31 Temmuz 2008

Aynı Tas

Bir Türkiye-ABD maçını daha geride bıraktık. Fark yedik hâliyle, en mühim oyuncularımız olmadan bu kadar en fazla. Hidayet-Mehmet olsa belki daha çok fark yerdik, hâlâ emin değiliz keza onlarla mı daha iyi, onlarsız mı.

Koca bi Avrupa Şampiyonası'nı Kerem Tunçeri olmadan geçirdik. Point guard sıkıntısından kafamızı yerlerde vurduk, Ender saç baş bırakmadı. En azından daha derli toplu görünüyoruz Kerem'le. Çok acaip oyuncu olduğundan değil de, kötünün iyisi olduğundan.

Tanjevic dönemindeki en büyük problemimiz, hâlâ genç takım hüviyetinden kurtulamamamızdır bence. Genç takım gibi oynuyoruz, yardımlaşma iyi, hava iyi. İleride bu takım iyi olur diye geçiyor kafamdan. Ama aynı şeyler 5 sene önce de geçiyordu. Japonya'da buna benzer bir kadroyla umut verdik, yıldızlarımız geldi uyum sorunu yaşadık. Şimdi birkaç sene daha yaşlandı oyuncularımız, ama hâlâ genciz. Ruhumuz genç. Kosova da bazı hatalara genç takım mazeretiyle yaklaştı ki, ben bunu kabul edemiyorum. Bu adamların büyük çoğunluğu üst seviyelerde basketbol oynama şansına sahip oldular senelerdir. Ersan ne zaman bu takımın yıldızı olacak? Ender neden sadece Amerika maçlarında iyi oynuyor? Semih'in basketbolunda bir ilerleme gören var mı? Neyse bunlar 2010'a kadar çok konuşulur muhtemelen.

Amerika takımı (Sergen Yalçın'a selamlar) bildiğimiz gibiydi. Savunmada çok sabırsızlar ve bir an önce topu çalmak istiyorlar. Oyun içi organizasyonu bir hayli zayıf olan takımlara karşı bu işe yarıyor ve maç 30 oluyor. Ancak bu herkese sökmez. Hayal kırıklığı yaratan Koç K'nın son Amerika'sı da buna benzer bir basketbol oynuyordu. Duvara tosladılar doğal olarak. Bu takımın tek farkı bireysel anlamda daha iyi isimlerden kurulu olması. Setsiz, passız, savunmada yardımsız, basketbolun tüm temel ilkelerinden yoksun bir oyun oynasalar bile altın madalya şansları var. Tam olarak böyle oynuyorlar demiyorum, ama dağınıklar orası kesin. Dıvayn Howard'ın da (Koç İ'ye selamlar) biraz daha yırtıcı oynaması gerekecek bu düzende.

Hayal kırıklığına uğradım açıkçası. Orada burada okuduklarımızdan Dream Team 92 gibi bir takım bekliyorduk. Herkes çok disiplinli, işine ciddiye alıyor, açıklamalar olumlu, takım ruhu var. Kağıt üstünde böyleydi, ama bugün bunları göremedim ben. Ve kafamda bir "acaba" sorusu oluştu tekrardan. Çünkü bu takım da Arjantin'e ya da İspanya'ya yenilirse Amerika'nın yapabileceği pek bir şey kalmayacak. Bana kalsa Don Nelson'ı getiririm başa. Bu kadroya cuk oturur.

Bekler

Dün gece Fenerbahçe - MTK maçını toplu izleme macerası başlamadan saatler evvel Sir'ün evine vardım.



Evden çıkmadan evvel, bağlantı halindeyken, canlı canlı kapatma davası sonucunu beklerken arada bir uyarıyordu Sir, “NTV Spor Gürcan” diye. Bakıyordum geri dönüyordum, geri dönüyordum ve bakıyordum. Burcu Hanım’ın makyajı olmamıştı. Gürcan Bey’in makyajı gayet hoştu.



Hayat çok garip ama Burcu Esmersoy ve Gürcan Bilgiç'i bir araya getirebiliyor. Hem de gün boyunca muhabbet ediyorlar aralıklarla. Belki de aralarındaki tek bağlantı Didem şarkısıdır.

Minibüse doğru yürümeye başladım, yanımda bir arkadaş, Uğur. Bizim evde bir süre beklemiştik, kapatma davasının sonucu açıklanacak diye, açıklanmadı da açıklanmadı. Mikrofonlar konuluyordu masaya, kulağında cep telefonu olan bir adam kameranın önünde sıçrıyordu kafasını kadraja soktu bir kez. Ne acayip işler oluyor. Yolda Haşim Kılıç’ı gördük dükkanların vitrinindeki televizyonlarda, so American, pas geçtik kendisini heyecan olsun sonra öğrenelim sonucu diye. İki patlamanın olduğu muhitten de geçti minibüs. Ne acayip işler oluyor.

Sir Gürcan Bilgiç’in tespitlerini aktardı Fenerbahçe hakkında eve varınca. Yolculuk boyunca izleyememiştim, 4-4-1-1 veya 4-3-1-1 şeklinde oynayacakmış takım. Ve Aragones bekleri ileri çıkmasını sevmiyormuş çıkana da darılıyormuş. Sonrasında Avrupa Şampiyonası’nda beklerin çıktığını hatırladık. Maç öncesinde taraftarlar yapılan röportajlarda kulübe destek için karısına çocuğuna ve kendisini forma ve ürünler aldığını söyleyen kulüp bilinçlisi bir baba ve maçtan 3-1 skor isteyen bir çocuk vardı. Ne acayip işler oluyor.

