Son bıraktığımda Pekin Olimpiyatları'nın ortalarında bir yerlerdeydik. En zor kısmı da bu oldu belki. Bolt rekorları kırarken ben haberini 2-3 gün sonra tesadüfen alıyordum. Phelps'in madalyalarını sayarken 3'te kaldım. Jimnastikte kim ne kazandı haberim bile yok. Ardından başlayan ligler, NBA, snooker sezonu, Şampiyonlar Ligi... Hepsine çok uzak kaldım. Ne siteye, ne foruma, ne bloga yazabildim. Özlem nasıl bir duygudur, bilenler bilir. Öyle anlar olur ki Sabri Sarıoğlu ya da Bruce Bowen'ın suratını bile özlersiniz. Ronaldo'nun vücudu çekici gelir, Kuznetsova'ya karşı cinsel hisler beslemeye başlarsınız. "Eurosport olsa da biraz binicilik izlesem" dediğim bile olmuştur. Yalan yok. Beyniniz hapisteyken bütün bunlar normaldir.
Neyse ki bitti artık. Evet, geri döndüm. Bu sebeptendir ki bir sene aradan sonraki ilk yazımı, ortalıkta onca spor olayı dolaşırken, yakın zamanda meydana gelen "comeback" hadiselerine ayırdım. Tüm zamanların en iyi sporcuları listesinde rahat ilk 10'a girebilecek iki tane efsanedir mevzubahis.
Bunların ilki tahmin edilebilir bi durumdu aslında. Formunun zirvesindeyken bıraktı. Rahatlıkla 10 yapabilirdi Tour De France'ları. Hakkında hiç bitmeyen doping söylentileri üzerine bırakmıştı belki sporu ve içindeki yarışma isteğini dindiremeyip geri döndü. Çok iyi başlamadı aslında geri dönüşü. İlk katıldığı Güney Avustralya turunda gelen 29.luk, ardından Baltanas'ta gelen kaza ve ameliyat. Ama bisiklet büyük ölçüde güce dayalı bir spor olduğu için yarış kondüsyonuna hemen çıkması mümkün değidi zaten. Belli ki tüm hazırlıklar Fransa içindi.
Aklımıza geldi tabi ki yeni bir tur şampiyonluğu. Uzun zamandır geçilmeyen Lance'in üç senelik bir araya rağmen yine de kazanmasını bekleyenler vardı. Ama gerçekçi olmak lazım. Astana'nın birinci sürücüsü Contador ve şu anda Lance'ten daha iyi durumda. Bu sebeptendir ki Lance'in kazanması çok da mümkün değildi. Nitekim kazanamadı. Tarih müthiş bir hikâye yazmak yerine daha olası ihtimali seçti ve Contador rahat bir tempoda turu kazandı. Lance ile aralarındaki 5:24'lük fark yanıltmasın, bu suni bir fark. Tüm takımın stratejisi Contador üzerine kurulu olduğu için böyle bir sonuç çıktı ortaya. Lance Armstrong başka bir takımla katılsaydı olay değişir miydi, bilemiyorum. Tahminimce 2-3 dakikalık bir farkla yine Contador kazanırdı, hatta belki fark biraz daha az olabilir. 2010'da bu sorunun cevabını da alacağız. Lance bir yıl daha yaşlanacak, ancak kendi takımıyla yarışacak, kendi taktiklerini uygulayacak ve pek de sevmediği İspanyol rakibinden rövanşı almak isteyecek.
Tur sırasında barışmış gibi görünen bu ikili son günlerde yine atışmaya başladılar. "Lance ile ilişkim sıfır. Çok iyi bir bisikletçi ve çok iyi bir tur çıkardı. Ama kişisel olarak kendisine hayranlığım yok ve hiçbir zaman da olmayacak." diyen Contador, ikisi arasında çekişmenin takıma zarar verdiğini de belirtti. Armstrong'un twitter'da şık bir cevabı var:
"Hey pistolero, there is no 'I' in 'team'. what did I say in March? Lots to learn. Restated,"
Pistolero dediğinin kim olduğunu tahmin edersiniz.
İkinci büyük comeback ise henüz gerçekleşmedi ama resmi açıklama geldiği için olmuş varsayıyoruz. Formula 1 efsanesi Michael Schumacher, eski takım arkadaşı Massa'nın yerine yarışacağını açıkladı. Ferrari takımına güzel bir jest yapması bir yana tüm dünyayı da şok etti. Schumacher 40 yaşında, kırılabilecek her rekoru kırmış bir adam. Aynı Lance gibi kanıtlayacak hiçbir şeyi yok. Belki de kendinden çok daha kötü plotların şu an ilk sıralarda olması rahatsız etmiştir onu. Schumacher'i hiç sevmem ama beni de rahatsız ediyor bu durum açıkçası.
Şu dakikadan sonra şampiyonluk ile ilgili yapabileceği hiçbir şey yok, ama bir yarış zaferi bekliyorum ondan.
Sevmem dediğime de bakmayın, birçok insan gibi benim de Formula 1 takip etmemin ana sebeplerinden biriydi. Ne kadar McLaren'ı desteklesem de yarışlarla eskisi gibi ilgilenmeyi bıraktığım zaman Schumacher'in Formula 1'i bıraktığı zamana denk gelir.
Bu geri dönüşü de rahatlıkla kazanma hırsıyla açıklayabiliriz aslında. Bu saplantılı adamın kazanmak adına yapamayacağı şey olmadığını tecrübe ettik defalarca. Kendisine çarpan pilotlarla kavga eden, takımın ikinci pilotunun yavaşlayarak kendisine galibiyet hediye ettiği bir takım düzenini yaratan, son yarışa önde girerse yarış stratejisini rakibe çarpmak üzerine kuran birinden bahsediyoruz. Tabi bu hırsın getirdiği güzellikler de var. 98'de ilk iki yarışta ciddi farklarla duble yapan McLaren'a daha yavaş bir pist olan Arjantin'de müthiş bir yarış çıkararak cevap vermesi ve sezon sonuna kadar şampiyonluk yarışı içinde kalmasından bahsedebiliriz mesela.
Hakkinen de dönse fena olmaz aslında.
Efsanevi bir sporcu olmasa da çok önemli bir geri dönüş daha var bu sezon. America ve Kanada'da yapılacak sert kort turnuvaları ile birlikte US Open'a da katılacağını açıklayan Kim Clijsters.
Ne kadar etki yapar bilemem. Hatta sakatlıklardan çok çeken ve tenisi de bu sebepten bırakan Clijsters'ın benzer problemler yaşamaya devam etmesi de çok olası. Bir önceki geri dönüşünde (gerçi tenisi bırakmamaıştı ama sakatlık sebebiyle 1 seneye yakın doğru düzgün tenis oynamamıştı) tüm Amerika turnuvalarını süpürerek eskisinden de iyi göründüğünü unutmamak lazım yine de. Hatta öyle ki tenis tarihinde ilk 100'ün dışından (134) gelerek bir yıldan kısa bir sürede dünya sıralamasında 1.'liğe çıkan başka bir oyuncu yok. Sert kort da onun stili için çok uygun şu aşamada. Ben Clijsters'ın en çok esnekliğine hayrandım. Bacaklarını tam açar, vücudunu garip şekillere sokarak vuruşlar yapabilir. Bu yüzden müthiş bir savunmacıdır fazla kilolu görünmesine rağmen. İyi top yakaladı mı backhand-forehand dinlemeden köşeye yollar. Derin topları güzel atar özellikle. Şu aralar iyice tatsızlaşmaya başlayan ve Sharapova'nın da sıkıntılı bir sene geçirmesiyle birlikte yıldız eksikliği ciddi biçimde hissedildiği WTA turu için de harika bir haber olsa gerek. Clijsters isterse üç turnuva üst üste ilk turda elensin yine de rating yapacaktır. Unutulmamalıdır ki birçok tenis ulemasına göre tam anlamıyla sağlam bir Clijsters dünyanın en iyi oyuncularından biridir.
Henin de dönse fena olmaz aslında.
31 Temmuz 2009
The Great Haldun
İngilizce, Fransızca ve master düzeyde mind trick bilen Üstünel, evli ve iki çocuk babası.
Transferlerin sebebi şimdi belli oldu.
kaynak: wikipedia
30 Temmuz 2009
2009 Dünya Yüzme Şampiyonası - Roma
Alternatifsiz takvimiyle, dünya yüzme şampiyonası ilaç gibi geldi işin aslı. Yine rekorlar kırılıyor, yeni yıldızlar ortaya çıkıyor ama Roma'da ve bütün dünyada konuşulan tek konu aslında yeni mayolar ve FINA'nın bu konudaki çelişkili tutumu.
Özellikle yeni mayo kullanan Alman Paul Biedermann'ın 200 m serbestte Phelps'i geçmesi ve Phelps'in koçunun mayo mevzu çözülene kadar onu yarıştırmayacağını açıklaması işi iyice alevlendirdi.
FINA'nın bu durumu iyi yönetemediği açık. Turnuva sonrası yasaklayacağını açıkladığı mayoya turnuva öncesi izin vererek büyük bir skandala karıştılar bana kalırsa. Öyle ki, bu mayo serbest bırakılmadan kısa bir süre önce ünlü Fransız sprinter Alain Bernard, yeni mayosuyla 100 m serbestte 47 saniyenin altına inen ilk yüzücü olmuştu ama rekoru kabul edilmedi.
Peki bu yeni mayonun olayı ne?
Bildiğiniz gibi %50 poliüretan katkılı mayolar ilk çıktığında benzer bir durum oluşmuştu. Rekorlar birer birer kırılıyor, yeni yıldızlar ortaya çıkıyordu. Speedo'nun LZR modeliydi yanlış anımsamıyorsam. 2008'in başlarında piyasaya çıkmış ve Michael Phelps'in de dahil olduğu birçok yüzücü Pekin'de bu mayoyla yarışmıştı hatta. NASA'nın rüzgar tünelleri, özel akışkanlar mekaniği software'lerinin kullanıldığı makine mühendisliğinin kıyısından geçmiş herkesin tahmin edebileceği kompleks işlemler sonunda dizayn edilmiş ciddi bir işti. Bu da ciddi bir yatırım ve sporun üstünde oluşabilecek çok ciddi bir ekonomik baskı demek.
Yeni mayolar ise, Arena X-Glide, Adidas Hydrofoil ve Jaked 01 modelleri gibi, %100 poliüretan. Biraz daha teknik konuşmam gerekecek, dilim döndüğünce açıklamaya çalışacağım. Bu mayolar çok ince ve esnek kapalı hücrelerden oluşan bir materyalden yapılıyor. Bu mikro hücrelerin içinde yoğunluğu sudan daha az olan gaz/hava vs var. Bu da yüzücünün suyun üstünde biraz daha yüksekte kalmasını sağlıyor. Daha yüksekte kalan yüzücünün vücuduna etki eden direnç veya sürtünme de azalıyor. Yani yüzücü suda ne kadar yüksek kalırsa o kadar hızlı olacaktır. Bu yarım milimetre de olsa, saliselerin hesaplandığı bir sporda avantaja dönüşüyor. Şekil de önemli, boyundan bileklere kadar giden mayoların amacı insan vücudunun suda karşılaşacağı sürtünmeyi minimize etmek.
Kişisel fikrime gelirsem, yeni mayo hakkındaki eleştirileri anlıyorum ama tam olarak da şiddetine katılamıyorum. Sonuçta bugün bu işe haklı olarak da olsa ses çıkaran adamlar, Grant Hackett ve Phelps de (koçu vasıtasıyla da olsa) dahil, geçen yaz Pekin'de yeni teknoloji Speedo LZR kullanmıştı. LZR'ler de ortada rekor bırakmamıştı. Yani bu işin onlar da birer parçası aslında. %50 poliüretan mayolar rekorları paramparça ederken, bu yeni mayoların gelişini kimsenin göremediğini, dürüst olalım, söyleyebilir miyiz?
İşin bir diğer boyutu, mazeretler de birbirine karışmaya başladı. Mesela şu ana kadar bana göre turnuvanın en büyük hayalkırıklığı, 400 m serbest'te son dünya ve olimpiyat şampiyonu 89'lu Koreli Tae-Hwan Park, ne 400'de ne de 200'de finale dahi kalamadı. Eski Speedo kullandığı için finale kalamadığı yazılıp çizildi ama alakası yok. 400'de altın aldığı dereceden 4 saniye yavaş yüzmesinin rakiplerinin giydiği mayoyla bir ilgisi olamaz, ya da 200'de Phelps'in arkasından gümüş aldığı dereceden 2 saniye kötü yüzmesi de. Belli ki, Çinli popstar sevgili yaramadı Park'a.
