29 Ağustos 2009

Los Blancos

Guess Who's Back?



Yelena Isinbayeva ve dünya rekoruyla geri dönüşü...

27 Ağustos 2009

Efes World Cup başlarken..

- Britanya vs Letonya maçı, iki takıma da gidip gelmesi bir kenara, uzun zamandır izlediğim en kötü basketbol maçıydı. Daha sert tepki göstermiyorsam bunun nedeni basketbola geri dönen Kambala'yı görmem oldu. Kambala demişken..

- Kambala'yı çok severim, oyununun bazı yönlerini Shaq'a benzetirim zaman zaman. Gücünü kullanarak pota altında çok iyi bitirirdi, her zaman daha iyi bir ribaundçu olabilirdi ve ikili oyun savunması çok kötüydü. Bu listeye bir ortak nokta da bu akşam ekledim, ikisi de saçını ölene kadar kazıtmalı. 6-7 sene olmuştur, Abdi İpekçi'de Efes - Barcelona maçına gitmiştim. Ki kıçımı kaldırıp oraya gitmem çok sık yaşanan bir olay değildir, bilenler bilir. Ama Jasikevicius ve Bodiroga'yı aynı takımda izlemek için bir istisna yapmıştım. Ama o akşam sahanın yıldızı başka bir adamdı. 2 uzatmaya gitmişti maç ve 41 sayı atmıştı Kambala, Barcelona'nın 2.10+ civarı uzunlarının üzerinden. Femerling vardı, Duenas vardı, Fucka vardı, hatta genç bir Anderson Varejao bile hatırlıyorum hayal meyal. Marcus Brown'la beraber bütün maç hiç çıkmamıştı sanırım oyundan. Gittiğim için hala mutluluk duyduğum maçlardan biridir.

- Valters, yıllar geçtikçe saha içi hareketleriyle falan Pozzecco'yu andırmaya başlamış gibi geldi bana. Tip de hafif andırıyor gibi, bana da öyle gelmiş olabilir. Daha bıyıkları terlememişken Efes onu getirip, Muratpaşa Belediyesi'ne koymuştu. Sessiz sedasız gitmişti.

- Luol Deng'e eyvallah, B klasmanı takımıydı düne kadar Britannica'lar, Eurobasket'e soktu adamları.

- Kalve, altyapı turnuvalarında oldukça isim yapmış bir çocuktu. O sayede Benetton'a kadar gitti ama paşa paşa geri dönmüş şimdi Riga'ya. Cenk Akyol hikayesi mi? Hayır, değil. Ona da geleceğim. Letonya maçı izlemek zorunda kalırsanız, bu çocuğa dikkat edin. İyi bir skorer 3 numara olacaktır.

- Sinan Güler maçın başında oyun kuruculuk yapıyordu yanlış görmediysem. Önce heralde sadece topu getirip Hidayet'e verecek, Orlando stili bir Rafer Alston rolü alacak diye düşündüm ama olmadı öyle. Repesa farkına varsa çoktan salmıştı tam saha presi üzerine ama neyseki fazla ısrar etmedi Bogdan Hoca, Kerem'e döndü.

- Prkacin'i özlemişim. Mulaömerovic'i de özledim bu arada.

- Bir Prkacin güzel giderdi bizim kadroya, bu arada eskiden 1 numara eksiğinden bahsederken, artık 2 numara sıkıntısı da başladı. Cenk, onun için düşündüğüm gelişimin yarısını gerçekleştirseydi böyle bir problemimiz olmayacaktı.

- Savunmamız felaketti, Hidayet ve Kerem hücumu bir şekilde idare edecektir ama savunmada sıkıntı vardı. Klasik olarak ikili oynayan Balkan takımlarına karşı savunma ayakları hala üşengeç, topu hızlı çeviren ve biraz şutör takımlara sıkıntı çekeriz bu savunmayla.