Akabinde 28 Temmuz 2008 tarihli Sabah gazetesi linki geldi Sedat’tan.

http://www.sabah.com.tr/2008/07/28/haber,EFD71CF370F14F57A511724A1A9862F7.html

“Bu modelde risk almak da istemiyor kurt hoca. İki önemli hücum bekini; Carlos ile Gökhan Gönül'ü bu nedenle ileri çıkarmıyor. Ön liberosu da sürekli yüksek konsantrasyon ile oynayıp, gedikleri kapamak zorunda. Bu anlayış üstünüze gelen bir takım için birebir.”

Öncesinde de maçı izlediydik. Akabindeyi ve öncesindeyi saatlerle ölçtüm, az sayıda saniyelerle değil.

Ve maçta iki gol oldu. Roberto Carlos ilk golü attı, Gökhan Gönül ikinci golün öncesindeki pası verdi. Ve maç boyunca birçok asist yaptı. Ve sanırım spor basınımızın asist hastalığına yakalandım toparlayamıyorum kendimi. Ne acayip işler...

29 Temmuz 2008

Klişe - 1

"Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören, teknik direktör Ertuğrul Sağlam ve menajer Sinan Engin, dün akşam oynanan Schalke 04 maçının ardından bir araya geldiler.

Karşılaşma sonrası aynı arabaya binerek stattan ayrılan bu üç isim, gece geç saatlere kadar süren bir toplantı yaptı.

Beşiktaş'taki bu üçlü zirvede başkan Demirören'in takımın durumundan memnun olduğunu dile getirdiği öğrenilirken, teknik direktör Sağlam'ın da zamanla daha iyi olacaklarını vurguladığı ifade edildi. Yapılan transferlerin takıma katkısını çok olumlu bulduğunu söyleyen Demirören, transfer çalışmalarındaki katkılarından dolayı da menajer Sinan Engin'e teşekkür ettiği kaydedildi. Demirören'in Engin'e geçmiş yıllarda transferde yaşanan hayal kırıklığının bu sezon olmadığını, takıma katılan yeni oyuncularla birlikte önümüzdeki sezon çok iyi bir Beşiktaş izleyeceğine emin olduğunu ifade ettiği öğrenildi."

27 Temmuz 2008

Sina N'engini

Forumda Majere'nin elinden çıkan "günün Sinan Engin haberi" lafını burada hayata geçirmek farz oldu. Elimden geldiğince ekleme yaparım, kaçırdıklarımı da ekleyenler olur zaten.

Bugüne kadar olanlardan;


"Nobre, takımın menajeri Sinan Engin'in adı anıldığı anda gülmeye başlıyor ve "O gerçekten çok komik bir insan ve bizlere çok yardım ediyor. Fazla bir şey söylemeye de gerek yok. Son olarak kendi aramızda maç yapıyorduk ve maçın 5. dakikasında yere düştü. Aynı zamanda beraber futbol oynarken, maçın ortasında telefonla konuşabiliyor"


"Siyah-Beyazlı ekibin Avusturya kampı sırasında ikamet ettiği Krallerhoff Otel ile antrenmanlarını gerçekleştirdiği saha arasında 2 kilometre mesafe var. Futbolcular her gün en az iki kez bu yolu otobüsle giderken, teknik direktör Ertuğrul Sağlam ile yardımcısı Mutlu Topçu, bisikleti tercih ediyor. Bu ikiliye özenen ve biraz spor yaparım düşüncesiyle onlara eşlik etmek isteyen genel menacer Sinan Engin'in hevesi kursağında kaldı. Çünkü Engin'in bindiği bisikletin tekerleği, fazla kiloya dayanamayıp patladı. Tabii Engin'e de yine otobüse binmek düştü."

"Geçen yıl Bobo, Brezilyalı arkadaşlarım toplanmış bir şey tartışıyoruz. Arkadan bir ses: ’Şu Brezilyalılar ne ilginç adamlar, gruplaşıyorlar. Hepsini dağıtacağım. Birini vuracağım.’ Espriyi yapan menajerimiz Sinan Engin. Ben de Türkçe bildiğim için hemen dönüp yanına gittim, ’Sinan ağabey beni vurma. Ben de var Türk pasaportu. Ben Türk’ deyince, kampta herkes gülmekten kırıldı."

“Ali Gültiken, “Ben kalsaydım şampiyon olurduk” diyor. Tigana seni yemeğe, otobüse, soyunma odasına almıyordu. Oyuncular bile acıdıklarını söylüyorlar bu duruma. Takımı menacer şampiyon yapmaz, ekip ruhu yapar. Celal Kolot konuşuyor, fazla gevezelik yapmasın. Cisse’ye 2.5 milyon Euro bonservis, yıllık 1.5 milyon Euro veren kendisi. Aldırmak istediği ve aldırdığı oyuncular ortada. Şunu herkes bilsin, bu sene söz olmaması için Türk menacerlerle de çalışmadık.”


To be continued

Neredeler? #3 - Adrian Ilie


Yine Galatasaray geçmişinden bir futbolcu, Adrian Ilie. Türk futbolunun transfer çehresini değiştiren isimlerden biri olarak nitelendirilebilir, yetenekli bir futbolcu olarak biliniyordu gelmeden önce ancak Fatih Terim'in başarılı izleme ekibi sayesinde Galatasaray'a kazandırıldı genç denilebilecek yaşta, ve beklenmedik derecede iyi bir performans sergiledi vatandaşları Filipescu ve Hagi'nin eşliğinde.