ğer tam bir adalet sağlanacaksa, bu ancak tek tip mayoya geçilerek uygulanabilir. Bu da 2-3 tane büyük üreticinin olduğu bir piyasada uygulaması zor bir iş. Bir yol ayrımı var kısacası, eğer poliüretan teknolojisine vize verilecekse, teknolojiyle bu iş daha da ilerleyecektir, rekorlar yine paramparça olacaktır. Eğer yasaklanacaksa bu iş, bana göre Pekin'deki Speedo LZR'ların da bu işte farkı yok. Doping muamelesi yapıyorsanız bir maddeye, %100 olmaz ama %50 kullanabilirsin diyemezsiniz.
2010'da bu mayolar yasaklanacak büyük olasılıkla. Peki o zaman Roma'da kırılan rekorlar ne olacak, iptal edilecekler mi? Edilirse, giydikleri mayolar ne olursa olsun, inanılmaz ağır antremanlarla buraya hazırlanan sporcuların emekleri yok sayılmış olmayacak mı? Olacak. Sanırım ben de herkes gibi, topu FINA'ya atacağım. Çok kötü bir kriz yönetimi gösterdiler ve ne yaptıklarını adeta bilmez bir halde, güvenilirliklerini tamamen kaybettiler. Yarışlar hakkında yine birşeyler yazacağım, önce bu konuyu aradan çıkarmak istedim.
23 Temmuz 2009
Get Into Football: Whatever Your Level..
İngiliz Futbol Federasyonu'nun evde oturan genç nüfusu televizyon karşısından sahaya çekebilmek için giriştiği "Get Into Football" projesi kapsamında yaptırdığı, Guy Ritchie'nin "Take It To The Next Level" tadında bir reklam aşağıdaki. İngiltere'de 30.000 tane futbol takımı var ve hala bunu arttırmaya çalışıyorlar. Yorumsuz.
Yasak Video
LeBron'un, üzerinden vurulan smacın video kasetlerinin Nike tarafından toplatıldığından bahsetmiştik. Karşınızda o video. Açı biraz kötü, idare edin. Siyah şort ve siyah tişörtlü olan, fiziksel farklılıklardan da anlayacağınız gibi LeBron.
17 Temmuz 2009
Vanessa Bryant ve dekoltenin yetmediği an
Kobe ve eşi Vanessa ESPN ödül gecesinde. Vanessa Bryant, bu kıyafeti ve dekoltesiyle, "baktıkça rahatsız eden ünlü dekolteleri" listesine kafadan giriş yaptı. Rakipleri: Britney Spears, Kim Kardashian. Özellikle ilk fotoya dikkat, memeler yerini kaybetmiş, göğüs altında çirkin görüntüler. Kobe ise jilet gibi, laf yok.
Yorumlar berabere kaldı
"Arda'yla Baros bu maçı çözer..."
Rıdvan Dilmen'in, dün oynanan ve 1-1 sonuçlanan Kazak takımı-Galatasaray maçının ilk yarısında yaptığı yorumlar, bu cümlenin etrafında şekillendi hep. Galatasaray yedek oyuncularıyla çıkmış, Avrupa kupası elemesine as oyuncularla çıkmak gerekirmiş, vs. vs.
Yorumlarını genellikle dinlemeye değer bulduğum, hem sevdiğimiz eski futbolculardan olan (Galatasaray taraftarı olmama rağmen) hem de futbol üzerine bildiklerini iyi anlatan isimlerden olan Rıdvan Dilmen, dün oynanan maçta, sanki bir bilgisayar oyunun ilk defa oynadığı bir evresinde, ne yapacağını bilemeyen ancak tahmin eden, deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulmaya çalışan bir bilgisayar kurdu gibiydi. Belki de yorumculuk kariyerinde ilk defa, bir resmi maça ikinci hatta üçüncü alternatiflerden oluşan bir kadroyla çıktığını görüyordu, bir büyük takımın.
Galatasaray'ın bu sezonki kadrosunu, bir oyuncuyu iki pozisyona yazmadan, alternatifleriyle gözümüzün önüne bir getirelim:
Leo Franco
(Orkun- Aykut)
Uğur U. - Servet - Gökhan Z. - Hakan Balta
(Sabri - Emre G. - Emre A. - Volkan Y.)
(Serkan K. - Semih K. - Murat A. - Alpaslan)
Mehmet T.
(Linderoth) (Mehmet G.)
Arda - Ayhan
Keita - Kewell
(Serkan Ç. - Yaser Y.) (Aydın Y.)
Baros
(Nonda) (Erhan Ş.)
(Orkun- Aykut)
Uğur U. - Servet - Gökhan Z. - Hakan Balta
(Sabri - Emre G. - Emre A. - Volkan Y.)
(Serkan K. - Semih K. - Murat A. - Alpaslan)
Mehmet T.
(Linderoth) (Mehmet G.)
Arda - Ayhan
(Barış) (Mustafa S.)
Keita - Kewell
(Serkan Ç. - Yaser Y.) (Aydın Y.)
Baros
(Nonda) (Erhan Ş.)
Frank Rijkaard, maça daha çok hazırlık karşılaşmalarına çıkardığı kadro ile başlamış, defansın göbeğinde birbirine alışması beklenen ikili ve orta sahanın ortasında direnci artıracak Ayhan-Mustafa ikilisi dışında, ikinci ya da üçüncü alternatifleri sürmüş sahaya. Amaç da belli, rakip hazırlık maçında bile seçilmeyecek kadar zayıf, genç oyunculara hem "sizi resmi maçlarda da deneyeceğim" mesajı veriliyor. Aynı zamanda da as oyunculardan daha hazır olan bu yedeklerle sistemini gözden geçirme, modifiye etme şansı buluyor Hollandalı hoca.
Bu mesaj önemli, çünkü bu ülkede top koşturan genç oyuncuların yıllar boyu alıştığı bir tabuyu, ucundan da olsa zedeliyor bu yaklaşım. Hazırlık maçlarında her zaman genç oyuncular denenir, birkaç tanesi parlatılır, gazeteler büyük bir heyecanla onları yazar, sonra pat, kiralık. 2-3 sene sürer bu kısır döngü, bazı futbolcular için. Yine gördük ki, bu ufak tabu zedelenmesi bile bizim yorumcularımızı, en güvenilirlerini bile, ne söyleyeceğini bilmez hale getiriyor, ikinci dakikada yenilmiş bir şans golüyle 1-0 geride götürülen bir maçta, pek çok genç oyuncuyu Türk futbolseverlere tanıtan ve onlara verilen şansın azlığını eleştiren Rıdvan Dilmen'in ağzından ilk yarıda dökülen sınırlı cümlelerde gördüğümüz gibi: "Arda-Baros bu maçı çevirir", ya da "Mustafa-Ayhan-Barış bu oyunu dikine oynayamazlar"
Bunun dışında üzerine çok fazla yazılacak şey yok aslında. Frank Rijkaard, "enormous challenge" olarak adlandırdığı macerasının ilk resmi ayağında, bana göre önemli bir testi geçmiştir. Rıdvan Dilmen ise bu testten kalmıştır.
fotolar: GS resmi sitesi
Bu mesaj önemli, çünkü bu ülkede top koşturan genç oyuncuların yıllar boyu alıştığı bir tabuyu, ucundan da olsa zedeliyor bu yaklaşım. Hazırlık maçlarında her zaman genç oyuncular denenir, birkaç tanesi parlatılır, gazeteler büyük bir heyecanla onları yazar, sonra pat, kiralık. 2-3 sene sürer bu kısır döngü, bazı futbolcular için. Yine gördük ki, bu ufak tabu zedelenmesi bile bizim yorumcularımızı, en güvenilirlerini bile, ne söyleyeceğini bilmez hale getiriyor, ikinci dakikada yenilmiş bir şans golüyle 1-0 geride götürülen bir maçta, pek çok genç oyuncuyu Türk futbolseverlere tanıtan ve onlara verilen şansın azlığını eleştiren Rıdvan Dilmen'in ağzından ilk yarıda dökülen sınırlı cümlelerde gördüğümüz gibi: "Arda-Baros bu maçı çevirir", ya da "Mustafa-Ayhan-Barış bu oyunu dikine oynayamazlar"
Bunun dışında üzerine çok fazla yazılacak şey yok aslında. Frank Rijkaard, "enormous challenge" olarak adlandırdığı macerasının ilk resmi ayağında, bana göre önemli bir testi geçmiştir. Rıdvan Dilmen ise bu testten kalmıştır.
fotolar: GS resmi sitesi
13 Temmuz 2009
Dinlen aslanım!
NBA oyuncuları da, işte böyle bir yanda göt, bir yanda masaj, takılıyorlar. Karılı-kızlı ortamlar yani. Geçen de haftasonu için Vegas'a kaçmıştı Paul, iki rulet atmıştı. Türk olsaydı, "Amerika'da basketbolcular çok rahat, kumar bile oynuyoruz" der miydi acaba?
foto: TMZ
Shunsuke Nakamura
Favori frikikçilerimden biridir Nakamura. Son 7 senesini Reggina ve Celtic'te geçirdikten sonra, 31 yaşında La Liga'ya adımını attı sonunda. Artık Espanyol'da, taraftar da oldukça heyecanlı. Türkiye-vari bir Galactico karşılaması karşısında açıklaması çok hoşuma gitti,
Adına bir yerde rastladığımda, Konfederasyon Kupası'nda Fransa'ya karşı oynadığı top ve Barthez'i avladığı frikik gelir aklıma sadece.
“I’m not a star. I will have to work twice as hard as everyone else at the club and be prepared to put in a defensive shift."
“It’s not easy to make an impact in Spanish football. I’ll be trying hard to establish myself step by step.”
Adına bir yerde rastladığımda, Konfederasyon Kupası'nda Fransa'ya karşı oynadığı top ve Barthez'i avladığı frikik gelir aklıma sadece.
11 Temmuz 2009
Kadın = Erkek ?
Williams kardeşlerin ilk zamanlarıydı. Serena, dikkat çekmenin bir başka yolunu bulmuş ve erkekler turunda oynamak istediğini söylemişti. Feministler gaza gelmiş, medyaya malzeme çıkmıştı. Sevgili Boris Becker'e bu olay sorulduğunda, harika bir cevap vermişti baba,
"It's a pretty good joke, If that's the case, and she is going to play, lots of men will go the other way and ask for wild cards into women's competitions, and you will see some strange winners of women's Grand Slams."
Becker'in dediği gibi keşke izin verselerdi de, bir süre kadın tenisçiler aç kalsaydı. Yanlış anlamayın, kadın-düşmanı bir adam değilim ama tenisteki bu zeytinyağı hareketleri hoşuma gitmiyor. GS'lerde diğer turnuvalardan fazla bir efor sarfetmiyorken (sadece 1-2 fazla tur oynuyorlar) neden daha fazla ödeme yapılsın sana. Üstelik eş para istediğin karşı cins, bir tur geçmek için yan kortta epik maçlar yapmak zorunda kalırken..
Williams'lar demişken, bu erkeklere meydan okuma hikayesinin hazin bir sonu vardır bildiğim kadarıyla. 98 Avustralya Açık sırasında, Venus 17 ve Serena 16 iken, yine çenelerini tutamazlar ve ATP ofisine gidip Top 200'ün dışındaki her erkeği yenebileceklerini söylerler. O ara sıralamada 203 numarada bulunan ve o zamanlar 31 yaşındaki Alman Karsten Braasch, ki çok matrak adamdır, bu lafı duyar ve meydan okumayı kabul eder.
O Avustralya Açık'a elemelerden gelip henüz 1. turda elenmiş olan Braasch, anlatılanlara göre, bütün sabah golf oynar. Golften sonra pub'a gidip biraz biralanır. Hatta sigara bile içen bir adamdır. Günde 15 tane söndürdüğü söylenir. Braasch'ın dediğine göre, bu maçı sadece Williams'lar ciddiye alıyordur, çünkü kendisi ve orada bulunan herkes hiçbir şansları olmadığının farkındadır. Hatta bu açıklamalara iyice uyuz olan bazı erkek oyuncular maçtan önce Braasch'a gelip, 24 puanı arka arkaya alıp korttan ayrılmasını istemişlerdir. Önce Serena'yla bir set oynar ve 6-1 kazanır. Set arasında bir sigara daha yakar ve bu sefer çeyrek final maçını bitiren Venus gelir. Onu da 6-2'yle yollar ki, izleyenlere göre Alman tenisçi biraz kibar, biraz makara oynamaktadır setleri. Zaten her iki sette de oyunları 4-0, 5-0 öne geçtikten sonra verir, servisleri yavaş atar ve eğlenmesine bakar.