- Gecenin asıl maçını, Yunanistan'la Litvanya yaptı. Biraz bakındım ve yazılanları da okuduğumda ikisi de oldukça kötüymüş.

26 Ağustos 2009

Rubio Barcelona'da

Meselenin tadı kaçmaya başlamıştı, güzel oldu bu haber. E ben olsam, ben de Minnesota'ya gideceğime Barcelona'ya giderdim!

Rubio için Joventut'a ödenen bonservis 3.7 milyon euro. Sözleşme 6 yıllık, 2011'de NBA'e gitmek isterse de Barcelona'dan kolaylık görecek.

West Ham - Millwall





Millwall - West Ham arasındaki derbi, diğer derbi konseptinden ayrılır; aynı yerde kurulmuş ve rekabet etmiş, sonra West Ham klübü nehrin aşağısına taşınmış, 1920'lerde bir grev vakası ve sonrasında bugüne kadar uzanan nefret. İki takım farklı liglerde olduğu için ancak böyle kupa maçlarında oynayabiliyorlar. Green Street Hooligans filminde bu muhabbete ucundan değinmişlerdi, futbol sevip de "izlemedim" diyen varsa, çok bir beklentisi olmadan geçsin karşısına. Frank Nouble'ın taraftarla arasındaki "çak beşlik" diyaloğuna dikkat. Bu arada West Ham'lı Stanislas'ı Tottenham maçında takip etmiştim, bu maçta da iki tane yağlamış, biri 87'de uzatmaya götüren gol, diğeri penaltı. Takip etmek gerek.


fotolar: yahoo sports

Allahın sevdiği kulu


Michael Beasley'nin psikolojik problemleri nedeniyle rehabilitasyon işine girdiğini, hatta bunu takım yöneticilerinin tavsiyesiyle yaptığını bilen vardır herhalde. Ben bu fotoğrafı geçtiğimiz gün görmüştüm, arkadaşın yeni dövmesi. Şu an nerede olduğuna şaşırmamak gerek.

Steve Nash'in diyeti


Bu söylentiyi geçtiğimiz gün okudum. Shaq'ın program fikrini Steve Nash'ten çaldığı söyleniyor. Bunun diyetini de executive producer yaparak ödemişler kendisini. İlgimi çeken kısmını yorumsuz aktarıyorum:

O'Neal stole Nash's idea.

Shortly after O'Neal was traded to the Suns in February 2008, Nash mentioned to his new teammate a reality show he was pursuing. It would feature the Suns point guard taking on professional athletes in their own sport.

The topic didn't come up again until early in the 2008-09 season, when O'Neal boarded the Suns bus and told the team he would be starring in a new reality show in which he would be taking on, you got it, professional athletes in their own sport.

"You mean the idea you stole from me?" one Suns representative said he heard Nash say.

Nash eventually sought out an entertainment lawyer, according to sources, which is why he now has an executive-producer credit and the compensation that comes with it.

When reached Wednesday, Nash would not confirm the story.

24 Ağustos 2009

Natalia Rodriguez


Son günkü 1500 bayanlar, muhtemelen şampiyonanın en olaylı yarışı oldu. Son 400'de İspanyol Natalia Rodriguez'le, Etiyopyalı Gelete Burka'nın teması ve Burka'nın düşmesi, ardından o kargaşaya rağmen çok iyi bir sprintle Rodriguez'in beklenmedik şekilde yarışı kazanması, Burka'nın yarışı sonuncu bitirip dizini tutarak ağlaması, Rodriguez'in diskalifiyesi ve ıslıklanması birkaç dakika içinde oldu hep.

Natalia Rodriguez şu an günah keçisi halinde ve kariyerinin sonlarında bir atlet için eminim ki çok kötü bir psikolojidedir. İspanyollar sportmenlikleriyle ünlü değillerdir. Özellikle erkek basketbol takımının dünyaya yaydığı, ne dünyası canım sadece bana, bir izlenimdir bu. Ama bunu ön yargı haline getirmeden bakarsak olaya, Rodriguez'in bu kadar üstüne gidilmesi ve ıslıklanması da büyük haksızlık.