Galatasaray'la iki sezon (sezon ortasında gelip sezon ortasında gitmişti) oynadıktan sonra Valencia tarafından transfer edildi ve hemen ilk onbire girdi. İlk tam sezonunda İspanya şampiyonluğu yaşadı. Ancak 2000 yılında yaşadığı seri sakatlıklar sonrası yerini kaybetti, bu hem onun hem de Valencia'nın gerileme döneminin başlangıcı oldu.

2002 yılında kontratı feshedildi ve serbest kaldı. O dönemde Galatasaray'la da adı anılsa da artık yorgun ve sakat bir futbolcuydu ve ancak Alaves'le anlaşabildi. Fena olmayan bir performans sergilemesine rağmen takımının küme düşmesiyle yine açıkta kaldı. Sonraki durağı yine Türkiye idi, Beşiktaş'a imza attı. Sakatlıklarla kısıtlanan sezonunda fazla oynayamadı ve Lucescu'nun gidişiyle Beşiktaş macerası kısa sürdü. Son klübü olarak bilinen Zurich'te de diz sakatlıklarıyla boğuştu ve 2005'te futbolu bıraktı. Milli takımda oynadığı 55 maçın içinde iki Avrupa Şampiyonası ve bir de Dünya Kupası var.

Şu anda Turizmci olmuş, Braşov bölgesinde bir oteli ve aynı zamanda bir de futbol takımı var. Direk tarzı ve hücum anlamında her gereklilikten becerebilmesiyle hatırlanan bir futbolcu olacak.

Neredeler? #2 - Sebastien Perez


Sebastien Perez 1973 yılında Fransa'da doğdu ve 25 yaşına kadar köklü takımlardan Saint-Étienne ve Bastia'da oynadı. Bu dönemde orta sahada mücadele ediyordu. Pek tanınmayan bir futbolcu için yüksek bir bedel sayılabilecek 3 milyon pound karşılığında Blackburn'e getirildi ama sadece beş maç oynadıktan sonra sakatlandı ve ülkesine geri döndü. 1999 yılında başlayan Marseille macerası Blackburn döneminde bünyesine çöken sakatlık belası sebebiyle beş yılda sadece 75 maç ile sınırlı kaldı.

2001-2002 sezonu için Lucescu'nun girişimleriyle Galatasaray'a kiralandı. Onu benim için, hatta tüm Galatasaraylılar için hafızalara kazıyan dönem de bu oldu. İstanbul'da çok mutluydu ve kendini buldu. En iyi dönemlerinden birini yaşayan ve Şampiyonlar Ligi'nde de iddialı olan takımında sağ bek mevkisine oturdu ve sakatlıklarla yine kısıtlı sayıda maç oynamasına rağmen taraftarın sevdiği oyuncular arasına girdi. Ofansif tarzı, kalburüstü teknik özellikleri ve özlediğimiz iyi orta kesme özellikleriyle Lazio, Barcelona, Roma gibi takımlara karşı rakip solunu bozguna uğrattı.

Geçtiğimiz gün kendisini Eurosport'ta plaj futbolu Dünya Kupası maçlarında gördüm. Fransa Milli Takımı'nın Cantona yönetimindeki kadrosunun bir üyesi olmuş son 4 sezondur. Geçtiğimiz sezon da amatör takımlardan biriyle futbol oynamış, 2005 yılında erken bıraktığı profesyonel futbol kariyerinin ardından. Başarılı olması dileğiyle.

Olimpiyat Efsaneleri #9


Uzun atlamanın efsane isimleri olarak Mike Powell ve Carl Lewis kabul edilir. 1991 Dünya Şampiyonası'ndaki unutulmaz kapışmaları ve 8.80 üzerindeki atlayışlar izleyenlerin, okuyanların, araştıranların favori uzun atlama hatırasıdır. Powell'ın 8.95'lik rekoru ulaşılmazlar arasındaki yerini muhafaza ederken, günümüz kazanan dereceleri 8.50 sınırlarında geziniyor.

Ancak Powell'ın rekorundan tam 23 yıl önce, sporun en büyük sahnesi olan Olimpiyatlar'da en az onun kadar dudak uçuklatıcı ve tarihe geçecek bir rekor kırıldı. Mexico City Olimpiyat Stadı'nın tribünlerinde yer alan insanlar uzunca bir süre ne olduğunu anlamadılar. Bob Beamon 8.90'lık atlayışını yaptığında bıraktığı iz eski dünya rekoru bir kenara dursun, çizilen sınırın ve aletlerin ölçebileceği mesafenin dışına çıkmış ve derecenin açıklanması yaklaşık 15 dakika sürmüştü.

Önceki rekoru 55 santimetre geliştiren Beamon, 23 yıl süre boyunca rekortmen olarak yaşadı ve hâlen Olimpiyat rekorunun sahibi, uzunca bir süre de öyle duracak gibi gözüküyor. İşin ilginç yanı, Beamon bu atlayışını gerçekleştirdikten sonra yaptığı en yüksek derecesinin 8.22 olmasıydı.

25 Temmuz 2008

Hangisi ?


Başka dikkat eden var mı bilmiyorum, yine eğlenceli bir transfer çıkmazı var medyada. Bahsetmeden geçemedim. Konu Kocaelispor'un flaş transfer atağı. İsimlerden biri Kluivert. Diğeriyse muallakta. Bir kısmına göre Edgar Davids, bir kısmına göre David Edgar. Davids 35 yaşında, şu aralar arkadaşı Gullit'in çalıştırdığı Beckham'ın takımı Galaxy'le idmana çıkıyor. Edgar'sa 21 yaşında Kanadalı bir stoper. Newcastle'ın reserve takım kaptanı. İki haber de çok kesin dille yazılmış, bir tarafa (belki ikisine de) fena kapak olacak ama çok da umursayacaklarını da zannetmiyorum.