Maçtan sonra Williams'lar bu sefer Top 200 barajını, Top 350'ye indirirler. Braasch ise, "Top 500 içerisindeki herhangi birine karşı bile şansları yok, çünkü ben bugün 600. gibi oynadım. Olmazsa ben seneye 350'ye düştüğümde tekrar oynarız." diyerek makarasını geçer.
Peki tarihte var mı erkeğin fendini yenen bir kadın. Var. Başımıza bu belayı saran kişi, efsane kadın tenisçi Billie Jean King. Tabi bu onun tercihi değildir. Bir erkeğin, eski dünya 1 numarası Bobby Riggs'in dallamalığıdır. Bobby Riggs, 1939'da, daha 16 yaşındayken 1 numara olmuş, bu ünvanı hem amatör hem de profesyonel olarak sürdürmüş ve kimilerine göre tenis tarihinin değer görmeyen en büyük oyuncularındandır. Ama Riggs yaşlandıkça, ne yapacağını şaşıran bir adam olur ve biraz da para ve şöhrete tekrar kavuşmak için 55 yaşındayken o zamanların efsane bayan oyuncusu, 24 kez GS kazanmış olan 30 yaşındaki Margaret Court'a meydan okur ve 6-2 6-1'le rahat kazanır. Bu sefer işi iyice şova döken Riggs, 29 yaşındaki Billie Jean King'e meydan okur ve 30000 kişinin izlediği maçta King, yaşlı Riggs'i rezil eder ve set dahi vermeden 3-0 kazanır maçı. Ama maç da bir şov maçıdır zaten, Williams'larınki gibi bir kibir gösterisi yoktur.
Kadınların kazandığı parada gözümüz yok elbette. Erkeklerin daha fazla efor sarfettiği için daha fazla kazanması gerektiği, mantıklı olsa da, çok lüzum gerektiren bir kriter değil. Ancak kadın GS'lerinin erkek GS'lerinin yanında fiziksel açıdan çok geride kaldığı ortada. Serena geçen hafta, Safina'ya laf sokarken kendi kazandığı turnuvaların GS, onunkilerin ise başaltı turnuvalar olduğunu söylüyordu. Peki aynı set sayısı üzerinden oynanan bir GS ile bir başaltı turnuvasının tek farkı, genellikle 1 veya en fazla 2 tur fazladan genç oyuncularla maç yapmak değil mi?
10 Temmuz 2009
MJ anısına
Ölümü üzerine birşey yazmadım diye iplemiyorum sanılmasın. Kralın pepsi reklamı, özellikle en karizma zamanları olduğunu düşündüğüm için o zamanlardan koydum. Ceketi, eldiveni, ayakkabıları, her şeyiyle örneksiz bir yıldız idi.
09 Temmuz 2009
Kadınlar & Erkekler
Ünlü sporcular, güzel müzik, tempolu görüntüler, kim sevmez ki böyle reklamları? Nike'ın yeni işi, reklama konu olan mücadele ilgili birşey bakmadım ama hoş bir seyirlik olmuş.
15'in öncesi
Federer, an itibariyle gelmiş geçmiş en çok Grand Slam kazanmış tenisçi, 15 şampiyonlukla. Ancak, eski rekor, Sampras'ın 14 şampiyonluğundan daha fazla olabilirdi, eğer tenis daha esnek kurallara sahip bir spor olsaydı.
1968 yılında, tenis dünyasında önemli bir değişiklik oldu. O yıla kadar, Grand Slamler ve para ödüllü diğer şampiyonalar birbirinden ayrı idame ettiriliyordu. Grand Slam katılımcıları sadece amatör tenisçiler olabiliyorlardı, hayatını tenisten kazanmak isteyen sporcular, birkaç amatör şampiyona kazandıktan sonra profesyonelliğe geçiyorlardı.
Mesela, Rod Laver bugünün büyük şampiyonalarını 1960-1962 yılları arasında tam altı kez kazanmıştır, 1962 yılında dört büyük şampiyonayı da kazanıp Grand Slam yapmıştır hatta. Bu işlemi tamamladıktan hemen sonra, yani 1962 yılı bitmeden, profesyonel olmuş, ve amatörlerle profesyonellerin birleştiği (günümüzde de devam eden Open Era) 1968 yılına kadar bu dalda mücadele etmiştir.
Özellikle Open Era'ya yaklaşılan dönemlerde, profesyonel oyuncular ile amatörler arasında büyük güç farkları vardır. Mesela, dönemin en iyi oyuncularının pro oldukları 1957 senesinde, amatör kalan en iyi oyuncu olan Lew Hoad, Wimbledon finalini sadece beş oyun vererek kazanmış, buna rağmen hemen arkasından başladığı profesyonel kariyerindeki ilk 11 maçından sadece ikisini kazanabilmiştir.
Bir sezonda Grand Slam yapabilen sadece iki oyuncu var. Don Budge 1938'de, Rod Laver da 1962'de amatör iken bunu başarmışlar. Open Era'daki tek örnek, dönemin ikinci senesinde, yani 1969'da Rod Laver'ın ikinci zaferi. O zamandan sonra da en çok yaklaşan Federer oldu.
Amatör ve profesyonel tur, birbirinden ayrı Grand Slam'lere sahipti. Bu turnuvalarda toplamda en çok şampiyonluk Avustralya'lı Ken Rosewall'a ait, 23 tane. Bunlardan sadece dördünü amatörken kazanmış, profesyonel olduktan sonra, Open Era öncesinde tam 15 profesyonel şampiyonluğu var, bunlardan 8'i Fransa ve 7'si de üst üste. Open Era'da dört şampiyonluğu daha var.
Tenisin şu anki düzeninden büyük ölçüde mutluyum, bazı değişiklikler beklesem de; ancak ayrı-gayrı döneminin de biz tecrübe etmeden bitmiş olması sevindirici. Sporcuların kendi aralarında ayrılmaları hiç de hoş olmazdı sanırım.
Are we really witnesses?
Başlıktan anlayacağınız gibi olay LeBron'la alakalı. Bana şehir efsanesi gibi geldi ilk duyduğumda ama isim, tarih ve yer bilgileri o kadar kesin ki doğrudur diye tahmin ediyorum.
Yer, Akron / Ohio. Yani LeBron'un memleketi. James ve sponsoru Nike, büyüdüğü yerde bir basketbol kampı düzenliyor, LeBron James Skills Academy adı altında. Pazartesi akşamı da bir maç çevirmeye karar veriyorlar. Bazı liseli yeteneklerin de bulunduğu maçta, doğal olarak çekim yapanlar da var. Derken, bir pozisyonda, evvelki sene NCAA'de freshman olarak Indiana'da yer alan ve Xavier'e geçtiği için kurallar gereği geçtiğimiz sezonu oturarak geçiren 1.93'lük Jordan Crawford, LeBron'un üzerinden posterlik, çok sıkı bir smaç vuruyor.
Anlatılanlara göre, James pozisyondan sonra saha kenarında biriyle konuşuyor. Konuştuğu kişi de, Nike Basketball'un yöneticilerinden Lynn Merritt, maçı kaydeden iki kameranın da kasetlerini alıyor. Nike, konu hakkında açıklama yapmış ve iki kameramanın çekim yapılamaz kuralını çiğnediğininden bahsetmiş. Freelancer olarak bütün gün kampta çekim yapan kameraman ise, öyle bir yasak olmadığını ve o ana kadar hiçbir problem yaşamadığını söylüyor. Ki zaten, Nike'ın kampıyla bir alakası olmayan, bir pick-up maçında görüntü almak niye yasaklansın, maç işte.
Herneyse, James'in üzerinden birinin smaç vurması çok önemli mi, değil tabi ki. Ama görüntünün yokedilmesi, sponsorun veya James'in bundan rahatsız olması da akıl karı değil. Youtube'a falan düşse 1-2 kez izlenip unutulurdu zaten muhtemelen. Tabi ben hala LeBron'dan kaynaklanan bir durum olduğunu zannetmiyorum. Keza sokakta tıfıl bir beyazla horse oynayıp, madara olduğu görüntülerde ne kadar rahat bir herif olduğu gözüküyordu. Neyse, bu da işte böyle bir hikaye, anafikir falan çıkarmayacağım, size paslayayım dedim.
Yer, Akron / Ohio. Yani LeBron'un memleketi. James ve sponsoru Nike, büyüdüğü yerde bir basketbol kampı düzenliyor, LeBron James Skills Academy adı altında. Pazartesi akşamı da bir maç çevirmeye karar veriyorlar. Bazı liseli yeteneklerin de bulunduğu maçta, doğal olarak çekim yapanlar da var. Derken, bir pozisyonda, evvelki sene NCAA'de freshman olarak Indiana'da yer alan ve Xavier'e geçtiği için kurallar gereği geçtiğimiz sezonu oturarak geçiren 1.93'lük Jordan Crawford, LeBron'un üzerinden posterlik, çok sıkı bir smaç vuruyor.
Anlatılanlara göre, James pozisyondan sonra saha kenarında biriyle konuşuyor. Konuştuğu kişi de, Nike Basketball'un yöneticilerinden Lynn Merritt, maçı kaydeden iki kameranın da kasetlerini alıyor. Nike, konu hakkında açıklama yapmış ve iki kameramanın çekim yapılamaz kuralını çiğnediğininden bahsetmiş. Freelancer olarak bütün gün kampta çekim yapan kameraman ise, öyle bir yasak olmadığını ve o ana kadar hiçbir problem yaşamadığını söylüyor. Ki zaten, Nike'ın kampıyla bir alakası olmayan, bir pick-up maçında görüntü almak niye yasaklansın, maç işte.
Herneyse, James'in üzerinden birinin smaç vurması çok önemli mi, değil tabi ki. Ama görüntünün yokedilmesi, sponsorun veya James'in bundan rahatsız olması da akıl karı değil. Youtube'a falan düşse 1-2 kez izlenip unutulurdu zaten muhtemelen. Tabi ben hala LeBron'dan kaynaklanan bir durum olduğunu zannetmiyorum. Keza sokakta tıfıl bir beyazla horse oynayıp, madara olduğu görüntülerde ne kadar rahat bir herif olduğu gözüküyordu. Neyse, bu da işte böyle bir hikaye, anafikir falan çıkarmayacağım, size paslayayım dedim.
Kastamonulu Artest
Artest, şu ana kadar 15, 23, 91, 93 ve 96 numaraları giymişti 10 sezon boyunca. Lakers'ta önümüzdeki sezonda ise 37 numarayı giyecek.
Kastamonu'daki Artest hayranları bu habere sevinecektir ama 37'nin anlamı malesef onlar değil. Michael Jackson'ın Thriller albümünün piyasaya çıktıktan sonra listelerde 1 numara kaldığı hafta sayısı.
Basın toplantısı videosu
Kastamonu'daki Artest hayranları bu habere sevinecektir ama 37'nin anlamı malesef onlar değil. Michael Jackson'ın Thriller albümünün piyasaya çıktıktan sonra listelerde 1 numara kaldığı hafta sayısı.
Basın toplantısı videosu
08 Temmuz 2009
15!
Bu rekoru eninde sonunda kıracaktı, belki son iki turnuvada onun dışında gerçekleşen olaylar bu süreci hızlandırdı. Roger Federer 15. Grand Slam'ini çok sevdiği Wimbledon'da kazanarak, Pete Sampras'ın rekorunu da kırmış oldu. Bu rekoru kırarken sürpriz derecede zorlandı.
Roddick'in hiçbir zaman Federer'e karşı şansı tutmamıştır. Genelde tie-break ile kaybettiği ilk set sonrası morali bozulur, önceki tecrübelerini hatırlar ve abuk subuk basit hatalarla kolayca kaybederdi rakibine. Bu sefer çok daha hazır ve enerjik çıktı korta. İlk iki sette mükemmel servis attı, Federer'e ilk servisini beşinci setin sonunda kırdırdı. Onun servis oyunlarında da bir hayli dirençliydi. Belki ikinci setteki oyununu biraz daha devam ettirip tie-break'i bırakmayabilir ve maçı kazanma yolunda da önemli bir adım atabilirdi. Hatta sadece 6-5 öndeyken kaçırdığı backhand stop volesini bitirebilseydi. Geri çizgi oyununda Federer'i en az Nadal kadar zorladı belli bölümlerde.