Görüntülerde, özellikle arka açıda, Rodriguez'in içerden tempoyu arttırıp Burka'yı geçmeye çalıştığı aşikar. Burka ise iki şeridin ortasında koşarak içten ve dıştan gelen atletlerin önünü bloke etmeye çalışıyor bir yandan. Yine de bu Rodriguez'in ufak bir temasla da olsa içerden sıyrılması için yeterli bir boşluk. Rodriguez geçişe başladığı anda, temas olur olmaz, Burka kendi temposuna odaklanacağına Rodriguez'i sıkıştırmak için içe doğru hamle yapıyor ama fiziksel olarak İspanyol kadar güçlü olmadığı için ve önde olduğundan Rodriguez'in ayaklarını kontrol edemediğinden kendisini yerde buluyor. Ki Rodriguez de zaten bu yüzden pist dışına çıkmak zorunda kalıyor, çünkü karşılıklı bir şarj var, sadece Rodriguez itse koşusuna devam eder, pist dışına çıkmak zorunda kalmazdı.

İyi koştum, vicdanım rahat. İçte bir boşluk gördüm ama Burka beni engellemeye çalıştı, bir temas oldu ve yere düştü. Yanlış birşey yapmadım.

Son 150 metreye geliyorduk ve Burka 1. kulvarda biraz boşluk bırakmıştı, ben oraya girmeye çalıştığımda beni sıkıştırdı, pistten çıkmak zorunda kaldım. Yarıştan sonra bayrağımla tur atmak istiyordum ama bütün stadyum beni ıslıklıyordu ve açıkçası bu hiç hoş değildi.

Natalia Rodriguez 3o yaşında ve üst düzey şampiyonalarda defalarca final koşmasına rağmen madalyası bulunmayan bir atlet. Yarış performansına bakarsak, Berlin'e çok iyi hazırlanarak gelmiş ve muhtemelen de ülkesine madalya kazandırmak için kalan en ciddi şanslarından biri bu yarış. Sizce bu kadar tecrübeli ve formda bir atlet, kurallar açıkken, bilinçli olarak böyle bir şey yapar mı? Önündeki boşluktan rakibini geçmeye çalışıyor, Burka ise rakibinin önünü kesmeye çalışıyor ve beceremeyerek düşüyor. 5000'i mutlaka izlemişsinizdir, Kenyalılar ve Etiyopyalılar arasındaki itişmeleri herkes gördü. Ama burada Burka dizini tutup ağlamaya başladığında, binlerce kişi Rodriguez'i ıslıkladı. Gidip Burka'ya sarılıp, elini öperek teselli etmeye çalışsa da, tribünlerin tepkisi ağlattı onu da.

Kuralların açık olduğu ve temasa girdiği atletin düşmesi, bu diskalifiyenin geleceğini çok net gösteriyordu, ben de zaten çok fazla itiraz etmiyorum ama Burka'nın bu kadar masum bir kurban olarak gösterilmesi ve Rodriguez'in de bu kadar sportmenlik dışı bir sporcu olarak lanse edilmesi de rahatsız ediyor beni. Açıkçası benim için bu yarışın kazananı Natalia'dır.

Manch€$t£r City

23 Ağustos 2009

Berlin'de tek madalya: Karin Melis Mey

Dünya Şampiyonası az önce sona erdi ve giderayak Türkiye de Berlin'deki tek, tarihte de 3. madalyasını (Süreyya Ayhan 1500m/gümüş - Paris 2003, Elvan Abeylegesse 10000m/gümüş - Osaka 2005) kazandı.