22 Temmuz 2008

Olympiacos, Childress, € > $


Hadi canım..

Olympiacos'un Josh Childress'a verdiği teklifi okuduğumda ilk verdiğim tepki buydu. 3 yıllık 20+ milyon dolar. Üstüne vergi kesintisi de yok ve her sene sonunda NBA'e dönme opsiyonu. Bu para NBA'de yardımcı rolündeki adamlar için oldukça uygun bir para ama Avrupa şartlarında astronomik, daha önce verilmemiş bir meblağ. (Daha yüksek alan varsa da hatırlayamadım şu an.) Childress'a bu para verilir mi? Bu sorunun cevabı, beklentiye göre değişir ki cevabını daha sonra arayacağız.


Childress şu an Pire'de ve Atina'nın Maloof'ları, Angelopoulos kardeşlerle görüşüyor. Bu transfer, eğer olursa, NBA'in karizmasına atılan sağlam bir çizik olacaktır. 25 yaşında, henüz büyük kontratını imzalamamış ve en önemlisi henüz düşüşe geçmemiş bir free agent'ı Avrupa'ya getirmek kolay bir iş değildir. Daha önce de yapılmadı.

Olaya Olympiacos tarafından bakarsak, ben hamlelerine katılmasam da haklılık payı bırakıyorum. Demek istediğimi biraz daha iyi aktarabilmek için biraz tarihe dönmek gerek. Futbolda her ne kadar son 12 yılda 11 kere şampiyon olup, Panathinaikos'u gölgede bıraksalar da bir başka önem verdikleri spor dalı olan basketboldaysa bir o kadar ezildiler ve son 11 sezonda 10 Panathinaikos şampiyonluğu gördüler. 93-97 yılları arasında asıl "Kızıllar" efsanesini başlatan ve 5 sene üstüste şampiyon olan Sigalas'lı, Tarlac'lı, Fasoulas'lı hanedana son veren Pana, o günden bugüne 3 Avrupa Şampiyonluğu gördü ve bu süreçte Olympiacos ise çeyrek finalden yukarısını göremedi Avrupa'da.


Basketbolda unutulan ve eskiden gördüğü saygıyı görmeyen Olympiacos, geçen sene başladığı yatırıma bu sene daha da fazlasını verdi. Göze çok hoş gelen bir oyun oynatan Pini Gershon'u geçen sezon başa getirmeleri, İtalyanlar gibi, kanlarında savunma yapmak olan Yunanlar'a ters geldi ve milli takımla efsaneler yaratan Yannakis'e döndüler. Yannakis aslında bir Aris efsanesi ama başkan Kokkalis ve yardımcıları Angelopoulos kardeşlerin bu noktada bir seçim lüksleri yok.

Olympiacos'u eski günlerine döndürme planının ilk aşaması olan "iyi koç" getirilmişti. Sırada bomba transferler vardı tabi ki, iyi bir uzun ve iyi bir guard'a ihtiyaç vardı takımı üzerine kurabilecek. Tartışılabilir olarak en iyilerini getirdiler. Vujcic ve Papaloukas. Erceg ve Halperin transferleri de oyuncuların yaşları ve piyasaları göz önüne alındığında epey tuzlu olduğu tahmin edilebilir. Yine Real Madrid'den alınan milli takım oyuncusu Pelekanos da, diğerlerinin yanında sönük kalsa da bana göre çok şık bir hamle. Olympiacos'un geçen sezonki flaş transferi, Qyntel Woods'du ve Woods beklenmedik derecede yararlı olmuştu aslında. Ama Woods'un soyadına ne kadar uyumlu bir karaktere sahip olduğunu onu az çok tanıyan herkes bilir ve Yannakis'in koç olduğu bir takımda yer alamayacağı çok açıktı.

İyi bir koç ve birkaç flaş Avrupalı'dan sonra 3. hamle, yeni bir salon projesine başladı Angelopoulos kardeşler. Ve böyle bir geri dönüş planının son bir adımı kalabilirdi, o da reklamdı. Güç gösterisi de diyebiliriz buna. Mali olarak ne kadar güçlü olduklarını Vujcic ve Papaloukas'a yüklü kontratlar verip, Erceg, Halperin ve Teodosic gibi adamlar için bonservis dahi vererek göstermişlerdi. Childress dış şutu olmayan, takımı sürükleyemeyecek bir adam belki ama olası transferinde Olympiacos'un dünya çapında yapacağı reklam, kulübün asıl istediği. Yoksa hiç bir şekilde adamın kontratına her sezon sonunda NBA'e dönme serbestisi konulmaz. Üstelik Childress uzun kollarıyla iyi savunma yapabilen, istikrarlı ve sorunsuz bir oyuncu. Yannakis'in seveceği tipte bir Amerikalı. Childress'tan önce Anthony Parker'a daha büyük bir kontrat önermişlerdi ama Raptors ve Parker kabul etmedi. Bu durumda free agent piyasasında henüz aradığını bulamamış olan Childress, onlar için daha sağlıklı bir hedef oldu.

Evet belki overpaid olacak Josh ama Olympiacos'un projesi dahilinde bir hamle ve harcayacak paraları olduğunu da göz önüne aldığımızda hayırlı olsun demek kalıyor bize de. İki Atina takımının bu seneki rekabeti, son final serisindeki kavgaların ardından bu gelişmelerle daha bir takip edilesi hale geldi, hiç de fena olmadı.