Bu turnuva öncesinde, Nadal'ın çekilmesiyle birlikte, İngilizlerin hevesi de artmıştı, finalist çıkarma umuduyla. Murray eğer finale çıkıp Federer'i de yenmeyi başarabilseydi, benim komik bulduğum puanlama sistemi onu bir süreliğine dünyanın bir numarası yapacaktı. Nitekim son üç karşılaşmalarında Federer'i yenmeyi başarmıştı, yükselen bir yıldızdı ve iyi durumdaydı, Roddick ise kariyerinin herhangi bir diliminde üst üste üç zorlu maçı kaldıracak zihinsel dirence sahip değildi. Roddick, Murray'i yenerek, Federer'in karşısına en bilindik zayıflığını kenarda bırakarak çıktı.
Her ne kadar skoru heyecan barındırsa da, iki tenisçinin iyi servis attığı, iniş-çıkışların nadiren yaşandığı vasat bir maç izledik. Özellikle son sette, rakibinin sakatlık ve kondüsyon sebebiyle tam performansla oynayamadığı bölümlerde vurup geçemeyerek, servis çevirmelerindeki yüzdeyi artıramayarak biraz hayal kırıklığı yarattı. Ona da anlayışla yaklaşmak gerek zira tribündeki konuklar üzerinde hafif de olsa bir baskı yaratıyordu. Özellikle Sampras'ın Federer'den daha heyecanlı olduğunu hissettim bazen.
Tenis severlerin iki eski dostunu doya doya izlediği bu turnuva, 15. şampiyonluk kadar, 31 yaşındaki Haas'ın rüya sezonunu, Williams-Dementieva maçını, akabinde Serena'nın çıkıntılığını ve Roddick'in toparlanışını da hatırlattıracak. Federer daha ne kadar rekor kırsa az, kıracak rekor da kalmadı zaten.
Nostalji 11 - Have a Cigar
07 Temmuz 2009
Spor Skandalları #5: Kolombiya Kolombiya
94 Amerika'yı hatırlar birçoğunuz. Kolombiya, ev sahibi Amerika'yla oynuyordu ve topu yanlışlıkla kendi kalesine gönderip Kolombiya'nın elenmesine neden olan 2 numaralı defans oyuncusunun adı Andrés Escobar'dı. Escobar'ın ölümü için birçok şey söylenmişti, kimileri birçok insanın da yaralandığı bir bar kavgasında öldüğünü, kimileriyse o maçta Kolombiya'ya yüklü miktarda bahis oynayan uyuşturucu mafyasının işi olduğunu. Kız arkadaşın, Escobar ölürken katilin Güney Amerikalı spikerler gibi o'ları uzatıp "Goooool!" diye bağırdığını bile söylemişti, düşünsenize manyaklığın derecesini.
Bunu niye anlattım, çünkü Kolombiya'da yine dünya üzerinde görülmemiş bir olay yaşandı. yine silahla, yine futbolla ilgili.
Zamanında Valderrama ve Garrincha gibi iki Günay Amerika efsanesinin de oynadığı Kolombiya takımı Junior, Kuzey Kolombiya'da, bir Karayip kıyı şehri olan Barranquilla'nın takımı. Rio'dan sonra, dünyanın en büyük festivallerinden birine ev sahipliği yapan Barranquilla'da beyzbol popüler olsa da, Junior, şehrin desteklediği ve takip ettiği en büyük futbol takımı. Tek devre lig + playoff gibi enteresan bir statüye sahip Apertura-vari Copa Mustang I'in finalinde, Once Caldas'a iki maçta da yenilerek şampiyonluğu kaptırdılar, birkaç gün önce.
Ne olduysa bundan sonra oluyor, tribünlerinde kanı daha bir deli akan insanların bulunduğu bu coğrafyada normal sayılabilecek şekilde, Junior taraftarları, finalde çok kötü oynayan orta saha oyuncusu Javier Florez'i şehir merkezinde gördüklerinde pek de iyi davranmıyorlar. Arabasının etrafında Florez'le dalga geçenlerden bir tanesi, 27 yaşında elektrikçilik yapan bir Junior'lu, futbolcuya "güçsüz" diyor. Olay hakkında birçok haber var ve hepsi olayı farklı şekilde anlatıyor. Kimine göre bunu duyan Florez dönüp, silahını çıkarıyor ve taraftara ateş ediyor (kimine göre 2 el, kimine göre 4 el). Kimine göre de Florez eve gidip silahını alıyor ve dönüp taraftarı vuruyor. Sonuç olarak Florez, taraftarı öldürüyor ve koşarak kaçıyor.
Javier Florez, bir süre polisten saklandıktan sonra teslim olmuş. Yazılanlara göre olay yerinde bıraktığı arabası, taraftarlar tarafından parçalanmış ve polisin arabada yaptığı incelemede Florez'in arabada esrar kullandığı ve cinayeti işlerken de kendinde olmadığı yönünde bir sonuca varılmış. Kolombiya'da çok anormal bir durum değildir muhtemelen polisin vardığı sonuç ama başka hangi akla hizmet şehir merkezinde bir taraftarı öldürür, bir futbolcu, bunun çok incelemesini yapmaya gerek yok.
Bu haberi Rüştü veya Kezman okumuş mudur, onu da bilmiyorum.
Artest, Lakers duşuna ilk ne zaman girdi?
Phil Jackson geçen gün Lakers'a yakın radyo istasyonlarından KLAC'ye katılıp, Lakers'ın gündemdeki konuları konuşulurken, birden çoğu kişinin bilmediği, insider bir hikaye anlatmış. Programın kaydını bulup dinledim, alta da linkini koydum meraklısına.
Hikaye Artest hakkında. Dediğim gibi Phil anlatıyor, 1. ağızdan.
Boston'a farklı kaybedilen o 6. maçtan sonra Artest, Lakers soyunma odasına giriyor. Dışarıdan kimsenin girmesine izin olmayan, koçların bulunduğu odaya giriyor ve Jackson'a, "Koç, takımına yardım edebilirim, şampiyon olabiliriz." gibi bir laf ediyor. Jackson da, "Eyvallah Ron, düşünmen bile yeter, bakıcaz artık" gibisinden politik bir cevap veriyor (muhtemelen de arkasından işaret parmağını şakağına götürüp daireler çizip, yanındakilere "weirdo" demiştir kısık bir sesle.). Artest bunun üzerine çıkmadan önce aynı şeyleri duşa kadar gidip, (Phil'e göre Artest'in bu isteğinden 2 senedir haberi var Kobe'nin) Kobe'ye de söylüyor.
Artest'ten ne beklediği hakkındaysa bilinen şeyler söylüyor Phil. Artest'in herşeyden önce bir bilinmeyen olduğunu, oynadığı takımların bile o gece sahaya ne getireceğini bilmediğini ama en iyi bildiği işin tabi ki savunma olduğunu söylüyor. Takımın savunma varyasyonlarını arttırabileceğini, duruma göre 2 numaralardan 4 numaralara kadar savunma özelliğiyle takımı kısaltmaya veya uzatmaya imkan sağlayacağını, tuttuğu oyuncuyu kilitleyebilme ihtimali olduğunu ve bu tip rekabetlerden hoşlandığını söylüyor. Bu rekabetten zevk almasının önemli olduğu ve bunun yanında post-up ve dış şut tehdidi getirmesi gibi avantajları olduğunu söylüyor. Biraz politik konuşuyor tabi Jackson, Artest'in bütün pozitif özelliklerini sayarak. Ama Ron'dan katkı alacak biri varsa o da Phil Jackson'dır gibi geliyor bana.
Ariza ve Artest arasındaki ikilem konusunda da konuşmuş Phil. Öncelikle kendisine bir seçim şansı sunulmadığını, Kobe'nin dışında, maçlarda rakibi kilitleyecek bir savunmacıya ihtiyaç duyduklarını ve geçen sene Trevor'ın bu role büründüğünü ve başarılı da olduğunu söylüyor. Trevor ve menajeriyle olan görüşmelerin iyi gitmemesine bu yüzden taraftarlar gibi o da fazlasıyla şaşırmış. Ama yönetimin de Artest'in çok uzun süredir (ki evet, 3 sezon önce bile Artest konuşuyluyordu.) wish-list'te olduğunu bildiğini de ekliyor.
Sonuç olarak Phil, artık Artest'le beraber, Trevor'dan biraz daha çok yönlü bir oyuncuya sahip olduklarını ama Trevor'ın getirdiği hızı ve dinamizmi de arayacakları fikrinde. Ben de aşağı yukarı aynı fikirdeyim, tek merak ettiğim Artest'in hücuma nasıl monte edileceği.
Programın kaydı
Hikaye Artest hakkında. Dediğim gibi Phil anlatıyor, 1. ağızdan.
Boston'a farklı kaybedilen o 6. maçtan sonra Artest, Lakers soyunma odasına giriyor. Dışarıdan kimsenin girmesine izin olmayan, koçların bulunduğu odaya giriyor ve Jackson'a, "Koç, takımına yardım edebilirim, şampiyon olabiliriz." gibi bir laf ediyor. Jackson da, "Eyvallah Ron, düşünmen bile yeter, bakıcaz artık" gibisinden politik bir cevap veriyor (muhtemelen de arkasından işaret parmağını şakağına götürüp daireler çizip, yanındakilere "weirdo" demiştir kısık bir sesle.). Artest bunun üzerine çıkmadan önce aynı şeyleri duşa kadar gidip, (Phil'e göre Artest'in bu isteğinden 2 senedir haberi var Kobe'nin) Kobe'ye de söylüyor.
Artest'ten ne beklediği hakkındaysa bilinen şeyler söylüyor Phil. Artest'in herşeyden önce bir bilinmeyen olduğunu, oynadığı takımların bile o gece sahaya ne getireceğini bilmediğini ama en iyi bildiği işin tabi ki savunma olduğunu söylüyor. Takımın savunma varyasyonlarını arttırabileceğini, duruma göre 2 numaralardan 4 numaralara kadar savunma özelliğiyle takımı kısaltmaya veya uzatmaya imkan sağlayacağını, tuttuğu oyuncuyu kilitleyebilme ihtimali olduğunu ve bu tip rekabetlerden hoşlandığını söylüyor. Bu rekabetten zevk almasının önemli olduğu ve bunun yanında post-up ve dış şut tehdidi getirmesi gibi avantajları olduğunu söylüyor. Biraz politik konuşuyor tabi Jackson, Artest'in bütün pozitif özelliklerini sayarak. Ama Ron'dan katkı alacak biri varsa o da Phil Jackson'dır gibi geliyor bana.
Ariza ve Artest arasındaki ikilem konusunda da konuşmuş Phil. Öncelikle kendisine bir seçim şansı sunulmadığını, Kobe'nin dışında, maçlarda rakibi kilitleyecek bir savunmacıya ihtiyaç duyduklarını ve geçen sene Trevor'ın bu role büründüğünü ve başarılı da olduğunu söylüyor. Trevor ve menajeriyle olan görüşmelerin iyi gitmemesine bu yüzden taraftarlar gibi o da fazlasıyla şaşırmış. Ama yönetimin de Artest'in çok uzun süredir (ki evet, 3 sezon önce bile Artest konuşuyluyordu.) wish-list'te olduğunu bildiğini de ekliyor.
Sonuç olarak Phil, artık Artest'le beraber, Trevor'dan biraz daha çok yönlü bir oyuncuya sahip olduklarını ama Trevor'ın getirdiği hızı ve dinamizmi de arayacakları fikrinde. Ben de aşağı yukarı aynı fikirdeyim, tek merak ettiğim Artest'in hücuma nasıl monte edileceği.
Programın kaydı
Off-season
Adamım Shannon, istediğim bir kontratla olmasa da takımda kaldı. Brown, 2 yıllık 4.2 milyon civarı cüzi bir paraya oynayacak, 2. yılı oyuncu opsiyonlu. İyi geçirirse bu sezonu, opsiyonunu kullanmayıp piyasayı test edebilir ve belki 2010 rüzgarından yelkenini ve cebini doldurur. Bu arada Phil de 1 sene daha Lakers koçu olacağını açıkladı. Samatyalı Rambis'in deplasman maçlarında takımın başında olması zaten kötü bir fikirdi Phil Hoca, kusura bakma. Bir takımın bir tane koçu olur.
