemez ama Milan'da büyütecek vites de kalmadı. Bugün öğleden sonra oynanan Atalanta maçında tribündeki Milan taraftarlarının da aklından bu cümleler geçmiştir herhalde.

Öncelikle Milan'lı oyuncuların hedeften ne kadar saptıklarını hissettiren Gattuso'nun hafta içindeki açıklamasını hatırlayalım. İtalya futbolunda hırs ve istikrarın sembollerinden olan, sınırlı yeteneklerine rağmen çalışkan futbolu ile Avrupa'da her takımın kadrosunda görmek istediği bir oyuncu haline gelen Gattuso, Donadoni tarafından İspanya maçı onbirine alınmamış, yerini De Rossi'ye kaptırdığını iyiden iyiye hissetmişti. Bunun üzerine "Milan'ın Şampiyonlar Ligi'nde olmaması bir trajedi, dört puanlık fark kapanır ama bizde o tâkat kalmadı" dedi, hafiften ön plana çıkmaya çalıştı. Hemen ertesi gün "Roma'nın şampiyon olmasını istiyorum" diyerek pek de üzerine vazife olmayan bir laf sarfetti. Geçtiğimiz sezon sonunda Inter'in lig şampiyonluğuna salça olurken elinde Şampiyonlar Ligi kupası vardı. Bu sezon elleri boş ve şapkasını önüne koyup düşünmek yerine iyi kötü zirvede tutunan Inter'e takılması pek de hoş olmadı.


Atalanta maçı da hoş olmayan görüntülerle doluydu aslında. Maldini-Nesta ikilisi şanlarına yakışmayacak derecede aciz kaldılar. Kalac resmen emaneten duruyor kalede, göz rahatsız ediyor. Atalanta'nın ilk golünü Milan'ın genç takımını koysan yemez. Kalac'ın kurtardığı topta bomboş pozisyondaki forvet bir yana, seken topu takip eden kimsenin olmayışı, ikinci golde Maldini ve Nesta'ya hiç yardım gelmemesi alışık olmadığımız görüntüler. İkinci yarıda faul olduğu açık bir pozisyonda Ambrosini'nin aşırı reaksiyonu, Maldini'nin golünden sonra yeterli süre olmasına rağmen umutsuzluk, üstüne üstlük kaçan penaltı. Ben penaltıların kaçmasının kalecilerden çok atanın konsantrasyonuyla alakalı olduğunu düşündüğümden kaçması da sürpriz olmadı, ki çok da haklı bir penaltı olduğu iddia edilemezdi.


Mourinho söylentileri hem onlar, hem de Inter için aldı başını gidiyor. Mourinho'nun İtalya yerine İspanya'yı tercih edeceğini düşünüyorum, nitekim o da iddiaları yalanlamaktan bıkmadı. Ama İtalyan gazeteleri Mourinho ile birlikte Sheva, Drogba ve Lampard'ın da Milano'ya geleceğine dair sürekli spekülasyon yaratıyor. Ancelotti bunlara karşı seneye de takımı çalıştıracağını yineliyor. Bence yenilenme öncelikle Ancelotti'den başlamalı. Ona vefa duygusu hissettikklerini anlayabiliyorum ama hiç bir zaman kadronun potansiyelini yansıtamadı, oyuncularla arasında köprü kurmakta zorlandı. Kalede Dida ve Kalac'ın, forvette 35'lik Inzaghi ve sakat Ronaldo'nun arka plana çekilmesi, takımdan ayrılması kesin gibi gözüken Gilardino'nun da hesaba katıldığında forvete takviye yapılması şart. Yıllar önce Milan'ın defansındaki yaş problemini anlatır durur, Deportivo hezimetinin bir sinyal olduğunu söylerdik. Sağ ve sol beklerde bölgesel yenilenmeyi Real Madrid'in Carlos - Marcelo değişimindeki gibi yapabilirlerdi ama onlar hep veteranlara güvenmeyi tercih ettiler, Maldini'nin arkasına sağlam bir yedek bulamadılar. Pato transferiyle yine turnayı gözünden vurmuş olmalarına rağmen her mevkiye 25 milyon € ile işin yürümeyeceğini anlamalı ve yenileme işini iyi kıvıracak cesur ve dinamik bir teknik direktör ile çalışmalılar. Pirlo, Gattuso, Nesta, Kaka, Pato ve Jankulovski dışında çok ciddi hamlelerin gelmesi muhtemel ve şiddetle gerekli, CL vizesi alınmadığı takdirde.

27 Mart 2008

Saha Avantajı

FB TV'de dünün hazırlık maçlarının özetlerini izliyorum. Portekiz - Yunanistan maçına geçiyor. Maçın anonsunu yapan program sunucusu "Portekiz'de oynanan maçta..." diye giriyor. Portekiz'in saha avantajını kullanamadığından bahsediyor. Altta "Yunanistan deplasmanda Portekiz'i 2-1 mağlup etti." yazıyor. Özeti sunan spiker de sanırım üç kere maçın Portekiz'de oynandığını vurguluyor. Israrın sebebini anlayamadım. Daha da garip olanı maç aslında Almanya'da oynanıyor.

24 Mart 2008

Grand Slam Sunday

İngiltere'de ilk dört sırada yer alan takımları karşı karşıya getiren futbol günü herhalde herkesi tatmin etmiştir. Tahmin edildiği gibi Manchester United işi baya kolayladı. Tahmin edildiği gibi derken genel kanıdan bahsediyorum. Ben şahsen United'ın takılacağını düşünüyordum.

Bunun için sebeplerim vardı kendime göre. Liverpool, önceki senelerde de gözlemlediğimiz gibi sezon sonuna doğru mutlaka bir yükselişe geçiyor. Zaten Benitez'in Şampiyonlar Ligi başarıları da o çok eleştirilen rotasyonu sayesinde geldi bugüne kadar. Tüm takımların fiziki düşüş gösterdiği döneme diri oyuncularla giren Liverpool, sezon başında oynadığı futbolla çelişen bir şekilde sürpriz sonuçlar aldı hep. Sürpriz derken tırnak içinde veya sonunda parantez içinde bir ünlem olan sürprizden bahsediyorum. Yani Manchester'a çelme takması da futbola yakın kesim tarafından büyük bir sürpriz olarak değerlendirilmeyecekti süphesiz.