10 Temmuz 2008

Legends Cup


Tour of Champions, aktif tenis kariyerlerini bitirmiş olan eski şampiyonların yer aldığı bir nevi veteranlar turu. Kendi içlerinde turnuvalar yapan, kendi sıralamaları bulunan ve bu eski şampiyonların zamanına yetişememiş veya hala doyamamış insanların oldukça ilgi gösterdiği bir olay. Turda yer alan bazı isimleri saymak gerekirse ne kadar renkli bir organizasyon olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Yannick Noah, Goran Ivanisevic, Marcelo Rios, Pete Sampras, Boris Becker, Bjorn Borg, Sergi Bruguera, Mats Wilander, Cedric Pioline, Richard Krajicek, Jim Courier, Pat Cash, John McEnroe, Thomas Muster..

Bizi ilgilendiren asıl önemli kısmı, İstanbul da 2008 takvimlerine girdi ve 17-20 Temmuz arasında İstanbul Cup'ın aksine daha uygun bilet fiyatları ve daha merkezi bir tesis olan Tarabya Ted Club'da bu şampiyonları izleyebileceğiz. Malesef yukarıdaki isimlerin hepsini izleme imkanımız yok İstanbul'da ama yine de tatmin edici isimler var 8 kişilik kadroda. Ivanisevic, Rios, Bruguera, Pioline, Cash, Muster, Stich ve eski Türkiye şampiyonu Alaaddin Karagöz. İstanbul'da bulunanlar için güzel bir sürpriz oldu bu

07 Temmuz 2008

2008 Wimbledon: We Are All Witnesses


Pazar sabahı CNN Türk'ün yayın akışında yılın maçının canlı yayınlanmayacağını görünce alışılmadık şekilde kötü başlamıştım Pazar sabahına. Daha sonra internetten maçı orjinal anlatımla dinleyebileceğimi düşünerek kendimi avutma yolunu seçtim aslına bakarsanız, ki cehennem gibi bir sıcakta klimalı bir odaya hapsolmuştum ve güzel bir Pazar geçirmek için buna oldukça ihtiyacımın olduğunu sanıyordum. Bir yandan da kontakta olduğum, yakın dostum ve aile ya da ailenin doktoru Arda'ysa gece tekrarını izleyeceğini söylüyordu, ben dayanamazdım ve spoiler vermeye meraklı bir milletiz. Sanmıyordum ki 8 saat boyunca skoru öğrenmeyeyim.

Az bir zaman kalmıştı ve biraz araştırmadan sonra yayına erken giren bir stream bulmuştum. Dünkü yazıda bir Grand Slam nasıl yayınlanır, biraz değinmiştim. Böyle organizasyonlarda, izleyeni atmosfere sokmak için yayına erken girilmelidir. Kadıköy'de klima altında kucağında bilgisayarla oturan adama, gözünü kapattığında bir an için Henman Hill'de çimlere uzanıp kremalı çilek yediğini düşündürmeli veya tribünde Nadal'ın Leonard Cohen-vari babası Sebastian'a "Babacım her puanda ayağa kalkıyosun, bir bok göremiyoruz" dediğini, hiç olmadı sıkıntıdan patladığı her halinden belli Gwen Stefani'yi kolundan çekip sigaraya çıkarmayı hissettireceksin. Bilerek abartıyorum çünkü ne yazık ki Türkiye'de spor organizasyonları yayınlarında susulması ve sadece izletilmesi gereken anlarda, ne yapmak gerektiğini iyi bilmiyoruz. Bu bir tenis maçı da olabilir, önemli bir basketbol maçının başında oyuncuların seyircilere anons edilmesi de olabilir.


İşler Werchter'da festivalde bulunan FEK'in arayıp sarması ve Wimbledon ne oldu, Jack White şu an nerde çalıyo hacı? gibi sorularıyla tam bir teknoloji karmaşasına girmişti. Neyse, dediğim gibi yayına erken giren bir kanal bulmuştum, orjinal anlatımlı. Maç öncesi röportajları, merkez kortun süper lüks soyunma odası koridorlarından çıkışlarını izleyebildim en azından. Nadal ve Federer arasındaki rekabetin artık ne kadar büyük bir marka olduğunu bir kez daha söylemeye gerek yok, bir nevi Tango & Cash benim için. Ama bu tarz "ezeli" denebilecek rekabetler arasında, tarafların kesinlikle birbirlerine karşı en saygılı olduğu rekabet. Maç öncesi röportajda, Nadal, "Dünyanın en iyi oyuncusuna karşı en iyi oyunu oynamalısınız." diyerek daha önce defalarca dediği "Federer'in arkasında kariyerimin sonuna kadar 2. kalsam da üzülmem." lafı gibi çok çok üst düzey bir sportmenlik gösterdi. Üzerinden henüz çok bir şey geçmedi, hala aklımda, Roland Garros'daki o şok 6-0'lık setle şampiyon olduğunda "I'm sorry Roger." diyerek başlamıştı konuşmasına, suratında hınzır bir gülümsemeyle. Federer de her zaman aynı olgunlukla yanıt vermiştir ki onun maç öncesi konuşmasından anlaşılansa Nadal'ın şansının ne kadar yüksek olduğunun farkında olduğuydu.

İlk 3-4 oyun tamamlanmıştı ki, Arda CNN Türk'ün maça bağlandığını haber verdi. Açtığım da zaman zaman Ntv'nin de NBA maçlarında yaptığı salon/kort sesini kısma/kapatma sorunu vardı. İnternette devam etmeye kararlıydım ama daha sonra öğreneceğim üzere düşüp düşüp duran wireless bu keyfimi elimden alacaktı. Ben CNN Türk'e yatay geçiş yaptığımda, Nadal setin başında kırdığı servis avantajını devam ettiriyordu ama akılda kalan ilk toptan itibaren Nadal'ın en iyi oyununu Merkez Kort'a getirdiğinin ne kadar açık olduğuydu.