Dallas, Kidd'e biraz fazla para yatırdı. 3 yıl, 25 milyon dolarlık kontratı bittiğinde Kidd'in 40 yaşına girmiş olacağını bir post-it'e yazıp, buzdolabına asmak lazım.
Ariza'nın neden Houston'a gittiğini kendi kendime sorgularken, ilgilenen takımlardan Cleveland'a neden gitmemiş olabileceği konusunda aklıma tek gelen LeBron'un seneye gitme ihtimalinin olmasıydı. Ama dün gece çıkan haberlere göre, Ariza, LeBron'a kalıp kalmayacağını sormuş ve kalacağı cevabını almış. Hatta Shaq da aramış Trevor'ı. Haberin sıkma portakal suyu olma ihtimali de var.
Bu arada Jennings de, önceden bahsettiğimiz ses kaydını ve bütün konuşmaların kendisine ait olduğunu kabul etti. Torino'lu yalan yazmaz Brandon.
Dallas, Kidd'e biraz fazla para yatırdı. 3 yıl, 25 milyon dolarlık kontratı bittiğinde Kidd'in 40 yaşına girmiş olacağını bir post-it'e yazıp, buzdolabına asmak lazım.
Ariza'nın neden Houston'a gittiğini kendi kendime sorgularken, ilgilenen takımlardan Cleveland'a neden gitmemiş olabileceği konusunda aklıma tek gelen LeBron'un seneye gitme ihtimalinin olmasıydı. Ama dün gece çıkan haberlere göre, Ariza, LeBron'a kalıp kalmayacağını sormuş ve kalacağı cevabını almış. Hatta Shaq da aramış Trevor'ı. Haberin sıkma portakal suyu olma ihtimali de var.
Bu arada Jennings de, önceden bahsettiğimiz ses kaydını ve bütün konuşmaların kendisine ait olduğunu kabul etti. Torino'lu yalan yazmaz Brandon.
06 Temmuz 2009
Bush grubunun eski solisti Gavin Rossdale'e sesleniyorum!
Çingene
“I see myself as No. 2; that’s where I am,” Serena said. “I think Dinara did a great job to get to No. 1. She won Rome and Madrid.”Serena yine bir Necati Ateş açıklaması yapmış, ne kendisi, ne de şakşakçısı kimi Amerikan medyası kusura bakmasın. Aktif bayan tenisçiler arasında şu ana kadar en fazla para kazanmış oyuncu olarak, bu parayı kazandığı organizasyonun, yani WTA'nın hakkında birşeyler biliyordur diye tahmin ediyorum. En azından puanlamanın nasıl yapıldığını, mesela. Evet, Serena şu anda Roland Garros dışında bütün GS'lerin son şampiyonu olmasına rağmen 2 numara sıralamada. Yukarıdan anlaşılacağı gibi de, 1 numara da Safina.
Serena tabi ki biliyor, WTA puan sıralamasının nasıl yapıldığını. Sadece thrash-talk yapıyor işte. Safina'nın Roma ve Madrid'deki b2b "Jr." Grand Slam şampiyonluklarına sokarken, aynı turnuvalarda kendisinin maç kazanamadan elendiğinden bahsetmiyor. Ya da son 1 yıldır bu 3 GS dışında turnuva kazanamadığını. Dolayısıyla ödülü sadece para değil, puan da olan ve insanların bu yüzden kıçlarını yırttıkları bu turnuvaları, biraz da işine gelmediği için, gözardı ediyor.
Halbuki, Masters turnuvaları bir GS'ın yarısı kadar puan veriyor oyunculara. Misal bir GS kupası 2000 puan demek, Masters'ta 1000. Ya da GS çeyrek finali 500 iken, Masters'ta 250 puan. Puanlarda %50'lik bir oran varken, toplam para ödülleri birbirine daha yakın. Bayan tenisinin ne kadar tahmin edilemez ve iniş-çıkışlara ne kadar müsait bir spor olduğu gözönüne alınırsa puanlamanın oldukça makul olduğu söylenebilir.
Masters derken, Masters ismi tabi ATP'ye, dolayısıyla erkeklere ait. Ben ayrım yapmak istemezdim ama ne yapayım. WTA'da Premier Mandatory diyorlar bu turnuvalara kısaca. Indian Wells, Miami, Madrid, Beijing ve bazen yeri değişen sezon sonu turnuvası. Premier 5 dedikleri turnuvalarsa yine 3. önemde turnuvalar. Mesela onun kupasının getirisi 800 puan.
Şimdi Serena'ya geri dönersek, bakalım ne yapmış 2009'da. Parantez içerisindekiler o turnuvadan aldığı puanı gösteriyor. Turnuvaları kendi sınıflarına göre büyükten küçüğe ayırdım.
Masters derken, Masters ismi tabi ATP'ye, dolayısıyla erkeklere ait. Ben ayrım yapmak istemezdim ama ne yapayım. WTA'da Premier Mandatory diyorlar bu turnuvalara kısaca. Indian Wells, Miami, Madrid, Beijing ve bazen yeri değişen sezon sonu turnuvası. Premier 5 dedikleri turnuvalarsa yine 3. önemde turnuvalar. Mesela onun kupasının getirisi 800 puan.
Şimdi Serena'ya geri dönersek, bakalım ne yapmış 2009'da. Parantez içerisindekiler o turnuvadan aldığı puanı gösteriyor. Turnuvaları kendi sınıflarına göre büyükten küçüğe ayırdım.
Avustralya Açık - Ş - (2000)
Fransa Açık - ÇF - (500)
Wimbledon - Ş - (2000)
Indian Wells - katılmadı
Miami - F - (700)
Madrid - 1. Tur - (5)
Dubai - YF - (350)
Roma - 2. Tur - (1)
Sydney - YF - (200)
Paris - YF - (200)
Marbella - 1.Tur - (1)
Fransa Açık - ÇF - (500)
Wimbledon - Ş - (2000)
Indian Wells - katılmadı
Miami - F - (700)
Madrid - 1. Tur - (5)
Dubai - YF - (350)
Roma - 2. Tur - (1)
Sydney - YF - (200)
Paris - YF - (200)
Marbella - 1.Tur - (1)
Safina'ya bakalım.
Avustralya Açık - F - (1400)
Fransa Açık - F - (1400)
Wimbledon - YF - (900)
Indian Wells - ÇF - (250)
Miami - 3. Tur - (80)
Madrid - Ş - (1000)
Dubai - 2. Tur - (1)
Roma - Ş - (800)
Sydney - F - (320)
Stuttgart - F - (320)
Ordina - YF - (130)
Fransa Açık - F - (1400)
Wimbledon - YF - (900)
Indian Wells - ÇF - (250)
Miami - 3. Tur - (80)
Madrid - Ş - (1000)
Dubai - 2. Tur - (1)
Roma - Ş - (800)
Sydney - F - (320)
Stuttgart - F - (320)
Ordina - YF - (130)
Matematik ortada, Serena iki Grand Slam kazanarak sıralamada oldukça tırmandı ve bu sezon Safina'dan sonra en çok puan kazanan 2. tenisçi ama Safina'nın da sezon içerisinde daha istikrarlı olduğu da ortada. Safina'nın 2 şampiyonluğu, 4 finali, 2 yarı finali ve 1 tane de maç alamadan elendiği turnuva var. Serena'nın 2 şampiyonluğu, 1 finali, 3 yarı finali ve 3 tane maç alamadan elendiği turnuvası var.
Ağzını biraz daha az çalıştırıp, 2 turnuva kazanıp 1 numara olabilir, bu kadar istiyorsa. Defalarca 1 numara olmuş, 27 gibi bayanlar tenisi için veteran diyebileceğimiz bir yaşta olan biri değil de, 18 yaşında genç birinin yapabileceği ucuzlukta bir hareketti ama Serena olunca etikete bakmıyorsunuz işte.
Ağzını biraz daha az çalıştırıp, 2 turnuva kazanıp 1 numara olabilir, bu kadar istiyorsa. Defalarca 1 numara olmuş, 27 gibi bayanlar tenisi için veteran diyebileceğimiz bir yaşta olan biri değil de, 18 yaşında genç birinin yapabileceği ucuzlukta bir hareketti ama Serena olunca etikete bakmıyorsunuz işte.
Rasheed Wallace Celtics'te
2009 serbest oyuncu piyasasının en gözde oyuncularından Rasheed Wallace'ın Celtics ile anlaştığı haberi artık pek çok kaynağa düşmüş durumda. Muhtemelen yedekten gelecek ama bu sezonki uzun rotasyonunu görünce playoff'ta hayli süre alması muhtemel. Gerek savunması, gerek şut tehdidiyle önemli bir ekleme oldu. Pek çok contender takım da peşindeydi, bir nevi altı puanlık transfer.
02 Temmuz 2009
Spor Skandalları #4: Greg Akcelrod
Gezinirken rastladığım ve oldukça güldüğüm bir olayı yazayım dedim bugün.
Ali Dia'nın hikayesini bilirsiniz muhtemelen. Merak etmeyin, Dia'nın hikayesini anlatan 2345. blog yazarı olmaya niyetim yok. Zaten önceden yazılmıştı burada da, "ali dia +torinolu" diye aratırsanız, detayları öğrenirsiniz. Kısaca özetlersek, kendini Weah olarak tanıtan fırlama bir menajer, Southampton menajeri Souness'ı arar ve Senegal milli takımında ve PSG'de oynadığını idda ettiği Senegal'li kuzenini (Ulan koskoca Weah'ın nereli olduğunu da bilmiyorsun, Greame?) önerir. Sadece Senegal'li amatör bir futbolcu olan Ali Dia, bir anda 1 aylık kontrat imzalar Southampton'la. Olaylar gelişir ve bir Premier Lig maçında bir şekilde sahaya çıkar ve Kemal Sunal'ın kömür boyalı Amerikalı basketbolcu tiplemesi gibi, foyası ortaya çıkar.
Şimdi tekrar konuya geri dönelim.
CSKA Sofya, geçtiğimiz sezon Bulgar Ligi'nde son haftalardaki puan kayıplarıyla şampiyonluğu adeta hediye etmişti şehrin diğer takımı, ezeli rakipleri Levski'ye. Efsane forvetleri Loboslav Penev var takımın başında ve bu sezon şampiyon olabilmek için de Avusturya'da kampa girmişler.
Buraya kadar birşey yok olağandışı. Olay, geçen hafta CSKA'nın denemek için antremana çıkardığı Fransız oyuncu.
Greg Akcelrod ismindeki, hiçbirinizin adını duymadığına emin olduğum bu adam, görünüşte normal bir futbolcuya benziyor. Adını google'ladığınızda, hakkında youtube videoları, fan sitesi, resmi site gibi bir sürü bilgi çıkıyor. Tabi ufak bir detay da var;
Bunların hepsi sahte. Adam bildiğin dolandırıcı.
Akcelrod'un sahte bilgilerine baktığınızda, onu PSG'den çıkma bir oyuncu olduğunu sanıyorsunuz. Ali Dia da PSG'liydi hatırlarsanız. Yani neymiş? Ev hanımları, PSG'liyim diyen birine kapıyı açmayın, çocuklar, PSG'li birinden yiyecek birşey almayın, genç kızlar, PSG'liyim diyen bir erkeğin evine gitmeyin.
Akcelrod'un resmi sitesindeki cv'sine göre, şu ana kadar PSG, Cardiff, Racing ve Saint Lo'da top oynamış. Altta da makarasını geçmiş, "Advanced Courses: Marketing"..
Akcelrod'un youtube'da sahte "slypsg" kullanıcı adı altında koyduğu videolar var. Videolarda, PSG'nin antreman maçlarından görüntüler var. Hatta bazı videolarda, kendisine benzeyen bizim Kezman'ın düşük kalitede videoları var. Adına açılmış bir Facebook fan sayfası da var Akcelrod'un. Tabi o da külliyen yalan. Sitedeki bilgilerden bu Fransız dolandırıcının, Arjantin, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan ve İngiltere'de çeşitli denemeler yaptığını görüyoruz. Bazılarıyla denemelere çıkmış, bazıları da sadece internette kendisini araştıranları yönlendirmek üzere yazılmış sahte makaleler. Olayı ise CSKA'lı bir taraftarın, PSG taraftar forumuna girip Akcelrod'u sormasıyla başlıyor. Daha önce de başka takım taraftarlarından benzer sorular alan PSG'liler de Akcelrod'un takımlarında hiç oynamadığını ve bir dolandırıcı olduğunu açıkılıyor.