Maç maalesef benim beklediğim şekilde gelişmedi. Büyük bir hevesle, birasıyla, cipsiyle, Fox Sports'un orjinal anlatım opsiyonuyla (imkânı olanlar muhakkak bu opsiyonu kullansın, futbol kültürünün çok yüksek düzeyde olduğu bir ülkede spiker kalitesi de hayliyle muazzam) maça giren ben, pek sevmememe karşın Liverpool'un güzel bir futbol oynamasını istiyordum. Bunun sinyallerini verdi de aslında. Anderson'un muhteşem pası dışında Manchester çok etkin başlayamadı maça. Liverpool yavaş yavaş kontrolü almaya yeltenmişti ki (hatta Gerrard'ın kaleyi yokladığı bir top da var) saçma sapan bir gol yediler. Wes Brown'ın gol atmış olması yeterince absürd, fakat golün yeniş tarzı da en az golü atan adam kadar garip. Defanstan atağa katılan sürpriz bir adamı Liverpool gibi çok tecrübeli bir takımın bu kadar kolay unutması, devamında Reina'nın da hatalı çıkışıyla (kalesinde kalsa Brown'ın o golü atması imkansıza yakındı) bu sezon pek görmediğimiz şekilde Ronaldo'nun dahil olmadığı bir Manchester golü izledik.

Buradan sonra olanlar ise biraz garip. Henüz maçın başında sarı kart gören ve o dakikadan itibaren hafiften hakemle uğraşmayan başlayan Javier Mascherano belli ki maça garip bir psikolojiyle başlamıştı. Pozisyonlarda genelde zorlama gülüşleri içime kurt düşürmüştü daha baştan. Sonrasında ise kendisiyle alakasız bir pozisyonda hakeme yaptığı itirazdan ikinci sarı kartı gördü ve hiç beklenmedik bir anda oyundan atıldı. Maçtan sonraki açıklamasında küfür etmediğini, sadece normal bir uslupla hakemin kararını eleştirdiğini söyleyince de kafalardaki soru işaretleri arttı şüphesiz. Televizyondan da görebildiğimiz kadarıyla şiddetli bir itirazı yoktu ve normal bir diyalog gibi görünüyordu.

Steve Bennett, pek güvendiğim bir hakem değil. Anlamakta zorlandığım birçok kararı var ve bence çok ucuz bir kart çıkararak maçı o dakikada bitirdi. Mascherano'nun ne söylediğini bilemiyoruz tabi ki ama kırmızı kart dışarıya hiç adil görünmedi. Old Trafford'da 1-0 mağlupken, bir de 10 kişi kalırsanız zaten maçla ilgili pek bir umudunuz da kalmaz. Yani o kart dolaylı olarak maçı bitirmiş oldu.

O noktadan sonrasını konuşmaya pek gerek yok. Liverpool'un yorulduğu dakikalarda üst üste gelen goller farkı getirdi.

Neyse ki kursağımızda kalan hevesimizi geri getiren bir Chelsea-Arsenal maçı vardı. İki takımın da türlü sebeplerden ötürü son derece ciddi hazırlandığı bu maçın 90 dakikası boyunca hiç düşmeyen tempo herhalde herkes tatmin etmiştir. Chelsea biraz daha iyi gibiydi. Maçın başından itibaren sürekli Drogba'yı uzun topla beslediler ki, Drogba hakikaten inanılmaz bir biçinde bu topların hemen hemen tamamını kontrol etmeyi başardı. Attığı gole kadar girdiği pozisyonlarda başarılı olamayan ve topa kibar davranmayı beceremeyen Drogba'nın gol atacağı yine de bariz biçimde ortadaydı. Burada Arsene Wenger'i eleştirdiğim düşünülmesin, bu kadar istekli ve kuvvetli bir adamı sürekli olarak defansın arkasında veya sırtı dönük olarak defansın önünde topla buluşturmaya çalışan bir takıma karşı oynarken, bu konuda yapabileceğiniz çok da bir şey yok. Arsenal defansındaki Toure ve Gallas, ne fizik ne de çabukluk olarak Drogba seviyesinde değiller.

Bu durumun farkında olan Wenger de, mümkün olduğunca diğer oyuncuları Drogba'dan uzak tutmaya çalışarak onu forvette yalnız bırakmaya uğraştı ve başarılı da oldu. Hatta kornerden bir de gol bulunca tüm planları yolunda gidiyor gibi gözüktü. İşte o anda Avram Grant kendisinden beklenmeyecek bir değişiklik yaparak maçı çözdü. Muhtemelen daha basit düşünmüştür ve "geriye düştük, forvet sokayım" şeklinde bir düşünceyle yapmıştır bu değişikliği. Oysa gerçekten de yapılması gerek buydu, çünkü dediğim gibi uzun top taktiğini diğer hücum oyuncularını durdurarak çözmeyi başaran Arsenal defansı için, bu tip toplarda başarılı olabilecek ikinci bir oyuncu ciddi bir tehdit oluşturabilirdi. Evet, Anelka'dan bahsediyorum. Drogba kadar kuvvetli olmasa da, aynı onun gibi az paslı bir oyun düzeninde çok iş yapabilecek bir adam. Aslında maçların belli dönemlerinde bu ikili çok efektif biçimde kullanılabilir. Avram bu konuda biraz daha yenilikçi davranırsa, elindeki malzemeden çok farklı tip hücum stilleri oluşturabilir maçların gidişatına göre.

Neyse Anelka aşısı tuttu, ve biraz daha rahatlayan Drogba attığı iki golle maçı çevirdi. Belletti ve Anelka'nın girip Makalele ve Ballack'ın çıktığı oyuncu değişikliği esnasında tribünlerin Grant'i protesto edip, Jose Mourinho tezahüratlarına başlaması enteresandı. Doğal olarak seyirci ön yargılı ve o ana kadar da iyi oynayan iki oyuncu çıkınca ağır bir tepki gösterdiler. Ballack ve Makalele de durumdan duydukları memnuniyetsizliği saklamadılar. Tüm bunlar Avram Grant'in otorite sorunuyla ilgili. Yapması gerektiği için yaptığı bariz bir değişiklikte bile kimsenin onayını alamıyor ne yazıkki.