Karin'in ve rakiplerinin atlayışlarını tam olarak canlı izleyemedik diğer branş finallerinin de etkisiyle, o yüzden IAAF'in canlı skor-vari sitesinden atlayışları takip etmek, radyodan önemli bir maçı dinlermiş gibi heyecanlandırdı.

Madalyayı alsak da kötü bir final oldu denebilir. Genç yeteneklerden 88'li son olimpiyat 3.'sü Nijeryalı Okagbare çekilmişti. Favorilerden, Reese ve Lebedeva çok erken koptular. Özellikle Reese baştan beri baya rahat gözüktü ki, 3. hakkında yaptığı 7.10'luk atlayış, hem bu sezonun, hem de kariyerinin en iyi atlayışıydı. Lebedeva ise, 6.97'den sonra 4 kez üstüste hata yaptı. Karin de ilk turu 4. bitirdi ama 3. tur bittiğinde 6.80'le Gomes'i geçip, bir daha bırakmayacağı 3.'lüğe geçmişti. Son olimpiyat şampiyonu Brezilyalı Maggi, iyi bir atlayış yapamadan sakatlandı. Elemelerin en iyi derecesini yapan ve baklavaları Berlin Olimpiyat Stadı'nın en arka koltuğundan bile sayılan, Indoor'un son Avrupa ve Dünya Şampiyonu Portekizli Gomes, ve Rus Kucherenko, Karin'i geçmek için son tura kadar çok çabaladılar ama özellikle Gomes, 7 metre potansiyeli olmasına rağmen vasat atlayışlar yaptı.

Karin'in 7 metreyi geçme potansiyeli var. Bu da 2012'de Londra'da alınabilecek olası bir madalya demek. Diğer Türk atletlere bakarsak, Londra için, Elvan 30 yaşında olacak 2012'de ve Dibaba bir kenara, Kenya & Etiyopya'dan genç uzun mesafeciler çıkmaya devam ediyor. Türkiye'de petrol kadar nadir çıkan bir sprinter olarak, Nevin'in Pekin'den sonra Berlin'de de yarı final koşması güzeldi. Londra'ya kadar final koşacak seviyeye çıkabilmesi azımsanmayacak bir ihtimal. Ne olursa olsun, atletinizin finalde yarışması çok güzel bir olay. Yine Akdeniz Oyunları'nda altın alan 89'lu Türkiye rekortmeni ciritçi Fatih Avan var. Geçen ay Pescara'da yaptığı 79.78'lik atışla kırmıştı kendi rekorunu, yanlış anımsamıyorsam. Berlin'de final yapamadı ama o aralıklarda yakın atan çok sporcu var, Fatih'in henüz 20 yaşında olduğu düşünülürse 80 metreyi çok yakın zamanda geçeceği ve Londra'da da finale kalacağına inanıyorum ki, derecelerine baktığınızda ne kadar hızla geliştiğini görebiliyorsunuz. Eşref Apak büyük hayalkırıklığı oldu, formda bir Eşref, 78 metrenin bronz sınırı olduğu Berlin'de çok büyük ihtimalle madalya kazanabilirdi ama finale dahi çıkamadı. Son 6 senedir SB'leri ortalama 80 metre olan biri için unutmak isteyeceği bir deneyim olmalı. Disk'te de Ercüment Olgundeniz 58 metre civarında bir atışla sonuncu oldu elemelerde. O da 63-64 metreye kadar çıkabilen biriydi aslında, bu derecelerle büyük organizasyonlarda final yapabilirsiniz ama Ercüment gösteremedi o performansı. 800'de Yeliz Kurt'un zaten elemeleri geçmesi büyük başarı olurdu ama kendi derecesinin de oldukça altında koştu o da. Bekele, finalini koştu. Kenyalılar ve Etiyopyalılar arasından çıkması çok da büyük ihtimal değildi. Aslı Çakır da 3000 engelli de sonuncu oldu elemelerde. 3000 engellide aslında daha Haziran ayında Türkiye rekorunu kıran ve final koşma potansiyeli olan Türkan Erişmiş de var ama Berlin'de neden yoktu bilmiyorum. Yine geçen sene 800'de Türkiye rekorunu 2:00'a çeken 90'lı Merve Aydın da yoktu. 2012'de final koşmasını bekliyorum Merve'nin de.