Akcelrod bu arada, Ali Dia'dan muhtemelen daha iyi bir futbolcu. Swindon'daki denemesindeki hazırlık maçında şık bir aşırtma gol atıp, maçın adamı seçiliyor ve televizyona röportaj bile veriyor.
Film olacak bir hikaye. Ha bu arada, adamın futbolcuyum diye geçinen bir çok forvetten daha iyi olmasına da hiç şaşırmam, ekleyeyim.
Edit: Batuğ Abi söyledi, Taraf Spor da ertesi günkü sayısında olaya yer vermiş, tesadüftür diyip geçtik. Başlık güzel olmuş ama resim yakışıklı çıkmamış Taraf >:(( !
Ali Dia'nın hikayesini bilirsiniz muhtemelen. Merak etmeyin, Dia'nın hikayesini anlatan 2345. blog yazarı olmaya niyetim yok. Zaten önceden yazılmıştı burada da, "ali dia +torinolu" diye aratırsanız, detayları öğrenirsiniz. Kısaca özetlersek, kendini Weah olarak tanıtan fırlama bir menajer, Southampton menajeri Souness'ı arar ve Senegal milli takımında ve PSG'de oynadığını idda ettiği Senegal'li kuzenini (Ulan koskoca Weah'ın nereli olduğunu da bilmiyorsun, Greame?) önerir. Sadece Senegal'li amatör bir futbolcu olan Ali Dia, bir anda 1 aylık kontrat imzalar Southampton'la. Olaylar gelişir ve bir Premier Lig maçında bir şekilde sahaya çıkar ve Kemal Sunal'ın kömür boyalı Amerikalı basketbolcu tiplemesi gibi, foyası ortaya çıkar.
Şimdi tekrar konuya geri dönelim.
CSKA Sofya, geçtiğimiz sezon Bulgar Ligi'nde son haftalardaki puan kayıplarıyla şampiyonluğu adeta hediye etmişti şehrin diğer takımı, ezeli rakipleri Levski'ye. Efsane forvetleri Loboslav Penev var takımın başında ve bu sezon şampiyon olabilmek için de Avusturya'da kampa girmişler.
Buraya kadar birşey yok olağandışı. Olay, geçen hafta CSKA'nın denemek için antremana çıkardığı Fransız oyuncu.
Greg Akcelrod ismindeki, hiçbirinizin adını duymadığına emin olduğum bu adam, görünüşte normal bir futbolcuya benziyor. Adını google'ladığınızda, hakkında youtube videoları, fan sitesi, resmi site gibi bir sürü bilgi çıkıyor. Tabi ufak bir detay da var;
Bunların hepsi sahte. Adam bildiğin dolandırıcı.
Akcelrod'un sahte bilgilerine baktığınızda, onu PSG'den çıkma bir oyuncu olduğunu sanıyorsunuz. Ali Dia da PSG'liydi hatırlarsanız. Yani neymiş? Ev hanımları, PSG'liyim diyen birine kapıyı açmayın, çocuklar, PSG'li birinden yiyecek birşey almayın, genç kızlar, PSG'liyim diyen bir erkeğin evine gitmeyin.
Akcelrod'un resmi sitesindeki cv'sine göre, şu ana kadar PSG, Cardiff, Racing ve Saint Lo'da top oynamış. Altta da makarasını geçmiş, "Advanced Courses: Marketing"..
Akcelrod'un youtube'da sahte "slypsg" kullanıcı adı altında koyduğu videolar var. Videolarda, PSG'nin antreman maçlarından görüntüler var. Hatta bazı videolarda, kendisine benzeyen bizim Kezman'ın düşük kalitede videoları var. Adına açılmış bir Facebook fan sayfası da var Akcelrod'un. Tabi o da külliyen yalan. Sitedeki bilgilerden bu Fransız dolandırıcının, Arjantin, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan ve İngiltere'de çeşitli denemeler yaptığını görüyoruz. Bazılarıyla denemelere çıkmış, bazıları da sadece internette kendisini araştıranları yönlendirmek üzere yazılmış sahte makaleler. Olayı ise CSKA'lı bir taraftarın, PSG taraftar forumuna girip Akcelrod'u sormasıyla başlıyor. Daha önce de başka takım taraftarlarından benzer sorular alan PSG'liler de Akcelrod'un takımlarında hiç oynamadığını ve bir dolandırıcı olduğunu açıkılıyor.
Akcelrod bu arada, Ali Dia'dan muhtemelen daha iyi bir futbolcu. Swindon'daki denemesindeki hazırlık maçında şık bir aşırtma gol atıp, maçın adamı seçiliyor ve televizyona röportaj bile veriyor.
Film olacak bir hikaye. Ha bu arada, adamın futbolcuyum diye geçinen bir çok forvetten daha iyi olmasına da hiç şaşırmam, ekleyeyim.
Edit: Batuğ Abi söyledi, Taraf Spor da ertesi günkü sayısında olaya yer vermiş, tesadüftür diyip geçtik. Başlık güzel olmuş ama resim yakışıklı çıkmamış Taraf >:(( !
Encourage
Daha birkaç gün önce Entourage'ın beşinci sezonunu izledim, gerçi bütün sezonlarını geçen ay izledim zaten, neyse, onun üzerinden bir kelime oyunu bu başlık. Şimdi aklıma geldi.
Rasheed Wallace peşinde koşan bir sürü takım var. Celtics bunlardan en isteklisi şimdilik; ancak Mavs, Rockets, Magic, Spurs ve dahası Lakers Wallace'ın peşinde. Wallace'ın tercih sıralamasında da Celtics altlarda, en azından Ric Bucher'ın öyle tweetlemiş.
Bu durumu değiştirmek için, koç Rivers, KG, PP, Ray Allen atlamışlar uçağa, yanına gitmişler. Amaç, herifi Celtics'te oynamaya ikna etmek. Bunun bir benzerini PJ Brown'a yapmışlardı iki sene önce, gerçi ona yapılan bir uçak seyahatinden ziyade tuvalette kıstırma idi. Bu tip durumlara genelde fazla rastlanmaz, bu Hasan Vezir aksiyonu Wallace'ın gelecek sezon yeşil giymesine sebep olabilir.
The Celtics sent Rivers, Kevin Garnett, Paul Pierce and Ray Allen to encourage Wallace to sign with them. Garnett and Wallace have a close relationship.
En baba Wimbledon maçları
Geçen gün NTV Spor’da güzel bir belgesel vardı, McEnroe – Borg çekişmesine yoğunlaşan ve ikilinin 1980 Wimbledon Finali’ndeki efsane maçlarına ayrıntısıyla değinen hoş bir seyirlik idi. Özellikle tenis oyuncuların maçın görüntülerini izlerken yaptıkları yorumlar baya hoşuma gitti. Ben de, bu maçın arkasından, 1990 sonrası dönemde Wimbledon tarihinde anılacak en önemli maçları derleyeyim dedim. Herhangi bir sıraya bağlı olmadan başlıyorum:
Stefan Edberg – Boris Becker (6-2 / 6-2 / 3-6 / 3-6 / 6-4) 1990 Finali
Benim yaşıtlarımın son mensuplarından olduğu bir nesil, TRT’den düzenli olarak Grand Slam finali izleyerek büyümüştür. Övünmek gibi olmasın, televizyonun dibinden izlediğim müsabakalar, çok küçük yaşta gözlerimin bozulmasına sebebiyet vermiştir. Becker’i benden 2-3 yaş genç olanlar çok iyi tanımaz. Tenis dünyasının en renkli ve eşsiz karakterlerinden biriydi. Kendine has servisi dünyanın en iyilerinden idi, ayrıca file önünde de Nadal’ın çizgideki halini andırıyor, çok zor toplara yetişiyor, yetişmesi imkânsız gözükenlere de planjon yapıyordu. Bir çocuk için kahraman tanımlamasına uyacak kadar özel bir sporcuydu. Sonra skandallara karışıp amı-götü dağıttı, kariyeri beklenenden erken düşüe geçti, vs.
Bilindiği üzere, kendisi 17 yaşında, sıralamalarda bile olmamasına rağmen Wimbledon’ı kazanıp inanılmazı başarmıştır. Merak edenler, tarihin en iyisi Roger Federer’in ilk yıllarında Wimbledon’da nasıl zorlandığına baksınlar. Gerçi Connors’ların, McEnroe’ların falan miadını doldurduğu bir geçiş dönemiydi, o jenerasyon 1-2 yıl içinde Edberg-Becker-Sampras-Courier gibi isimlere yerini bıraktı ama yaş da 17 be abi. Dediğim gibi, müthiş servisi ve file önündeki cevvalliği sayesinde Wimbledon’ın kralı olmuş ve ilk şampiyonluğunun devamında yedi sene üst üste Wimbledon finali oynayarak bir rekora imza atmıştır (Fedex Haas’a takılmazsa egale edecek). Tarz olarak kendisine bir hayli benzeyen, dönemin önemli tenisçilerinden Stefan Edberg ile 88-90 arası üç final üst üste oynamıştır, bu da sonuncusu. Genelde Edberg’e karşı ezici bir üstünlüğü bulunmasına rağmen, bu finallerden ikisini kaybetmiştir. Zaten Edberg’in sinir bozucu bir tarzı vardı, robot gibi oynardı tenisi, hep aynı hareketler falan, sevmezdik pek.
1990 Finali de Becker’in favori olduğu bir maçtı. Becker maça çok kötü bir servis performansıyla başlamış ve ilk iki sette varlık gösterememiştir, akabinde maça ağırlığını koyup setleri eşitlemiş, üstüne de son sette rakibin servisini kırmıştır. Kariyeri boyunca kritik Grand Slam maçlarının beşinci setlerinde servis kırdırıp kazandığı maçlar bulunan Edberg, 3-1 geriye düştükten sonra hemen toparlar, maçın en iyi tenisini sığdırdığı bu dakikalarda Becker’in servisini iki kere kırıp 5-4 öne geçer ve işi son oyunda bitirir. Üçüncü setin başlarında anca toparlanıp tenis oynamaya başlayan Becker, maçtan sonra bir akşam evvel uyumakta zorluk çektiğini, bu sebeple uyku ilaçları aldığını ve ilk iki setteki bitik görüntüsünü de bu ilaçlara borçlu olduğunu söylemiştir. İkilinin karşılıklı oynadığı 35 maçın 25’in Becker’in kazandığını hatırlatalım ki kaybettiği on maçtan ikisi de Wimbledon finalidir.
Bir de hikâye, geçenlerde TRT3’te 1991 finalini yakaladık, Stich-Becker oynuyor, Stich 2-0 önde. Yanımdaki arkadaşlarım bu maçın sonucu noluyor dediklerinde kendimden emin bir şekilde “Becker’in almış olması lazım” diyorum. Hatta son oyunlarda Stich gayet rahat gözükürken, içimden “helal olsun Becker’e, nereden çevirmiş” falan diyorum. Sonra Stich üçüncü sette maçı kazandıracak servis kırma puanını kazanıyor, birbirimize bakıyoruz elemanlarla, güzel bir return ve sevinçten yere yuvarlanıyor Stich. Hayatımda yaşadığım dumurlardan biridir. O derece kahramanımmış Becker.
Rafael Nadal - Roger Federer (6-4 / 6-4 / 6-7 (5-7) / 6-7 (8-10) / 9-7) 2008 Finali
Bu maçın birçok hikâyesi var elbette, blogda pas geçtiğimiz olaylardan biriydi, bu sebeple hep üzüldüm. En basitinden başlayalım, Wimbledon tarihinin en uzun maçıdır -4 saat 48 dakika maç süresi- aynı zamanda da iki yağmur molası ile birlikte 7 saat sürmüştür ve son setleri dillere mühür vurarak, tepkisiz izlememizi sağlamıştır. Federer üst üste beş Wimbledon finalini kazanmıştı, Wimbledon onun yenilemeyeceği bir turnuva olarak görülüyordu. Nadal ise bir zamanlar toprak dışında hakimiyet kuracağı konusunda tartışmalara maruz kalırken, hesapta olmayan Wimbledon’da üçüncü kez üst üste finale geliyordu, dahası bir önceki sene beş seti zorlamıştı. Fransa Açık dışında bütün Grand Slamleri dört sezondur süpüren (Safin’e kaybettiği 2005 Aus Open dışında)Federer’in üzerindeki toprak baskısının bu maça yansımaması söz konusu değildi.