Chelsea'li oyuncuların skora tepkisi ise oldukça olumluydu. Bu takımın basında bu kadar sıkça yer alması ve hergün başka bir transfer ya da antrenörle kavga dedikodusunun çıkması takımı biraz daha birbirine yaklaştırmış gibi. En azından futbolcular aynı kafada, ve aynı sorunlardan şikayetçiler. Bazen böyle problemli ortamlar takıma ters etki yapabiliyor ve futbolculara birşeyleri kanıtlama dürtüsü yüklüyor. Drogba'nın golden sonra formasını çıkarması da bence bununla ilgiliydi.

Arsenal'le ilgili söyleyecek fazla lafım yok. Kapasiteleri ölçüsünde çok başarılı bir sezon geçiriyorlar, fakat daha önce de burada yazdığım gibi dar kadroları sezonun sonlarına doğru onlar için büyük problem oluşturacaktır. Şampiyonlar Ligi'nde de devam ettikleri için bence artık ana hedeflerini o yöne doğru çevirmek durumundalar. Arsene Wenger'in üzerinde durması gereken en önemli konu ise Van Persie'yi tekrar kazanmak olmalı. Uzun sakatlık döneminin ardından oynamaya başlayan bu adamın eksikliği özellikle kilit maçlarda ortaya çıkıyor ve Chelsea maçındaki Van Persie baya paslı göründü gözüme. Fabregas rüya gibi bir sezon geçiriyor ve bu noktaya kadar Hleb'le beraber Arsenal'i taşıdılar. (Diğer oyuncuların payını görmezden gelmiyorum, bence en kilit adamlar bunlar) Fakat artık işin zor kısmı başladı ve maçı çözebilecek adam sayısının 2 ile sınırlı kalması, bu iki adamdan her maç aynı performansı beklemekle aynı anlama gelir ki büyük haksızlık olur bu da. Bu yüzden Van Persie önemli, hatta sakatlık durumunu bilmiyorum ama Rosicky de önemli. Adebayor'u bu oyuncular arasına koyamıyorum büyük övgüler almasına rağmen. Belki adamı sevmediğim içindir, bilemiyorum.

Meşalenin yolculuğu


2008 Pekin'in meşalesi protestolar eşliğinde Atina'da ateşlendi. 8 Ağustos'taki açılışa kadar Dünya çevresinde dolanacak, İstanbul'a da uğrayacak. İşte meşalenin rotası ve haritası:


Atina, Pekin, Alma-Ata, İstanbul (3 Nisan), St. Petersburg, Londra, Paris, San Francisco, Buenos Aires, Darüsselam, Maskat, İslamabad, Yeni Delhi, Bangkok, Kuala Lumpur, Cakarta, Nagano, Pyongyang (K. Kore), Seul, Ho Şi Mingh (Vietnam), Hong Kong, Makau, Çin (4 Mayıs - 8 Ağustos).

23 Mart 2008

Bruckner bırakıyor

Çek Cumhuriyeti milli takımı teknik direktörü geçtiğimiz günlerde hazırlık maçı kadrosunu açıklamak için bir basın toplantısı düzenlemiş. İlk olarak Nedved sorununa parmak basmış. Nedved'in milli takım kariyeri hakikaten yılan hikayesine döndü. Önce 2006 öncesi bıraktı, geri döndü, 2008 öncesi yine bıraktı ve şimdi yine fikrini gözden geçirebileceğini açıklamış. Bruckner onun için "Her zaman onunla oynamayı tercih ederim ama artık şapkasını önüne koyup ne yapmak istediğine karar vermeli" demiş. Kendisi için fit olan ve Çek olan her oyuncunun milli takıma çağırılma ihtimali olduğundan bahsetmiş.


İkinci ve önemli açıklama, kendi kariyeri hakkında. Euro 2008 sonrası görevini bırakacağına dair dedikoduları doğrulamış. Şu anki takımdan Rosický, Grygera, Baros, Rozehnal, Plašil, Cech gibi yıldızlarla U21'de çalıştıktan sonra 2002 Dünya Kupası'nın ardından mevcut görevine başlamış ve Avrupa'nın en teknik ve atak takımlarından birini yaratmıştı. Çek Cumhuriyeti'nin ikinci jenerasyon başarısının altına imzasını attı, Euro 2004'te korkulan ve favori bir ekip yarattı, yarı finalde Yunanistan'a uzatmada gitti. Nedved de son bi kıyak olarak gitsin milli takıma bu haberden sonra.

İnter cepten yiyor

İnter zorlu maç serisinin ilkinde Juventus'a evinde kaybetti, Roma içerde kriz bir maç kazandı ve hafta dört puanlık farkla kapandı. Aslında herşey başlarda Roma için kötü ilerliyordu, Empoli ligin dibinde olmasına rağmen ilk maçta Roma'ya çok ters gelmiş ve son dakika golüyle de olsa puanı çıkarmış, Olimpico'da da puana yaklaşmıştı.


Bu maça beklerini daha ileri çıkaran, hücuma takım olarak katılan ve zor durumdaki rakibini boğarak üç puanı almayı hedefleyen bir mantaliteyle hazırlanmış olmalarına rağmen, ilk maçta da bir gol bir asistle başa bela olan Giovinco sahneye çıktı ve normalin üstü hızıyla sürekli Roma defansının arkasına sarktı. Bu belki de Man Utd eşleşmesi için de kötü haber, Giovinco tipi bir oyuncunun başa bela olması. Bodur yıldız iki net gol pozisyonunu kaçırdıktan sonra, Tonetto bindirmesinin ödülünü Totti'den harika bir topuk pasıyla aldı ve takımını öne geçirdi. Spalletti ikinci yarıya klasik Vucinic değişikliğiyle yön vermek istedi ama nasıl oluştuğu anlaşılmayan bir kontratakta Abate'nin harika çıkışı ve pasıyla gol geldi. Roma'nın 10 kişi kalması, oluşan panik ve ofansif Vucinic değişikliği sonrası düzenin bozulması, Empoli'nin bir fazla adamla kapanması derken Panucci yine kahraman gibi çıktı ve bir duran yan toptan golünü attı. Papaz da iki kere pilav yemedi ve Roma galibiyeti koruyarak akşamki maçı beklemeye koyuldu.