Kısacası biraz ilerleme var ama hala yeterince iyi değiliz. Sponsorların ve doğal olarak paranın buraya akması lazım eğer daha fazlasını çıkarmak istiyorsanız. Bunun için madalyadan madalyaya, ana haber bülteninin arkasından gelen traş futbol haberlerinin arasına sıkıştırılmış 1-2 cümle elbette yeterli değil. Akla ilk gelen en mantıklı hareket, doğal olarak, 2. sınıf kütük futbolculara ve menajerlerine milyon dolarlar döken belediyelerin o bütçeleri atletizme ayırması mesela. Ya da Türk Telekom gibi basketbol takımına yıllardır korkunç savurgan şekilde para harcayan veya bayan voleybol takımına 1 milyon dolar verip Kübalı oyuncu getiren şirketlerin bu işe girişmesi gibi. Bu mali güçle Türkiye çapında okullarda yetenekli gençleri tespit edecek bir scouting ekibi oluşturulup, bu seçilen çocuklara burs verilebilir. Tabi bu mali gücün yerine gidip gitmediğini de denetleyecek bir komisyon kurulmalı, "Burası Türkiye"'yle başlayan skandallara mahal vermeden. Türkiye Şampiyonaları televizyondan verilebilir. 127 televizyon kanalının hepsinin kendine özel bir haftalık futbol programının olduğu bir sektörde kötü mü olur? Olmaz. İnsanların ilgisini ve dolayısıyla insanların ilgisini isteyen sponsorların da paralarını çekersiniz. O parayla dışardan iyi hocalar getirir, eldeki mevcut antrenörlerinizi geliştirirsiniz, gerekirse sıfırdan yetiştirirsiniz. En azından size düzenli olarak atlet verebilecek, iyi - kötü bir sistem kurmuş olursunuz. Ya da işte her turnuva sonunda benim gibi konuşursunuz da konuşursunuz..

21 Ağustos 2009

Shaq vs. - on air


Programın ilk bölümünü indirip izledim. Kısaca değerlendirmek gerekirse, ilk kurulacak cümle, çok boş bir program olduğu. 1 saatlik slotu doldurmak zorunda olduğu için 42 dakika sürdü ham hali. Shaq'ın çok komik bir adam olması, iki süperstar sporcunun birbirleriyle takılmalarında herkesin bir ilginçlik bulabilecek olması sayesinde ilk yirmi dakikası geçiyor, gidiyor. İşte espriler, aralarında yaptıkları bir horse maçı, akabinde trashtalk, yüzükleri değişme iddiası gibi çerez planlar var.

Sonra Shaq'ın antreman yaptığı bölüme geliyoruz, ciddi anlamda çalışıyor herif, çok iri olmasına rağmen eşsiz fiziksel özellikleri sayesinde bu sporda da şaşırtıcı derecede başarılı. Büyük elleriyle topu istediği yere atmakta sıkıntı çekiyor ama hareket drillerinde iyi. Sonra Roethlisberger'in kısa bir antreman görüntüsü. Bunların hepsi maç öncesi vtr misali stadyumdaki bir ekip tarafından sürülüyor. Spikerler, muhabirler falan, baya geniş bir ekip kurmuşlar.

En nihayetinde kapışma başlıyor. Aynı şartlarda yarışmaları biraz adaletsiz olduğu için, Roethlisberger 40 yarddan, Shaq ise 20 yarddan başlıyor ve üçer hücum yapıyorlar. Hücum kuralları aşağı yukarı aynı, sadece savunma receiver'a dokunduğu anda hücum sonlanıyor. Shaq ilk iki hücumunu touchdown ile tamamlıyor ama sonrasında bir interception sonucu uzatmadan oluyor. En sıkıcı kısım da burasıydı heralde çünkü ortada ciddi hale gelmesi neredeyse imkansız bir mücadele var.