Yağmur ilk azizliğini maçın öncesinde gösterdi, yarım saat geç başladı maç, Nadal müthiş konsantre girdi, spikerlerin dillerine pelesenk olan ‘backhand’ taktiği ile. Öyle istikrarlı zorluyordu ki Federer’in backhand’ini, millet Federer’in bu konuda zayıf olduğunu falan anlatmaya başlamıştı. Bir ara maç toprak maçına döndü, uzun ralliler, tam Nadal’ın istediği gibi. 2-0 öne fırladı bir anda. Üçüncü setin sonlarında ilk yağmur molası geldi, bu sefer bir saatten uzun bir molaydı, Federer dönüşte toparlayıp iki müthiş tie-break oynadı ve setleri eşitledi. Dördüncü setin tie-break’inde 5-2 geri düştü, iki maç puanı çevirdi.
Bu noktadan sonra normal olan, Federer’in beşinci sete ağırlığını koyup, erken bir servis kırmayla maçı götürmesiydi. Ancak maç boyunca çok iyi atan Nadal servisine tutundu, son set 2-2 gidiyorken de son yağmur molası geldi. Yarım saatlik bu gecikme Nadal’a yaradı ve Nadal hem kendi servisini domine edip, Federer’i de zorlamaya başladı. Hava hafiften karardı, görüş zorlaştı, Federer rakibi kadar maçta kalamadı ve filede basit puanları harcadı. Yine de 7-7’e kadar geldi maç.
15. oyunda Nadal servis kırmayı başardı. Artık Federer ışığın azlığından memnun değildi ve hafiften itiraz ediyordu. Maçtan sonra da bu konudaki sıkıntısını net şekilde ortaya koydu zaten. Nadal da son oyunda pek de görmeden oynadığını itiraf etti. Ben de maç bittikten sonra uzunca bir süre Nadal’ın kazandığına inanamadığımı itiraf edeyim. İlk iki sette mükemmeldi ama 2-2 olduktan, hem de elindeki seti verdikten sonra son seti alabileceğine ihtimal vermiyordum. Bu sene oynayabilselerdi, eminim ki çok ilginç bir maç olacaktı.
Bu maçın ne kadar büyük bir maç olduğunu izlemeyenler anlayamaz. Tenisin kalitesi o kadar yüksekti ki, o kadar akıcı bir maçtı ki… En azından 20 tane kitaplara geçecek puan oynanmıştır. Havanın kararması, maç öncesi durum, ikilinin rekabeti falan var işin içinde, şanslıyız canlı tanık edebilenler olarak.
Steffi Graf – Jana Novotna (7-6 (8-6) / 1-6 / 6-4) 1993 Finali
Bayan tenisine uzağımdır normalde ama bu maç unutulmaz. Steffi Graf müthiş başlayan kariyerinde ufak bir düşüşü geride bırakmış, tekrar en iyi tenisini oynamaya başlamıştı. Novotna ise kısa kariyerinde önemli bir sıçrayış yapmış, Graf’ın düşüşte olduğu dönemde parlayan, istikrarlı bir oyuncuydu.
Novotna’nın tamamına yakınını domine ettiği bir maçtır. Kafa kafaya geçen ilk seti Graf tecrübesiyle götürmüştür ama ikinci sette Novotna rakibine nefes aldırmamıştır. Rahat kazandığı bu setten sonra final setinde de 4-1 ve 40-15 öne geçmiştir. Sonrasında Novotna’ya bir şeyler olur. Basit hatalarla önde olduğu oyunda servis kırdırır, bir basit hata, bir başkasına zemin hazırlar. File önünde bitirilemeyen voleler, farklı dışarı giden toplar, çift hatalar gelir. Graf da bu durumdan fazlasıyla faydalanıp üst üste beş oyunu ve maçı kazanır.
Bu maç, Graf’ın ikinci yükseliş dönemini resmen başlattığı gibi, Novotna’nın da bir süreliğine kendini kaybetmesine sebep olur. Tek Grand Slam şampiyonluğunu da ironik biçimde Wimbledon’da kazanmıştır. Yine de kazandığı finalden ziyade, eline yüzüne bulaştırdığı 1993 finaliyle anılması da bir hayli normal.
Goran Ivanisevic – Patrick Rafter (6-3 / 3-6 / 6-3 / 2-6 / 9-7) 2001 Finali
Tümüyle efsane bir maç daha.
Patrick Rafter çok şanssız bir adamdır. Güçlü servisi ve backhand’i ile uzun süre tenis dünyasının zirvelerinde dolandı ama sadece iki US Open şampiyonluğu ile kapadı kariyerini. Wimbledon kariyeri ise tam bir bahtsız bedevi durumudur. 2000 ve 2001 yıllarında iki final oynamıştır, bu iki finalin evvelindeki yarı finallerde de Andre Agassi’yi beş setlik epik maçlarla elemiştir. Lâkin ilk finalinde kariyerinin son Wimbledon şampiyonluğunu alan Sampras’a çarpmış, hemen sonraki sene yani mevzubahis maçta da Wimbledon’ın bir diğer efsanesi Goran Ivanisevic’in, karşısına kim çıkarsa çıksın yenilmeyecek kadar inandığı bir finali oynamak zorunda kalmıştır.
Bu turnuva, aynı zamanda Federer’in kariyerinin dönüm noktası olan beş setlik Sampras zaferini de içeriyor, ona sonra değiniriz. Sampras fatihi Federer, çeyrek finalde Tim Henman’a çakılır. Beş setlik zaferin gazını da alan Tim Henman’ın muhtemelen Wimbledon şampiyonluğuna en çok yaklaştığı sene de budur. Yarı finalde Tim Henman maçın ortalarını domine etmiş, üçüncü seti 6-0 alıp bütün momentumu yanlamıştır. Ivanisevic toparlanıp maçı çok zor bir noktadan çevirmiştir. Arkadaşlar, bu maçın yağmur sebebiyle üç günde ancak tamamlandığını da belirtmekte fayda görüyorum. Maçtan sonra bu galibiyetin kader olduğunu, tanrının onun kazanması için yağmuru gönderdiğini söyleyecek kadar John Locke yaklaşmıştır mevzua.
Ivanisevic kadar turnuva tarihi için de bu maçı özel kılan, Goran’ın sıralaması yetmediği için wildcard ile turnuvaya katılabilmesi olmuştur, zira finalde Goran kazanırsa bu şekilde şampiyon olan ilk tenisçi olacaktır. Kariyeri boyunca defalarca çift hata yapan Goran, final setinde de üç maç puanını çift hatayla kaybediyordu. Eninde sonunda kazanacağı belliydi, bütün seyirci onu destekliyordu, maç puanları sırasında ağlamaklı olduğu seçiliyordu zaten. Nitekim maçı alır almaz ağlamaya başladı. Şampiyonluğu yakın arkadaşı Drazen Petrovic’e armağan etti ve Hırvatistan tarihinin belki de en büyük sporcusu olarak yerini ayırttı.
“I don't know if someone is going to wake me up and tell me I haven't won again, this was my dream all my life. I came here and nobody thought about me, but here I am holding the trophy." – Goran Ivanisevic
"Someone has to lose and I'm the loser once again." – Patrick Rafter
Roger Federer – Pete Sampras (7-6 (9-7) / 5-7 / 6-4 / 6-7 (2-7) / 7-5) 2001 4. tur
Pete Sampras, bir sene evvel üst üste dördüncü ve toplamda yedinci Wimbledon şampiyonluğunu yaşamıştır maçın oynandığı kortta. Fransa Açık dışında her turnuvanın tarihini sarsmıştır, gelmiş geçmiş en iyi tenisçilerden biridir ancak artık 30 yaşına gelmiş ve en iyi dönemlerini geride bırakmıştır. Bir önceki sene kazandığı finalde tam bir jübile havası hâkimdir zaten, tribüne çıkıp babasına sarılması, dakikalarca süren alkış. Artık ispatlayacak bir şeyi de kalmamıştır, hızın ve çabukluğun çok mühim olduğu Wimbledon’ı 1-2 sene daha domine edecek fizik gücü de.
Roger Federer ise bir başka efsane, bu turnuvayı üst üste beş kez kazandı, Sampras’ın 14 Grand Slam şampiyonluğu rekorunu bu hafta kırabilir ve Sampras da orada olmak istediğini söylediği açıklamalar verdi. Belki de gelmiş geçmiş en iyi oyuncu, en azından bana göre kesinlikle öyle, itiraz edenler de olacaktır. Acaba, Federer’in bu kadar iyi olacağını bilseydik nasıl izlerdik maçı?
Federer tabiri caizse beton gibi bir maç oynamıştır, Sampras’ın temposunun bir hayli yükseldiği dakikalarda oyuna çok iyi tutunmuştur ve bunu beş set boyunca yaptığı için de final setinde içten içe favori hâline gelmiştir tribündeki insanlar için. O zamanlar çok sempatik, yeni tarzını gördükten sonra baya itici gelen at kuyruğu modeliyle de herkesin aklına çıkmamak üzerine kazınmıştır. “Björn Borg de at kuyruğu yapsaydı nasıl olurdu?” sorusunu akıllara getirmiştir.
Bu maç benim için Federer’in zirvesidir, Sampras gibi bir efsaneyi yoğurup yoğurup kendi istediği oyunu oynatması, maçı dikte etmesi, basit hatalarının azlığı, konsantrasyonu bir yana, Sampras da belki son dönem kariyerinin en iyi maçlarından birini oynamıştır. Federer’in sonra bu seviyelerde oynadığını çok gördük, ama çimin kralını çimde yenmek başlangıç için iyi bir sipariş.
Stefan Edberg – Boris Becker (6-2 / 6-2 / 3-6 / 3-6 / 6-4) 1990 Finali
Benim yaşıtlarımın son mensuplarından olduğu bir nesil, TRT’den düzenli olarak Grand Slam finali izleyerek büyümüştür. Övünmek gibi olmasın, televizyonun dibinden izlediğim müsabakalar, çok küçük yaşta gözlerimin bozulmasına sebebiyet vermiştir. Becker’i benden 2-3 yaş genç olanlar çok iyi tanımaz. Tenis dünyasının en renkli ve eşsiz karakterlerinden biriydi. Kendine has servisi dünyanın en iyilerinden idi, ayrıca file önünde de Nadal’ın çizgideki halini andırıyor, çok zor toplara yetişiyor, yetişmesi imkânsız gözükenlere de planjon yapıyordu. Bir çocuk için kahraman tanımlamasına uyacak kadar özel bir sporcuydu. Sonra skandallara karışıp amı-götü dağıttı, kariyeri beklenenden erken düşüe geçti, vs.
Bilindiği üzere, kendisi 17 yaşında, sıralamalarda bile olmamasına rağmen Wimbledon’ı kazanıp inanılmazı başarmıştır. Merak edenler, tarihin en iyisi Roger Federer’in ilk yıllarında Wimbledon’da nasıl zorlandığına baksınlar. Gerçi Connors’ların, McEnroe’ların falan miadını doldurduğu bir geçiş dönemiydi, o jenerasyon 1-2 yıl içinde Edberg-Becker-Sampras-Courier gibi isimlere yerini bıraktı ama yaş da 17 be abi. Dediğim gibi, müthiş servisi ve file önündeki cevvalliği sayesinde Wimbledon’ın kralı olmuş ve ilk şampiyonluğunun devamında yedi sene üst üste Wimbledon finali oynayarak bir rekora imza atmıştır (Fedex Haas’a takılmazsa egale edecek). Tarz olarak kendisine bir hayli benzeyen, dönemin önemli tenisçilerinden Stefan Edberg ile 88-90 arası üç final üst üste oynamıştır, bu da sonuncusu. Genelde Edberg’e karşı ezici bir üstünlüğü bulunmasına rağmen, bu finallerden ikisini kaybetmiştir. Zaten Edberg’in sinir bozucu bir tarzı vardı, robot gibi oynardı tenisi, hep aynı hareketler falan, sevmezdik pek.