İnter normal şartlarda Juventus'un pek sevmediği tür bir futbol yapısına sahip ancak hem Vieira'nın, hem de Cambiasso'nun olmaması orta sahayı baya zedelemiş. Onların yokluğunda Chivu'nun orta sahaya çekilmesi, Stankovic'in biraz daha defansif oynatılması güzel ama Jimenez'e bu kadar şans verilmesini anlayamıyorum. İbrahimoviç eski takımının ruhuna hürmeten sahada ruh gibi dolaştı, top bile alamadı doğru dürüst. İkinci yarı Maniche'nin oyuna girmesi biraz da İnter'in ne yaptığını bilmez bir tavır içinde olduğunu anlatır gibiydi, rotasyon amacıyla alınan bir oyuncunun böyle kritik bir maçta forma bulması sürpriz oldu benim için. Maniche yapısı gereği hareket getirdi ve faydalı oldu ama 2-0'lık bir skordan geri dönmek de zor. Del Piero çok şık top oynadı, İnter'in sabrını kırdı. Camoranesi'nin golünde ofsayt kokusu var ama tekrarda aynı çizgide gibi gözüktü. Yine Juventus'ta Nocerino'yu çok beğeniyorum, tam bir joker.

Şu anda İnter'in dört puanlık avantajı var ama son yazıda söylediğimiz gibi fikstürleri çok zor. Ve hakikaten bir buçuk senedir oynadıkları dominant futboldan uzaklar. Roma şampiyonluk için gerekli direnci gösterip galibiyetleri sıralayabilir mi, bugünkü gibi kaç maça dayanabilir bilemiyoruz Şampiyonlar Ligi baskısı da varken, ama geçen seneden daha zevkli her şey, orası kesin.

22 Mart 2008

Flight White!


James White az önce TBL All-Star smaç yarışmasında, dünya basketbol tarihine geçecek şeyler gösterdi insanlara. Final turunda, faul çizgisinin gerisinden önce tek el, sonra enseye çekerek çift el ve son olarak da bacak arası yaparak dünya üzerinde başkasının yapamayacağını düşündüğüm şeyler yaptı.

İzlemeyenler mutlaka tekrardan, youtube'dan bir şekilde izlesin. Jordan, Abdi İpekçi'de olsaydı, muhtemelen Zeytinburnu'ndan sulara bırakırdı kendini.

Edit: O şaşkınlıkla en güzelini, faulden değirmeni yazmayı unutmuşuz. Uyarı için teşekkürler.

Mavi Alarm


Chelsea, Tottenham karşısında 4-3 öne geçince, Avram Grant, sahanın yıldızı Joe Cole'u çıkarıp stoper Alex'i oyuna sokuyor. İşte o noktada Drogba'nın şalterleri atıyor ve kenara koşuyor. Abramovich'in adamı ten Cate'den ziyade, Mourinho döneminden kalan Steve Clarke'a gidip "What was he doing?!" diye bağırıyor. Alışık olunmadığı üzere 5'li defans yapmaya başlayan Chelsea'de de, karambolde Carvalho hata yapıyor ve top önüne düşen Keane maçın belki de en güzel golünü atıyor.

Yazılanlara göre Drogba golü yedikten sonra daha da sinirlenmiş ve soyunma odasında ten Cate'yle de tartışmış. ten Cate daha önce de Terry'le tartışmıştı. Arsenal maçından ters bir skor çıkarsa Chelsea iyice karışabilir ki, şampiyonluk şansı da iyice yok olabilir. Oluşabilecek panik havası, Fenerbahçe'nin lehine koşullar sağlayabilir. Tabi kenar yönetimden bahsediyorum, yoksa kadronun zaten en büyük özelliği çok tecrübeli olması, bu gibi durumlarda paniğe kapılmayacak kadar. Ama tabi, aynı şeyi Grant ve yardımcıları için söyleyemeyiz.

21 Mart 2008

Bob Marley



























Emancipate yourselves from mental slavery;

None but ourselves can free our minds.

Olimpiyat Efsaneleri #3

Spor tarihinin en karmaşık hikâyelerinden biridir onunki. 1996 Atlanta Olimpiyatları'nda 100 metre engellide kazandığı altın madalya onu Olimpiyat efsanesi yapmaya yetse de, Ludmila Engquist'i asıl unutulmaz kılan belki de pist dışında yaşadıklarıdır.

Dünya Şampiyonu ünvanıyla katıldığı 1992 Barcelona Olimpiyatları'nda yarı finale kadar rahat gelmesine rağmen, yaşadığı sakatlık onun final koşmasını engellemişti. O zamanlar soyadı Engquist deği, Narozhilenko'ydu. Zaten ilk isminden de anlaşılabileceği gibi kendisi aslen Rus'tur.

Her atletin en büyük hayali olan Olimpiyat altın madalyasını kazanamamanın verdiği hayalkırıklığı bir yana, asıl büyük problemler bir sene sonra kendisi bulur. Öncelikle evliliğinde ciddi çatırdamalar meydana geir. Menejeri Johan ile olan ilişkisi, kocasıyla yaşadığı kavgalar birçok spekülasyona konu olurken, bir de doping krizi baş gösterir. Yasaklı madde kullanmaktan suçlu bulunan Ludmila 4 senelik ciddi bir ceza alır ve o sırada 30 yaşında olan atletin kariyeri bittiği düşünülür. Ancak asıl hikâye henüz başlamamıştır bile.

Ludmila Narozhilenko öncelikle daha sonradan evleneceği menejeri Johan Engquist ile birlikte İsveç'te yaşamaya başlar. Doping cezası hakkında ise çok enteresan bir savunma yapar. İddiasına göre yasaklı maddeyi, o zamanlar boşanmanın eşiğinde olduğu kocası yüzünden almıştır. Yani haberi olmadan yiyecek veya içeceğine bir şekilde karıştırıldığını iddia eder. Rusya'da devam eden mahkemenin öncesinde kocası da bu durumu kabul eder. Adamın diğer birçok hadisesini düşünürsek böyle bir şey yapmış olabileceği çok da mantık dışı değil zaten. Uluslararası Atletizm Federasyonu da benim gibi düşünür ve "istisnai bir durum" olarak tanımladıkları bu vakada Ludmila Engquist'in (karar açıkladığında çoktan İsveç'te evlenmiş ve soyadını değiştirmişti) doping cezasını kaldırırlar.