Açıkçası, prodüksiyonu beğensem de, bir saatlik bir seyirlik için yeteri kadar sarmadığını söyleyeyim. Belki yarım saatlik bir program daha dolu olurdu.

Bolt'a 200 de yetmiyor


19.19, bu akşam 200 finalinde yaptığı derece. Kanımca 100 metre rekorlarından daha büyüleyici bir derece idi. İzlediğim her yarıştan sonra beni pişman ediyor yaptığım tahminlere ama, ben bu finalde rekor çıkarma ihtimalinin baya az olduğunu düşünüyordum. Bunun iki sebebi vardı, birincisi 200 metre rekorunun arka arkaya kırılmayacak kadar sağlam bir derece olduğuna inancım, ikincisi de 100 metreye göre gayet kofti rakiplerle yarışacağı için rekor getirecek eforu sarfedecek ortamı bulamaması. Bolt şampiyonayla kırdığı rekorları inanılması daha güç seviyelere çekebilecek bir sprinter, ama rekor için kendini ekstra kasacak bir tipe benzemiyor, bence.

Dün akşamki yarı finallerden sonra dilimi ısırdım tabi, neredeyse son 40 metreyi bir vites aşağıdan almasına rağmen 20.08 gibi güçlü bir derece yapmasından sonra. Ama bilemiyordum, rekor yine de zor gözüküyordu. Kendini baya zorladığı Olimpiyat finalinde bile çok az geliştirebilmişti ne de olsa. Demek ki rekor henüz herifin kendini kasmadan kıramayacağı seviyelerde değil.

Söylenecek fazla söz yok. Tarihin en iyi sprinterını izleme şerefine ulaştık sanırım, son iki senedir. 400 koşsa onun da rekorunu kırabilir gibi geliyor şu anda.

18 Ağustos 2009

Enes Kanter Mevzusu


Türk basketbolunun uzun zamandır belki de en büyük projesi, potansiyeli kadar büyük bir tartışmayı gerisinde bırakarak Amerika'nın yolunu tuttu, herkesin bildiği üzere. Peki tartışıldığı kadar karışık bir konu mu bu hakkaten?

Medyaspor'da Enes'in verdiği röportajı okudum bu sabah. Öncelikle söz konusu olan daha 17 yaşında, her yaş grubunda milli takımda çok başarılı olmuş bir çocuk. Bazı yerlerde verilen tepkilerin şiddetini haketmiyor, hakedecek bir şey de yapmadı. Verdiği kararın doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir elbette ama kişiliğine kadar varan saldırıların, çocuk üzerinde olumlu bir etki yapmayacağı da ortada.

Anladığım kadarıyla Enes, zamanı gelir gelmez NBA'e girmek istiyor. Kendisinin de dediği gibi en erken draft yaşı 2011, yani önünde 2 sezon var doldurulması gereken. Şimdi bazı yerlerde eğitimle alakalı demeçler var. Ama Enes'in anlattıklarından, eğitimin ön planda olmadığı anlaşılıyor. 2011'de draft olmayı kafasına koymuş ve bu da kolejde 1 sene geçirip profesyonel olmak, yani NBA'e girmek demek. Üniversite + basketbol birlikte götürülmesi gereken bir durum Amerikan spor sisteminde ama geleceğini garantiye almak demek de değil. Basketbol programlarında yer alan ve profesyonel atlet olmak isteyen sporcular, geleceklerini garantialtına alan dallardan ziyade, not ortalamasının yüksek tutulması daha kolay olan, daha hafif alanlarda okuyorlar. Yurttaki odasında calculus manyağı olan veya akışkanlar mekaniği problemleri çözmüyorlar haliyle.