Yapmak istemediğim bir şey varsa bu yazıda, o da maç recap'ini yazmak. İzleyemeyenlere anlatılacak gibi değil çünkü. İzleyene de olanları anlatmak bir o kadar gereksiz. Ama şöyle diyebilirim. Şahit olduğunuz en iyi finalleri düşünün, bundan 7 sene önce Ivanisevic'in kazandığı ve belki de tarihin en iyi finallerinden biri olan 2001'i hatırlayın. Ve bu 7 sene önceki harika performansın anılarının (her iki oyuncuyu da kastediyorum), 7 saat boyunca tekrar yaşadığınızı düşünün. Son setin 34-32 falan bitmesini istedim bir an.

Paris finalinden sonra ortada kesinleşen bir durum vardı. Nadal'ın toprak kortta Federer'e olan üstünlüğü, Federer'in çim kortta Nadal'a olan üstünlüğünden oldukça fazlaydı. Bu belki maç skorlarına bakılıp da söylenebilecek, çok da matah olmayan bir argüman gibi gelebilir. Ama aslında görünenden fazlasını anlatıyor. Nadal karakteristik bir toprak oyuncusu, mükemmel bir baseliner, belki de tarihin en iyi savunma oyuncusu. Bulunduğu noktaya göre vasat bir servisi var, ki son 2 yılda servisini inanılmaz geliştirdiğini eklemek gerek. Bu prototiple Wimbledon'ı kazanabilmek ve bunu yaşayan bir efsaneye karşı becerebilmek inanılmaz saygı duyulması gereken bir iş. Nasıl mı? Servis oyunlarınızda size nefes aldıracak bir servis kabiliyetiniz yok her şeyden önce. Buna bağlı olarak file önü oyununuz da çok sık kullanamayacağınız bir diğer kolay puan alma yolu. Kısaca maça 1-0 geride başlamak diye bir deyim vardır ya, aynen o durum söz konusu. Ki bu dezavantajı Nadal'ın ona yorgunluk olarak geri dönüyor çünkü her puanınız için, gerek serve gerek receive, topu oyunda tutup savaşmalısınız.


Nadal'ın Federer'e bu kadar ters gelmesinin sebebi de bu oyun karakteristiği. Hiç bir tenisçinin antremanda bile sevmediği topspin'li topları karşılama işkencesini Nadal karşılaştığı her rakibe çektiriyor. Servis dezavantajını böyle kapatıyor kısacası. Nadal'ın topspin'li forehand'i klasikler arasına girecek bir vuruş açıkçası, bunu nasıl yapıyor peki dersek, Nadal eskiden turda pek bulunmayan western forehand grip'e sahip. Grip'ler raketi tutma şekilleridir. Yeni oyuncular Nadal'dan sonra western'e ilgi duymaya başlamış durumda. Western grip'le, aslında daha rahat olan eastern grip'e göre, maksimum seviyede topspin verebilirbir oyuncu forehand'de. Bunun hacimli biseps ve trisepslere sahip güçlü bir sol koldan çıktığını göz önüne alırsak Federer'i daha iyi anlayabiliriz.

Bu arada bir kaç grand slam'dir dikkatimi çeken ve artık rahatsız olmaya başladığım bir olay var. Yorumcu Cahit Yavuz ısrarla Federer'in backhand'ini vurgulaması biraz canımı sıkmaya başladı. Önce büyük bir yanlışı düzeltelim. Federer'in backhand'i aksettirildiği gibi zayıf değildir, nadir bulunan estetik bir tek el backhand'dir ve turun en iyilerinden biridir. Nadal'a karşı backhand'inde kimi zaman zorlanmasının nedenini bir üst paragrafta bir nebze açıkladım ki zorlanmayacak bir oyuncu mevcut değil. Bir diğer durum da aslında şöyle açıklanabilir, Federer'in forehand'i o kadar kusursuz ki, rakibi kim olursa olsun daha insani seviyedeki backhand'ine oynamayı tercih ediyor. Bu her Federer maçında böyledir, bunu Nadal'ın özel bir taktiği gibi sunmak veya iyi dersine çalışmış demek çok doğru değil.

Bu arada Federer'in box'ında iyi ki Gavin Rossdale yerine Anthony Kiedis yoktu. Yoksa her dakika kim olduğunu açıkladığında, sevgili Barış Kuyucu bizleri oldukça zorlayacaktı. Bu arada aklıma gelmişken yayınla ilgili bir kaç eleştiriyi de iliştirelim yazının sonuna. CNN Türk ekibi bu işe gerçekten hevesliyse, mutlaka biraz orjinal anlatım dinleyip bu işi öğrenmeliler. Tenis maçı anlatırken her an konuşmak zorunda değilsiniz, mümkün olduğunca kısa tutmalısınız. Buna yorumcular da dahil. BBC ki bu işi yıllardır mükemmel yapar, o özenli sunumlarına rağmen bu sene eleştiri aldılar aynı paralelde ve hemen buna çok dikkat edecekleri yönünde açıklama yaptılar. İngilizler bizim yayına nasıl bir tepki verirdi merak ediyorum. Ve son olarak maçın sonunda CNN Türk'ün şu kadar senedir Wimbledon'ı yayınladığından dolayı ne kadar gurur duyduğu falan zikredildi. Bence 2 hafta süren bir tenis şöleninde kafaya göre bir kaç maç vererek yayın yaptıkları için mahçup olmaları gerek. Ağzımız iyi laf yapıyor da, icraate ne zaman geçeriz Allah bilir.

Başlık Nike'ın LeBron James için yaptığı reklam kampanyasının sloganı. Onunla bitirelim.