Böylece sürpriz bir biçimde Olimpiyatlar'a katılma şansı yakalayan Ludmila, Rusya adına koşmak istemez. Yaptığı vatandaşlık başvurusu İsveç tarafından 1996 haziran ayında kabul edilince ortada muhtemel bir madalya için hiçbir engel kalmaz. Spora verdiği ara yüzünden hafiften unutulmuş olsa da formundan bir şey kaybetmediğini kanıtlar ve oldukça çekişmeli geçen yarışta az bir farkla birinciliği alır. Tüm İsveç'i sokağa döker ve ülkede kahraman gibi karşılanır.

Olimpiyat kariyeri mâlesef bu altın madalyayla son bulur. 2000 Sydney için çok istekli olmasına rağmen bir sene öncesinde kendisine konulan göğüs kanseri teşhisi bu hayali zora sokar. Aslında bir süre kemoterapi ile birlikte atetizme devam ederek birkaç yarış da kazanır ve müthiş bir azim örneği sergiler. 1999 Dünya Şampiyonası'nda kazandığı bronz madalya belki de spor tarihinin en büyük başarılarından biridir. Kesin bilemiyorum ama, bu alanda muhtemelen Ludmila Engquist tektir. Kanser tedavisi süresince spora devam etmek birçok kişiye ilham verecek apayrı bir başarı öyküsüdür. Bacağından yaşadığı sakatlıklar yüzünden Atlanta'ya gidememesine karşın, kanserden tamamen kurtulur.


Hani başta karmaşık bir hikaye dedik ya şimdi o kısıma gelelim. Bir şekilde atletizmi bırakır artık 30'lu yaşların sonuna yaklaşmıştır. Şu meşhur film Üşütük Popolar'daki gibi (apayrı bir yazı konusudur bu da, zaman bulunca yazacağım) hiç alakası olmamasına rağmen bobsleigh'e başlamaya karar verir. Sprinterlerin çıkış reaksiyonları iyi olduğu için bu sporu iyi yapabileceklerini okur bir yerde ve kafasına "hem Yaz hem de Kış Olimpiyatarı'nda altın madalya kazanan tek sporcu" olmak gibi bir saplantı koyar. Birkaç fena olmayan derecenin ardından İsveç takım seçmeleri esnasında yapılan doping kontrolünde pozitif çıkınca bu kez aktif spor hayatı bir daha başlamamak üzere sona erer.

İsveç'te azim sembolü, halk kahramanı, insanlara ilham veren müthiş bir sporcu olarak tanındığı yılların ardından bir anda dibe vurur ve adı yalnızca düzenbazlıkla anılmaya başlar. İkinci doping vakasının ardından, ilk vakadaki inandırıcılığı da sorgulanır. Çok zor günler geçiren Ludmila Engquist kimsenin haberi olmadan İspanya'ya kaçar. Başarısız bir intihar girişimi de vardır. Zamanında bulunup hastaneye yetiştirilmese belki şimdi çok daha hazin bir hayat olacaktı onunkisi.

Bu enteresan ve birçok iniş çıkışlarla dolu kariyer, belki de birçok Olimpiyat şampiyonu sporcudan çok daha farklı yere koyar onu ve o madalyayı çok daha değerli hâle getirir. Her şeye rağmen atetizm dünyasının en önemli anti-kahramanlarından biridir ve her zaman bir Olimpiyat efsanesi olarak kalacaktır.

Şampiyonun Dramı

Son şampiyon Miki Ando piste çıktığında heyecanlı bir bekleyiş sarmıştı herkesi. Kısa programda ancak sekizinciliği alabilmişti fakat geçen seneki mükemmel serbest program performansını gösterebilirse bir şansı olabilirdi Ando'nun. Serisine başladı, fakat çok tedirgin görünüyordu ve işler ters gitti. Üst üste iki hata yapınca programı berbat oldu ve hakemlerden izin isteyerek yarıda bıraktı. Daha sonra Tuğba Karademir'in canlı yayında açıkladığı üzere önemli bir sakatlığı varmış. Hatta ısınmalarda atlamaları yapmıyormuş bile. Yine de hoş olmadı hiç. Sakatlığı büyük ihtimal o anda buz üstünde nüksetmedi, sakatlığının etkisiyle istediği hareketleri yapamayınca morali bozulduğu için terketti yarışmayı. Halbuki ne olursa olsun devam etmeliydi bence. Göteborg'daki müthiş seyirci birçok düşen sporcuyu tekrardan ayağa kaldırmıştı şampiyonanın ilk gününden beri. Hatta altın madalyayı kazanan meşhur üçlü axelcı Mao Asada, daha ilk atlamasına kalkamadan yerde sürüklenirken buldu kendini. Ama dediğim gibi seyirciler işin psikolojisine o kadar hakim, o kadar bilinçliydi ki yerden kalktıktan sonraki her hareketine iki katı tepki vererek çok güzel bir jest yaptılar şampiyona.

Keşke Miki Ando da şansını deneseydi. Gerçi gencecik bir kızdan ziyade, onu sakatlığına rağmen belki de zorla piste çıkaran antrenörleri de suçlamak lazım. Her şeyi geçtim, yarışmadan zamanında çekilse bir başka sporcu serbest programa kalabilecekti. Oraya katılan bu genç kızların kiminin şimdilik en büyük hayali o dört dakikalık serbest programlarını sergileme şansı yakalayabilmek. Bir kişinin hayallerini engellerken, bir diğerini de binlerce kişi önünde gözyaşlarıyla baş başa bırakıyorsun. Özellikle artistik patinaj gibi çok genç yaşta sporcuların katıldığı amatör sporlarda antrenörler sorumluluklarının bilincinde olmak zorundalar. Umarım bu yetenekli Japon patenci, bu travmadan bir kurtulmayı başarır ve tekrar üst tarafları zorlamayı başlar.

Uzak doğulu patencilerin arasından kısa programda çıkmayı başaran Carolina Kostner, serbestte kendi standardının çok altında kalınca gümüş madalyayla yetindi. Yine de bence bu dalın şu anda en iyisi olduğunu gösterdi. Yakın gelecekte bir dominasyon sağlaması zor ama sunum olarak açık ara en estetik ve en buza yatkın isim. Japonlar'ın her ne kadar jump'ları çok başarılı olsa da, bu şampiyona gördüğümüz gibi istikrarlı olarak bunları sergilemek çok mümkün değil.