1990 Finali de Becker’in favori olduğu bir maçtı. Becker maça çok kötü bir servis performansıyla başlamış ve ilk iki sette varlık gösterememiştir, akabinde maça ağırlığını koyup setleri eşitlemiş, üstüne de son sette rakibin servisini kırmıştır. Kariyeri boyunca kritik Grand Slam maçlarının beşinci setlerinde servis kırdırıp kazandığı maçlar bulunan Edberg, 3-1 geriye düştükten sonra hemen toparlar, maçın en iyi tenisini sığdırdığı bu dakikalarda Becker’in servisini iki kere kırıp 5-4 öne geçer ve işi son oyunda bitirir. Üçüncü setin başlarında anca toparlanıp tenis oynamaya başlayan Becker, maçtan sonra bir akşam evvel uyumakta zorluk çektiğini, bu sebeple uyku ilaçları aldığını ve ilk iki setteki bitik görüntüsünü de bu ilaçlara borçlu olduğunu söylemiştir. İkilinin karşılıklı oynadığı 35 maçın 25’in Becker’in kazandığını hatırlatalım ki kaybettiği on maçtan ikisi de Wimbledon finalidir.
Bir de hikâye, geçenlerde TRT3’te 1991 finalini yakaladık, Stich-Becker oynuyor, Stich 2-0 önde. Yanımdaki arkadaşlarım bu maçın sonucu noluyor dediklerinde kendimden emin bir şekilde “Becker’in almış olması lazım” diyorum. Hatta son oyunlarda Stich gayet rahat gözükürken, içimden “helal olsun Becker’e, nereden çevirmiş” falan diyorum. Sonra Stich üçüncü sette maçı kazandıracak servis kırma puanını kazanıyor, birbirimize bakıyoruz elemanlarla, güzel bir return ve sevinçten yere yuvarlanıyor Stich. Hayatımda yaşadığım dumurlardan biridir. O derece kahramanımmış Becker.
Rafael Nadal - Roger Federer (6-4 / 6-4 / 6-7 (5-7) / 6-7 (8-10) / 9-7) 2008 Finali
Bu maçın birçok hikâyesi var elbette, blogda pas geçtiğimiz olaylardan biriydi, bu sebeple hep üzüldüm. En basitinden başlayalım, Wimbledon tarihinin en uzun maçıdır -4 saat 48 dakika maç süresi- aynı zamanda da iki yağmur molası ile birlikte 7 saat sürmüştür ve son setleri dillere mühür vurarak, tepkisiz izlememizi sağlamıştır. Federer üst üste beş Wimbledon finalini kazanmıştı, Wimbledon onun yenilemeyeceği bir turnuva olarak görülüyordu. Nadal ise bir zamanlar toprak dışında hakimiyet kuracağı konusunda tartışmalara maruz kalırken, hesapta olmayan Wimbledon’da üçüncü kez üst üste finale geliyordu, dahası bir önceki sene beş seti zorlamıştı. Fransa Açık dışında bütün Grand Slamleri dört sezondur süpüren (Safin’e kaybettiği 2005 Aus Open dışında)Federer’in üzerindeki toprak baskısının bu maça yansımaması söz konusu değildi.
Yağmur ilk azizliğini maçın öncesinde gösterdi, yarım saat geç başladı maç, Nadal müthiş konsantre girdi, spikerlerin dillerine pelesenk olan ‘backhand’ taktiği ile. Öyle istikrarlı zorluyordu ki Federer’in backhand’ini, millet Federer’in bu konuda zayıf olduğunu falan anlatmaya başlamıştı. Bir ara maç toprak maçına döndü, uzun ralliler, tam Nadal’ın istediği gibi. 2-0 öne fırladı bir anda. Üçüncü setin sonlarında ilk yağmur molası geldi, bu sefer bir saatten uzun bir molaydı, Federer dönüşte toparlayıp iki müthiş tie-break oynadı ve setleri eşitledi. Dördüncü setin tie-break’inde 5-2 geri düştü, iki maç puanı çevirdi.
Bu noktadan sonra normal olan, Federer’in beşinci sete ağırlığını koyup, erken bir servis kırmayla maçı götürmesiydi. Ancak maç boyunca çok iyi atan Nadal servisine tutundu, son set 2-2 gidiyorken de son yağmur molası geldi. Yarım saatlik bu gecikme Nadal’a yaradı ve Nadal hem kendi servisini domine edip, Federer’i de zorlamaya başladı. Hava hafiften karardı, görüş zorlaştı, Federer rakibi kadar maçta kalamadı ve filede basit puanları harcadı. Yine de 7-7’e kadar geldi maç.
15. oyunda Nadal servis kırmayı başardı. Artık Federer ışığın azlığından memnun değildi ve hafiften itiraz ediyordu. Maçtan sonra da bu konudaki sıkıntısını net şekilde ortaya koydu zaten. Nadal da son oyunda pek de görmeden oynadığını itiraf etti. Ben de maç bittikten sonra uzunca bir süre Nadal’ın kazandığına inanamadığımı itiraf edeyim. İlk iki sette mükemmeldi ama 2-2 olduktan, hem de elindeki seti verdikten sonra son seti alabileceğine ihtimal vermiyordum. Bu sene oynayabilselerdi, eminim ki çok ilginç bir maç olacaktı.
Bu maçın ne kadar büyük bir maç olduğunu izlemeyenler anlayamaz. Tenisin kalitesi o kadar yüksekti ki, o kadar akıcı bir maçtı ki… En azından 20 tane kitaplara geçecek puan oynanmıştır. Havanın kararması, maç öncesi durum, ikilinin rekabeti falan var işin içinde, şanslıyız canlı tanık edebilenler olarak.
Steffi Graf – Jana Novotna (7-6 (8-6) / 1-6 / 6-4) 1993 Finali
Bayan tenisine uzağımdır normalde ama bu maç unutulmaz. Steffi Graf müthiş başlayan kariyerinde ufak bir düşüşü geride bırakmış, tekrar en iyi tenisini oynamaya başlamıştı. Novotna ise kısa kariyerinde önemli bir sıçrayış yapmış, Graf’ın düşüşte olduğu dönemde parlayan, istikrarlı bir oyuncuydu.
Novotna’nın tamamına yakınını domine ettiği bir maçtır. Kafa kafaya geçen ilk seti Graf tecrübesiyle götürmüştür ama ikinci sette Novotna rakibine nefes aldırmamıştır. Rahat kazandığı bu setten sonra final setinde de 4-1 ve 40-15 öne geçmiştir. Sonrasında Novotna’ya bir şeyler olur. Basit hatalarla önde olduğu oyunda servis kırdırır, bir basit hata, bir başkasına zemin hazırlar. File önünde bitirilemeyen voleler, farklı dışarı giden toplar, çift hatalar gelir. Graf da bu durumdan fazlasıyla faydalanıp üst üste beş oyunu ve maçı kazanır.
Bu maç, Graf’ın ikinci yükseliş dönemini resmen başlattığı gibi, Novotna’nın da bir süreliğine kendini kaybetmesine sebep olur. Tek Grand Slam şampiyonluğunu da ironik biçimde Wimbledon’da kazanmıştır. Yine de kazandığı finalden ziyade, eline yüzüne bulaştırdığı 1993 finaliyle anılması da bir hayli normal.
Goran Ivanisevic – Patrick Rafter (6-3 / 3-6 / 6-3 / 2-6 / 9-7) 2001 Finali
Tümüyle efsane bir maç daha.
Patrick Rafter çok şanssız bir adamdır. Güçlü servisi ve backhand’i ile uzun süre tenis dünyasının zirvelerinde dolandı ama sadece iki US Open şampiyonluğu ile kapadı kariyerini. Wimbledon kariyeri ise tam bir bahtsız bedevi durumudur. 2000 ve 2001 yıllarında iki final oynamıştır, bu iki finalin evvelindeki yarı finallerde de Andre Agassi’yi beş setlik epik maçlarla elemiştir. Lâkin ilk finalinde kariyerinin son Wimbledon şampiyonluğunu alan Sampras’a çarpmış, hemen sonraki sene yani mevzubahis maçta da Wimbledon’ın bir diğer efsanesi Goran Ivanisevic’in, karşısına kim çıkarsa çıksın yenilmeyecek kadar inandığı bir finali oynamak zorunda kalmıştır.
Bu turnuva, aynı zamanda Federer’in kariyerinin dönüm noktası olan beş setlik Sampras zaferini de içeriyor, ona sonra değiniriz. Sampras fatihi Federer, çeyrek finalde Tim Henman’a çakılır. Beş setlik zaferin gazını da alan Tim Henman’ın muhtemelen Wimbledon şampiyonluğuna en çok yaklaştığı sene de budur. Yarı finalde Tim Henman maçın ortalarını domine etmiş, üçüncü seti 6-0 alıp bütün momentumu yanlamıştır. Ivanisevic toparlanıp maçı çok zor bir noktadan çevirmiştir. Arkadaşlar, bu maçın yağmur sebebiyle üç günde ancak tamamlandığını da belirtmekte fayda görüyorum. Maçtan sonra bu galibiyetin kader olduğunu, tanrının onun kazanması için yağmuru gönderdiğini söyleyecek kadar John Locke yaklaşmıştır mevzua.
Ivanisevic kadar turnuva tarihi için de bu maçı özel kılan, Goran’ın sıralaması yetmediği için wildcard ile turnuvaya katılabilmesi olmuştur, zira finalde Goran kazanırsa bu şekilde şampiyon olan ilk tenisçi olacaktır. Kariyeri boyunca defalarca çift hata yapan Goran, final setinde de üç maç puanını çift hatayla kaybediyordu. Eninde sonunda kazanacağı belliydi, bütün seyirci onu destekliyordu, maç puanları sırasında ağlamaklı olduğu seçiliyordu zaten. Nitekim maçı alır almaz ağlamaya başladı. Şampiyonluğu yakın arkadaşı Drazen Petrovic’e armağan etti ve Hırvatistan tarihinin belki de en büyük sporcusu olarak yerini ayırttı.
“I don't know if someone is going to wake me up and tell me I haven't won again, this was my dream all my life. I came here and nobody thought about me, but here I am holding the trophy." – Goran Ivanisevic
"Someone has to lose and I'm the loser once again." – Patrick Rafter
Roger Federer – Pete Sampras (7-6 (9-7) / 5-7 / 6-4 / 6-7 (2-7) / 7-5) 2001 4. tur
Pete Sampras, bir sene evvel üst üste dördüncü ve toplamda yedinci Wimbledon şampiyonluğunu yaşamıştır maçın oynandığı kortta. Fransa Açık dışında her turnuvanın tarihini sarsmıştır, gelmiş geçmiş en iyi tenisçilerden biridir ancak artık 30 yaşına gelmiş ve en iyi dönemlerini geride bırakmıştır. Bir önceki sene kazandığı finalde tam bir jübile havası hâkimdir zaten, tribüne çıkıp babasına sarılması, dakikalarca süren alkış. Artık ispatlayacak bir şeyi de kalmamıştır, hızın ve çabukluğun çok mühim olduğu Wimbledon’ı 1-2 sene daha domine edecek fizik gücü de.
Roger Federer ise bir başka efsane, bu turnuvayı üst üste beş kez kazandı, Sampras’ın 14 Grand Slam şampiyonluğu rekorunu bu hafta kırabilir ve Sampras da orada olmak istediğini söylediği açıklamalar verdi. Belki de gelmiş geçmiş en iyi oyuncu, en azından bana göre kesinlikle öyle, itiraz edenler de olacaktır. Acaba, Federer’in bu kadar iyi olacağını bilseydik nasıl izlerdik maçı?
Federer tabiri caizse beton gibi bir maç oynamıştır, Sampras’ın temposunun bir hayli yükseldiği dakikalarda oyuna çok iyi tutunmuştur ve bunu beş set boyunca yaptığı için de final setinde içten içe favori hâline gelmiştir tribündeki insanlar için. O zamanlar çok sempatik, yeni tarzını gördükten sonra baya itici gelen at kuyruğu modeliyle de herkesin aklına çıkmamak üzerine kazınmıştır. “Björn Borg de at kuyruğu yapsaydı nasıl olurdu?” sorusunu akıllara getirmiştir.
Bu maç benim için Federer’in zirvesidir, Sampras gibi bir efsaneyi yoğurup yoğurup kendi istediği oyunu oynatması, maçı dikte etmesi, basit hatalarının azlığı, konsantrasyonu bir yana, Sampras da belki son dönem kariyerinin en iyi maçlarından birini oynamıştır. Federer’in sonra bu seviyelerde oynadığını çok gördük, ama çimin kralını çimde yenmek başlangıç için iyi bir sipariş.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)