06 Temmuz 2008

Duvara Karşı

Wimbledon finalini izleyememek / izletmemek


Saat 16:00'daki finalin belki de tenis sezonunun en merak edilen maçı olduğunu söylememe gerek yok. Ama can sıkıcı bir durum var ki ortada, D-Smart'ı olmayan insanlar büyük olasılıkla bu finali izleyemeyecekler.

Bilindiği gibi Wimbledon'ın yayın hakları D-Smart'ın elinde. Uydudan izlenebiliyor mu ücretsiz, yoksa paralı pakete mi dahil bilemiyorum Wimbledon'ın. Diğer 3 Grand Slam'i Eurosport'un harika maç anlatımı (tabi orjinalinden bahsediyorum bu durumda, bizimkinde spikerler ne kadar iyi olsa da ciddi bir yorumcu sıkıntısı var) , röportajları, programlarıyla adeta yayın dersi vererek sunumuna alışanlar için çok kötü bir durum. D-Smart'ım yok. Açıkçası almayı da düşünmüyorum, nedeni bu sezon başında verdikleri Avrupa maçlarında kötü bir ekiple ve insanların sinir sistemiyle adeta dalga geçerek futbol maçlarını sanal reklam, altyazılar ve diğer grafiklerle piç etmeleriydi. D-Smart'ı olmayanlar için aynı grubun Digiturk, kablo ve ulusal yayında yer alan bir diğer kanalı, CNN Türk de, kafasına estiği maçları yayınlıyor ki, bu sayı inanılmaz düşük.

Ve bugüne dönersek, saat 16:00'daki yayın akışında Formula 1 var CNN Türk'ün. Federer - Nadal değil..


CNN Türk uzun zamandır F1 yayın işinde yanlış hatırlamıyorsam. Ve yine bildiğim kadarıyla F1 yarış takvimleri çok önceden açıklanır, hatta gelecek sezonun takvimi bile belli oldu yanılmıyorsam yakın bir zamanda. Keza Wimbledon da başlangıcı, bitişi belli olan tenis dünyasının en geleneksel turnuvası.

CNN Türk gibi ciddi bir kanal gerçekten bu ikisinin çakıştığını bilmiyor mu ? Bilse, dünya kadar kanalı olan Doğan Grubu başka bir kanalından canlı yayınlayamaz mı ? O zaman iki seçenek kalıyor ortada. Ya gerçekten de bilmiyorlar ya da iki maç verip izleyeni heveslendirip D-Smart satma kaygısı güdüyorlar. Ve iki seçenek de rezalet.

Kafana göre maç yayınlıyorsanız ve bu işten rating alıyorsanız, hele ki spor dünyasının en ciddi organizasyonlarından biriyse bu, izleyiciye karşı bir sorumluluk taşımanız gerekiyor. Ve bu sorumluluk maçı gece yarısı banttan yayınlamak değildir, Show'un Uefa Kupası'nda yaptığı gibi.

Zaten en baştan, bir kere yayın politikası çok yanlış. Böyle grand slam yayını falan olmaz. Grand Slam dediğiniz olay bir tenis şölenidir. Tenisin Dünya Kupası'dır, NBA playoff'udur. 2 hafta boyunca her gün maç izleyebilmelisiniz, yayıncı kuruluş olmanın avantajlarını kullanıp güzel programlar yayınlamalısınız. CNN Türk'ün böyle bir organizasyonu yayınlamak için ne yayın akışında gerekli boşluğu var, ne bu işe hevesi var, ne de yeterli kalifiye bir ekibi var. Benim hissettiğim arada Masters vereyim, İstanbul Cup vereyim, Wimbledon'dan iki maç atayım ortaya karışık.. Her sporun kanalı olmak zorunda değiller, F1'e yoğunlaşsalar sadece daha konsept ve daha güzel bir iş ortaya çıkacak. İstanbul Cup koordinatörü olarak anons edilen sevgili Cahit Yavuz da mesela, bana raket tansiyonunu değil de, her fırsatta tenisi gençlere yaymalıyız demesine rağmen İstanbul Cup'ın fiyatlarının neden bu kadar fahiş olduğunu falan söylesin.

Şu son olay, beni iyice soğuttu D-Smart'tan. İnternetten izlerim maçımı, adam gibi analizimi de dinlerim. Son olarak maçı kaçırmak istemeyenler için, bir güzellik yapalım. Justin.tv adresinde tenis kanalında live stream maç yayınlanacak. Aksilik yaşarsanız rojadirecta'yı deneyin.

İyi pazarlar..



Edit: Arda haber verdi, CNN Türk geç de olsa bağlanmış maça. Açtım bu sefer de efekt yok, neyse, geç olsun güç olmasın, ben Sopcast'teyim. Yayın akışları yüzünden bir çok insan kaçıracak bu finali.

04 Temmuz 2008

Semih Erden


Fenerbahçe - Telekom final serisinde normalden fazla bir alakayla takip ettim maçları. Normal alaka dediğim de yine nerden baksan, büyük turnuvalar, NBA playoff'ları, Euroleague sektirmeden izlenir evde. TBL'deki tırt maçların haricindekiler ya da NBA normal sezonu da -özellikle Lakers maçları- takip edilmeye çalışılınır, basketbolun ata sporum olduğunu (ve bu blogdaki insanları bir araya getiren ortak payda olduğunu) göz önüne alırsam. Final serisine geri dönelim, Fenerbahçe sempatimden bahsediyorum normal alaka derken. Beni normalden fazla bir alakaya iten durumsa rakibin, yönetiliş ve hizmet açısından, kısaca kurumsal olarak kara listemde en tepelerde bulunan Türk Telekom'un olmasıydı. Durum böyle olunca arada ipinizi kaybedip, sahadaki oyunculara karşı fazla acımasız olup, sarkastik yorumlara girebiliyorsunuz.