Bronz madalya alan Yu-Na Kim, en az hata yapan ve teknik elemanlardan en çok puan toplayan isimdi. Programı sonunda çok büyük bir alkış almasına kalsın juriden aldığı puan pek beğenilmedi ve juri başta Koreliler olmak üzere tüm seyircinin hafif protestosuyla karşılaştı. Benzer bir protesto dördüncü olan Yukari Nakano'nun serisinden sonra da yaşandı. Daha önce belirttiğim gibi Mao Asada bayanlarda çok az kişinin yapabildiği üçlü axel'a hazırlanırken düşerek duvara bindirmesin rağmen altın madalyayı az farkla kazandı. Üçlü flip-üçlü toe loop kombinasyonu kusursuzdu, ve seyirciyi de arkasına alarak buradan sonra yağtığı tüm jump'larda başarılı oldu.

Tribünlerin tıklım tıklım dolmasına önemli bir vesile olan İsveçli Viktoria Helgesson toplamda 18. olarak çok da bekleneni veremedi. Aşağıda resmini gördüğünüz benim kişisel favorim güzeller güzeli Kiira Korpi mâlesef çok kötü bir serbest program çıkararak şampiyonayı 9. tamamladı. Oysa kısa program sonunda madalya şansı vardı. Vatandaşi Laura Lespisto ise tam tersine 21. sırada başladığı günü 8. bitirmeyi başardı. 2006 şampyionu Amerikalı Kimmie Meissner ise eski formunun bir kez daha çok uzağında kalarak 7. oldu.

Tuğba Karademir ise kısa programda elendiği için TRT anlatım alanındaydı. Diksiyonunda hafif bir genç kız problemi yaşasa da, oldukça samimi ve sevimli bir tavrı var Tuğba'nın. Tabi kendisini yorumculuk yapmak yerine buz üstünde görmeyi tercih ederiz. Ancak bu şampiyona da kendi de söylediği gibi uykusunda bile yapabileceği bir salchow'da tökezleyince elenmekten kurtulamadı.

Beckham yeniden milli takımda


David Beckham Galaxy'de tekrar oynamaya başlamasıyla birlikte beklendiği şekilde Capello'nun milli takım kadrosuna çağırıldı. Geçtiğimiz sezon Real Madrid'de ikili sürtülme yaşamış, Beckham Galaxy ile anlaşmadan bir süre önce ve anlaştıktan sonra da kısa bir süre kadroya girememiş, sonra Capello ile buzları eritip Real Madrid'in şiirsel şampiyonluğunun ana taşlarından biri olmuştu. Capello Beckham gibi veteran ve akıllı oyuncuları hep sevmiştir ama ona gelecek planlarında İngiltere'nin zengin genç oyuncu havuzunun yanında ne kadar yer ayırdı bilemiyoruz. Nitekim çağırılan oyunculardan bir kısmı kesilecek ve Beckham aynı pozisyondaki Walcott ve Bentley ile yer kapma savaşı yapmak durumunda. Eğer Beckham takımda tutulur ve Fransa'da oynarsa, bu onun 100. milli maçı olacak ve İngiltere tarihinde bu onura erişen dört oyuncu var.

Foto nereden mi? Amerika futbolu için bağış gecesinde Pele ile oynaşırken. İngiltere formasını 100'den fazla giyen diğer oyuncuları merak ediyorsanız liste şöyle:

1) Peter Shilton - 125 (1970-1990)
2) Bobby Moore - 108 (1962 - 1973)
3) Bobby Charlton - 106 (1958 - 1970)
4) Billy Wright - 105 (1946 - 1959)

İnter bitirdi mi?

Serie A'da son dokuz haftaya girildi ve İnter zirvede yedi puanlık bir fark yapmış durumda. Bu hafta Genoa ile deplasmanda berabere kalmalarına rağmen farkı bir puan daha artırdılar. Peki dokuz hafta kala yedi puanlık fark İnter'i tamamen rahatlattı mı?


Bence hayır. Roma bu hafta Lazio karşısında kaybederken bile üstün olan taraftı. İlk yarı çok ortada geçti, iki takım da fazla çamura bulaşmadı ve birbirlerine ikram ettikleri gollerle devreyi berabere kapadılar. Bu süreçte Lazio'nun kaleci sorunu fena halde göze battı, hücumda güzel bir hat oluşturmuş ve Roma'yı çıkarmamış olmalarına rağmen kalede ve savunmada takviye olmazsa seneye de orta sıralara çakılırlar. İkinci yarının başında Roma biraz daha baskılıydı, Aquilani oynadı mı hareket getiriyor diyebiliriz, fakat Bianchi'nin pozisyonuna verilen penaltı planları bozdu. Bozdu diyorum çünkü Roma ikinci yarı net olarak daha diriydi ve geri düşmeselerdi, golü bulacaklarına ve o üstünlüğü koruyacaklarına güvendiriyorlardı. Ama beraberliğin mağlubiyetten çok da farklı olmadığı bir ortamda öne geçemeyen takımın son dakika golüyle mağlup olması normal.

Bu noktada penaltıda benim gördüğüm kadarıyla Bianchi'nin Juan'ı indirdiğini de belirtmek gerek. Ne kadar geçerli bilemiyorum ama bu da hakemlerin ufak da olsa Inter'e bir kıyağı sayılabilir. Çok geçmeden beraberlik gelse de takım telaş yaptı ve ikinci yarının ortasındaki baskılı oyun son 15 dakikada yerini paniğe bıraktı.

Bu oluşan psikolojide galibiyetin Roma adına şampiyonluk umutlarında ciddi bir yeşermeye sebep olacağı gerçeğinin altını çizmeden olmaz. Bu argümana sorulacak niye sorusunun cevabı da İnter'in performansında gizli. Son bir aylık dönemde İnter bir yandan Şampiyonlar Ligi'nde Liverpool'a karşı rezil olurken, bir yandan da Serie A'da oynadığı altı maçın dördünü galibiyetsiz kapadı. Roma ise bu dönemde Real Madrid'i iki kez yenip psikolojik avantaj depolarken, ligde de son beş maçında dört galibiyet çıkarmakla kalmadı; Juventus, Milan, Fiorentina ve İnter maçlarını da geride bırakıp fikstürünü tamamen rahatlattı. Eğer kaptan Zanetti'nin 90'da 90'a giden topu olmasaydı işler çok da farklı olabilirdi.