Herneyse, Enes'in 2011'de drafta girme hedefini gerçekleştirmesi için 2011 yazında serbest olması gerekiyor. Bilmeyenler için NBA takımları seçtikleri uluslararası oyuncular için maksimum 500.000 dolar bonservis verebiliyorlar. Bu, Stern'ün, NBA takımlarını kurnaz Avrupa takımlarının kucağına atmamak için koyduğu bir kural biraz da. Enes'e dönersek, eğer Fenerbahçe'nin teklif ettiği 5 senelik kontratı kabul ederse, 2011'de hala Fenerbahçe'nin kontratlı oyuncusu olacak ve ipler kendi elinden, kulübün eline geçecekti.


Fenerbahçe'nin Enes'in 2011 planı için ne düşündüğünü bilmiyorum. 5 yıllık kontrat da direttiler mi, NBA'e gitme opsiyonu koydular mı, onu da bilmiyorum. Öte yandan, Enes'in kendi ağzıyla söylediği, Olympiakos'un 2 yıllık 4 milyon dolar teklifi var. Onu neden kabul etmemiş olabilir, oynama zamanıyla alakalı olabilir o da belki.

Sonuç olarak gittiği lise iyi bir programa sahip, kendisinden daha alt sınıf bir oyuncu olmasına rağmen Deniz Kılıçlı, UCLA, UConn ve Kentucky gibi elit programlardan teklif almıştı. O, West Virginia'yı seçmişti ama muhtemelen Enes'e de klas okullardan teklifler gelecektir. North Carolina, UCLA, Duke vs. gibi. Reputation'ını arttıracaktır bu durum da muhtemelen. Adaptasyon sorunu da yaşamayacaktır.

Kişisel fikrim, Avrupa'da kalmasının oyununa daha olumlu bir gelişim kazandıracağı yönündeydi. Enes milli takımlar seviyesinde bile zaman zaman daha üst yaş grubundaki oyunculara karşı üstünlük kurmuş bir oyuncu için Avrupa sertliğinde devam etmesi daha iyi olabilirdi. Ama televizyonda da bir iki röportajında edindiğim izlenim, yaşının çok üstünde bir olgunluğa sahip. Ersan gibi yaş sıkıntısı olduğunu ima etmiyorum tabi ki. Gayet olgun konuşuyor, bu özelliğinin de bana göre oyunu üzerinde olumlu bir etkisi var. Verdiği karar ne olursa olsun başarılı olacak bu çocuk, umarım verdiği bu karar yüzünden Tanjevic'in kara listesine girip, 2010 Dünya Şampiyonası'nda kendini tribünde bulmaz. Hatta, umarım Tanjevic de olmaz. Bırakalım, çocuk kendi yolunu çizsin.

17 Ağustos 2009

10 yıl sonra


17 Ağustos 1999, 3.02
Unutma, unutturma.

16 Ağustos 2009

Shaq vs.


NBA'in büyük yıldızlarının televizyon kariyeri peşinde koşmasına pek yabancı değiliz. Amerikan kanallarındaki yorum programları bile, espri anlayışı ve becerisi kuvvetli eski yıldızların üzerine inşa ediliyor. Gary Payton, Chris Webber, Charles Barkley, Magic Johnson, Jalen Rose gibi oyunculuk kariyeri de hayli renkli geçen isimleri bir çırpıda sayabiliyoruz, televizyon konu olunca.

Shaq, bu isimlerin atası. Komik NBA oyuncularının lordu. Yaratıcı esprileri, durum komedileri, All-Star şovları ile Cem Yılmaz'a gülmeyen adamları yerlere yatırmış bir marka. Onun televizyona gireceğini, girdiği zaman da ses getireceğini biliyordum ama en azından sporculuk kariyerini aradan çıkartır diye düşünüyordum.