Semih Erden de seri boyunca hep böyle anlarda ortaya çıkıp, en kaba tabirle zenci mimikleriyle, üzerine oynamamı sağladı hep. Yine böyle anlardan birinde, maçı beraber takip ettiğimiz birine bu seneki NBA Draft'ını kastedip, "İnşallah, son sıradan falan Boston'a gider, itiraz etme, geri koş lan!" gibi bir tepki verdiğimi hatırlıyorum, Lakers damarımın tutup.


Seri bitti, Fenerbahçe şampiyon oldu. Semih Erden, şu aralar herkesin gözbebeği Ömer Aşık'la drafta girdi ve hakkaten de son sıradan Celtics onu seçti. Dün basına tanıtıldı diğer çaylaklar Giddens ve Walker'la beraber. Doğum yılı esprisi yapıp 86 numarayı almış. Çok yaratıcı olmadığını söyleyelim. Bu arada Semih sadece takım yetkilileriyle görüşmeye gitti Boston'a, 1 senelik kontratı daha var, dolayısıyla seneye katılabilecek Celtics kadrosuna, en erken.

Aslında, önceki tepkimi bir kenara koyduğumda, 60. sıradan Semih iyi bir pick, Ainge ve Celtics için. 2008 nispeten zayıf bir drafttı ve bu draftın çer çöp içindeki late 2nd round'unda gelişime açık Avrupalı bir uzun almak mantıklı. Semih de maç tecrübesi oldukça fazla, NBA standartlarında bile iyi bir fiziğe sahip olan, iyi bir ribaund ve blok tehditi. Benim kendisinden soğumama yol açan şey biraz karakteri ve fazla "poser" bir adam olmasıydı. TBL'de dikkat çeken bu mimikler NBA'de, hem de Garnett ve Pierce'ın bulunduğu bir kadroda fazla dikkat çekmez bu tabi, veya belki diğer bir NBA takımında. Tam tersine seyircinin seveceği bir adam olabilir.


Duruma Semih açısından bakarsak, kendisini şanslı saymalı. Eğer kendini geliştirmeyi koyarsa kafasına, Garnett'le antremana çıkmak ya da birebir oynama şansı bulabilmek inanılmaz bir şans onun için. Bench'te oturacağı bir sezon geçirmesi muhtemel ama bu onun oyununu geri götürmeyecektir. En kötü ihtimalle orta mesafe şut sokmaya başlayan bir adam olacağını sanıyorum. Bu arada bitirmeden, Celtics'in yok pahasına aldığı Walker (resimde 12 numara) pickini çok beğendim. Dizi yüzünden piyasası iyice düşmüştü, sağlıklı dönerse steal olur.

Trt 3'te spor


Çok sıkı takip edemiyorum ama Trt 3 akşam vakitleri çok sağlam spor yayını yapıyor. Olimpiyat'a hazırlık programları, Olimpiyatlardan yine efsane sporcular ve anıları, zaman zaman Futbol Arşivinde efsane maçlarla doyuruyorlar. Dün akşam biraz baktım, Pekin 2008'e doğru, üstüne bir zamanlar Ntv'de seyrettiğimiz Olimpiyat programı ve üstüne 1998-1999 sezonundan bir Real Madrid - Barcelona maçı verdiler. Roberto Carlos'un 35 metreden çaktığı bir gol vardı maçta hafızamdan silinen. Takip edelim, ettirelim.

Yayın akışı - Trt 3

Harry Kewell Galatasaray'da


Normalde yurtiçi transfer haberlerini pek geçmiyoruz ama buna bir mesaj ayırmak gerek. Harry Kewell, Galatasaray ile her konuda anlaştı ve bugün İstanbul'da olacak. Sakatlığı ile, form durumu ile, son yıllarda ne yapıp ne yapamadığıyla zaten bol bol ilgilenecektir medyamız.

Ben buraya şimdilik pek önemi olmayan ama ileride ilginç tartışmalara sahne olabilecek Leeds - Galatasaray durumunu ve Kewell imzasının yankılarını ülkesi Avustralya'nın nasıl yansıttığını yazmak istedim.

Kewell in shock signing with Galatasaray

Galatasaray announced the Socceroos attacker had signed a three-year deal, joining on a free transfer after leaving Liverpool following five injury-troubled seasons at Anfield.

But it is fans of another of Kewell's former teams - Leeds United - who are likely to be most stunned and aggrieved by his decision to join a club which played a major part in one of Leeds' darkest moments.

Two Leeds fans - Christopher Loftus and Kevin Speight - were stabbed to death by Turkish football hooligans on the eve of the 2000 UEFA Cup semi-final first leg against Galatasaray.

Kewell played in that match which went ahead despite the tragedy - the 2-0 defeat immaterial to Leeds and their fans who still remember the murders of Loftus and Speight with deep sadness.

03 Temmuz 2008

John Motson


Bizim ülkede daha çok Electronic Arts'ın Fifa serisiyle tanınırdı, BBC'nin efsane spikeri John "Motty" Motson. BBC'nin maç yayın haklarını kaybetmesinden sonra, Euro 2008 anlattığı son turnuva oldu ve 62 yaşında emekli oldu maç spikerliğinden.

İspanya'nın kupayı kazanmasından sonra söylediği son cümleyle bitirelim,

"It's magic if you come from Madrid, it's beautiful if you come from Barcelona, it's a vindication if you come from Valencia or Villarreal and it's lovely if you come from Liverpool."