İnter formsuz, moralsiz ve 1,5 senedir banko geçtiği deplasmanlarda puan kaybediyor. Bu hafta da Genoa yokladı ve tehlike çanları hafiften çınladı, Roma'nın skoru rahatlattı. Ancak fikstürleri korkutuyor. Kalan sürede Milan ve Lazio ile dışarda, Juventus ve Fiorentina ile içeride oynayacaklar ki hepsi'nin İnter'e garezi var desek yeridir. Haftaya oynanacak Milan maçından önce bir de dışarda Lazio ile oynanacak kupa maçı var. Yedi puanlık fark kapanır mı? İnter'in formu mümkün diyor ama İnter şampiyon olsa da mücadelenin tarafsız gözleri daha çok açacağı kesin.

20 Mart 2008

Shankly


"The socialism I believe in, is everybody working for the same goal and everybody having a share in the rewards. That's how I see football, that's how I see life."

Abla - Kardeş


Fotoğraftan anlaşılabileceği üzere yüzmeyle çok ilgilenmem, belli başlı insanları tanırım sadece. Bunlardan biri de Mirna Jukic. Eindhoven'daki Avrupa Şampiyonası'nda bugün izlediğim 100 metre kurbağalama finalini birinci olarak tamamladı ve altın madalyayı aldı. Yukardaki fotoğrafta birlikte göründüğü güzel adam da kardeşi Dinko Jukic. Hırvatistan doğumlu bu iki yüzücü, daha sonra Avusturya'ya geçerek vatandaşlık alıyorlar. Mirna zaten oldukça başarılı bir yüzücü. Dinko, biraz onun torpiliyle vatandaşlığı kapmış gibi görünse de kendisi de fena sayılmaz. Kelebekte dereceleri var. Söylentiye göre Avusturya'ya ilk geldikleri dönemlerde ablasına geçilirmiş ve çevresinde alay konusuymuş. Ama Dinko bu konuda rahat. "Mirna'nın benden daha iyi olduğu büyük bir sır değil, ve evet yüzme bilmediğim zamanlar beni geçerdi." diyor.

Bu ilgi çekici ikiliyi yazın Pekin'de izlemenizi öneririm.

19 Mart 2008

Olimpiyat Efsaneleri #2


2000 Sydney Olimpiyatlarının altın madalyalı sporcularından birisi, aynı zamanda Hicham El Guerrouj'un altın kariyerine başka bir yön veren "o" yarışı kazanan adam, Noah Ngeny. Hicham tarafından o yarış hakkında bir takım anılar anlattık. Şimdi biraz da Ngeny'nin açısından bakalım.

Ngeny 1997'de mil ile birlikte iki yarışta gençler dünya rekorlarını kırdı. Hicham'ın 1500 metre rekorunu kırdığı yarışta yer aldığından bahsetmiştik. 1999 yazına gelindiğinde Ngeny 1500 metrede 3.30'un altında altı adet derece elde etmiş ve El Guerrouj'un en ciddi rakibi haline gelmişti. İkili Roma'da mil yarışında karşı karşıya geldiler ve nefes kesen bir bitiş yaşandı. Hicham'ın 3.43:13'lük derecesi hâlâ rekor olarak kayıtlı, Ngeny'nin rekora yardımcı olan 3.43:40'lık derecesi ise en iyi ikinci. Aynı sene Sevilla'da Dünya Şampiyonası'nda 1500 metrede karşılaştılar ve Ngeny yine ikinci oldu.


2006 yılında (28 yaşında) emekliliğini açıklayan Ngeny Olimpiyatlar öncesi kafasında oluşan kazanma fikrini ve takibindeki hazırlık sürecini şöyle anlatıyor: Geriye dönüp Roma'daki yarışa baktığımda Hicham'a yakın bir yarış koşmanın heyecanını ve onu geride bırakmayı aklımdan bile geçirmediğimi hatırlıyorum. Yarıştan sonra Kim (McDonald, o zamanki menejeri ve sonrasında koçu) o yarışı kazanabileceğimi söyledi. Olimpiyatlarda Hicham'ın kazanması ve benim de ikinci olmam bekleniyordu. Bütün kışı Avustralya'da antreman yaparak geçirdim, yaz boyunca Teddington'da çalıştım ve Avustralya'ya hayatımın en iyi formuyla geri döndüm.


Ngeny 2001 yılında geçirdiği bir trafik kazasından sonra pelvis kemiğinde ve sırtında problemler yaşadı ve bir daha eskisi gibi olamadı, 2004 Olimpiyat Kenya seçmelerini de geçemedi. İlginçtir ki Sydney'de kazandığı yarış kariyerinin tek altın madalyası olarak evinde duruyor.

Olimpiyat Efsaneleri #1


Dünyanın -gelmiş geçmiş- en iyi 1500 metre koşucusu olarak kabul edilen Hicham El Guerrouj, olağanüstü yeteneğine, kırdığı rekorlara ve madalyalarla dolu kariyerine rağmen olimpiyat zaferi yaşayamamış bir efsane olarak gelmişti Atina'ya. Biraz şanssızlık, biraz psikolojik olarak açıklamaya çalışsak da; El Guerrouj'un 1997'den 2003'e kadar elinde tuttuğu dünya şampiyonu ünvanlarına rağmen kaybettiği dramatik olimpiyat finallerini, o finallerin kendisinden daha iyi anlatmaya kimsenin kalemi yetmez.


1996 yılında, Atlanta'da, o zamanlar 22 yaşında olan El Guerrouj Cezayir'li efsane Noureddine Morceli'nin varlığına rağmen favoriler arasında gösteriliyordu ve kendisi de şampiyonluğa hayli inanmıştı. Fakat Morceli'yi alt etme motivasyonu o kadar ağır bastırmıştı ki, yarış sırasındaki iki sendeleyişinin ikincisinde Morceli'nin omuzlarına devrilmek kaderi oldu. Tam son tura girerken, gongdan hemen önce yaptığı atakla Morceli'nin arkasından ikinciliğe yerleşmesiyle birlikte rakibinin ayağına basıp tökezleyince arkadaki diğer yarışmacıların önüne yuvarlandı. Morceli ufak bir denge kaybıyla hadiseyi atlatırken, El Guerrouj hedefindeki adam Morceli'nin -biraz da kendi yardımıyla- altına koşusunu izlemekle kalmiyor, doğrulup 12. olarak bitirdiği yarıştan sonra kaderine gözyaşı döküyordu.


O yarış sonrasında ve 2000 Olimpiyatları'na kadar geçen sürede Hicham sadece bir yarış kaybetti ve 1500 metrenin tek ve rakipsiz koşucusu olarak kitaplara ismini yazdırdı. Kafasında ülkesinin geleneksel şapkası olan fes ile verdiği röportajlarda sadece olimpiyat madalyasını değil, 1500 metrenin yenilenmiş rekorunu da aynı yaza sığdırmak istediğini, 2004 olimpiyatlarında da 5000 metreye geçebileceğini anlatıyordu gülerek. Belki de spor tarihinin en sempatik ve mütevazı sporcularından birinin bu kendine güveni yukarıda birileri tarafından fazla abartılı bulunmuş olacak ki, El Guerrouj, hem de hiç beklenmedik bir rakibe, bir olimpiyat altınını daha kaptırdı. Bu isim, 1998 yazında kırdığı 3.26:00'lık unutulmaz 1500 rekorunda bir nevi tavşanı olan Kenya'lı genç yetenek Noah Ngeny idi. Bir sene önce Dünya Şampiyonası'nda geride bıraktığı Ngeny'i hiçe sayarak son turu hep önde götüren Hicham son düzlükteki sprinte karşılık veremedi ve çizgiyi geçerken rakibine attığı bakışla hafızalara kazındı.


2004 Olimpiyatları'nın başka olacağı belliydi, herkes öyle olacağını düşünüyordu ve temenni ediyordu aynı zamanda. 1500 metre finalinde Ngeny'nin yokluğunda son 2 turu müthiş bir tempoda koştu ve kendisini yenmiş nadir atletlerden, aynı zamanda olimpiyatlardan bir kaç gün önce onun yıllar süren yenilmezliğine nokta koyan Bernard Lagat'ı geride bırakarak altını aldı. Asıl şovu ise 2000 olimpiyatlarından önce koşacağını açıkladığı 5000 metre finaline saklamıştı. Dönemin en formda atleti, 10000 metre finalinde efsane Gebrselassie'yi geçen dal rekortmeni Bekele ile dillere destan bir final koştular. Yarışın ilk kısmında üç Etiyopta'lı arasında kendine güzel yer edinen ve grubun korunaklı koşucusu olan Hicham, ikinci kısımda sekiz kişiye inen grubun uzun mesafeciler tarafından iyice forse edilen temposunu kaldırdı ve son düzlükteki inanılmaz sprintiyle yarışı kazandı. O dizleri üzerinde gözyaşlarını serbest bırakırken bizler de televizyon karşısında ağlamaklı olduk, efsanenin taçlanışını izlerken. Böyle bir sonu, hem de o mesafenin tek ismi olarak gözüken Bekele'ye karşı oynaması unutulmazlar arasına adını yazdırdı.

Olimpiyatların ardından bir daha uluslararası yarışmalara katılmadı ve bir süre sonra da emekliliğini açıkladı.

16 Mart 2008

Wayne Rooney & Cristiano Ronaldo


Before


After

Kırmızı Kart


Dünkü Bursa - Çaykur Rize maçında Rize'li Serhat Akyüz (kendisi Saffet Akyüz'ün yeğeni oluyor, evet) kronometreler 02:55'i gösterirken ikinci sarıdan atılarak, hatırladığım kadarıyla en erken kırmızı kartı gören adam oldu Türkiye'de.

Dünya'da rekor kimde diye kısa bir arama yaptım, genel olarak kesin bir cevap bulamadım ama bazı rakamlar var tabi.

Dünya Kupaları tarihinde en hızlı kırmızı kart 86'da Uruguay'lı Jose Alberto Batista'ya ait. İskoçya'ya karşı 56 saniye dayanabilmiş Batista.

Yeni transfer olduğunuz bir takımla en kötü nasıl başlayabilirsiniz mesela ? Ade Akinbiyi, Burnley'de ilk maçında oyuna girdikten 2 dakika sonra Sunderland'li George McCartney'e kafayı koyar. Ama rekor bu da değil. Debut maçında görülen en hızlı kırmızı kart, 97'de kupada Birmingham'a karşı oynayan Arsenal'de, oyuna uzatmalarda giren 19 yaşındaki Jason Crowe, 33 saniye sonra atılarak rüya gibi bir başlangıç yapar kariyerine.


Debut ibaresini kaldırırsak, rekor inanılmaz bir dereceye taşınıyor. 2000'de Swansea'nin Jamaika'lı forveti Walter Boyd oyuna girer ve henüz top oyuna girmeden kırmızı kartını görür ve tünele geri döner. Rekorun diğer ortağı daha tanıdık biri. Geçen sene Reading - Sheffield Utd. maçında 2. yarı oyuna giren emektar Keith Gillespie yine top daha oyuna girmeden Reading'li Hunt'a bir tane geçirir ve geldiği yoldan geri çıkar.

2000'de Wolves'a karşı oynayan Sheffield Wednesday kalecisi Kevin Pressman maçın daha 13. saniyesinde ceza sahası dışında topa elle müdahele edince kırmızıyı görür. Bu İngiltere'nin resmi olarak en hızlı görülen kırmızı kartı. Yine 95'te Blackburn kalecisi Tim Flowers 72. saniyede Leeds forveti Brian Deane'i indirince benzer bir akıbete uğrar.

Ama bilinen en hızlı kart İngiltere'de bir amatör maçta çıkar. İngiliz forvet Lee Todd, hakemin santra düdüğünü çok yüksek sesle çaldığını düşünür ve kendi kendine, "Fuck me, that was loud." der ve 2. saniyede hakemden kırmızıyı görür.

Manuel Ruiz de Lopera


Gecenin olayı, Betis-Bilbao maçının yarıda kalmasıydı. Bilbao, Ruiz de Lopera'da 2-1 öne geçince, bir Betis'li kale arkasından fırlattığı şişeyle Bilbao kalecisi Armando'yu gözünden vuruyor. Son resimdeki yeşil şapkalı şişeyi atan, akıbetini bilmiyorum ama başına hoş olmayan şeyler gelecek gibi.


Geçen sezon da Sevilla derbisinde yine Lopera'da, Juande Ramos'u hastanelik etmişti Betis taraftarlarının attığı şişe. Ramos'u vuran 5000 euro para cezası + 2 yıl spor müsabakalarını izlemekten men edilmişti. Betis'in de 3 maç sahası kapatılmıştı.