ABC'de 18 Ağustos itibariyle ilk bölümü yayınlanacak "Shaq vs.", konsepti ile bir önceki paragrafı haksız çıkaracak bir şov. Shaq, programın nasıl oluştuğunu, Amerikalıların bir atletin başka bir sporda neler yapabileceği konusundaki merakı ile açıklamış. Her bölümde, farklı sporların başarılı atletleriyle, onların alanında kapışacak. Listesindeki isimler arasında Cardinals'ten Albert Pujols, sekiz altınlı Michael Phelps, Wimbledon şampiyonu Serena Williams, plaj voleybolu efsaneleri Kerri Walsh ve Misty May-Treanor var. İlk programdaki rakip de ünlü quarterback Ben Rothlisberger.

Kapışmalardan önce bir hafta antreman yapacakmış Shaq, bu hazırlıklar, antreman kapışmaları, yardım organizasyonları ve basın toplantıları ile dolu dolu bir program geliyor. Ben en çok Serena Williams ile yapacakları maçı merak ediyorum.

9.58


Ne denilebilir ki?

Bir zamanlar Obadele Thompson'ın rüzgar yardımlı 9.69'u vardı. İnternet alemlerine daldığımız ilk zamanlarda o koşunun videosunu nasıl da aramıştık. Atlanta'daki 9.84 kırılamaz gibi gözüküyordu. Maurice Greene dönemlerini hatırlayınca, Usain Bolt'un yaptıklarını anlamlandırmak hakikaten zor. Adam rekor kırmak için resmen büyük şampiyonaları bekliyor. Öyle böyle değil, 9.69'a kadar çektiği rekoru tam 11 salise geliştirdi Bolt. Bu performansa sadece şapka çıkartılır.

İkinci Tyson Gay'in derecesini kontrol etmedim (9.71 imiş) ama üçüncü Powell'ın koştuğu zamanın 9.84 olduğunu hatırlatalım. İkisinin performansının bu rekordaki payı yadsınamaz. Sırada, umuyorum ki, 200 metre rekoru var.

14 Ağustos 2009

Biz sizi ararız..

Ajanslara düşen haberlere göre Quentin Richardson, Mark Blount karşılığında, Minnesota'dan Miami'ye takas oldu. Bu adam ne ara Minnesota'ya geldi diyenler elbette olacaktır, zira bu takas, NBA'de belki de hiç rastlanmamış bir olayla (benim aklıma gelmedi, gelen yorumlarda paslayabilir.) 2009 yazı boyunca Q'nun dahil olduğu 4. takas.

Q, aslında Amerikan rüyası hikayelerinden birine sahip. Böyle bir röportajı var mı bilmiyorum ama basketbol sahası dışında sorunlu bir hayata sahip olan oyunculardan biri. 12 yaşındayken hem annesi ve anneannesi ölen, abisi de öldürülen kaç kişi tanıyoruz ki? O noktadan sonra toparlanıp, basketbol kariyeri yapmak, NBA'e girmek kolay iş değil. Richardson'a, sevdiğim bir oyuncu olmasa da, bu yüzden saygı duyarım hep. Bu kadar da değil, bir abisi de 4 sene önce bir soygun sırasında öldürülmüştü.

Clippers'ın underachieve genç kadrosunda geçen 4 senenin ardından, free agent olarak Nash & D'Antoni'nin small-ball Phoenix'ine gelmesi kendisi için çok doğru bir hamleydi ve Arizona'da belki de kariyerinin en iyi senesini geçirmişti. Nash'in servisleriyle ligin en tehlikeli streak şutörlerinden biriydi artık ve Dan "The Thunder" Majerle'nin bu takımdaki bütün dış şut rekorlarını alt-üst etmişti. Bu formunu devam ettirip, aynı sene All-Star 3'lük yarışmasını da kazandı. Konferans finalinde ilk iki maçta Joe Johnson'sızdılar ve elendiler San Antonio'ya ki, şampiyonluk kazanamamış en enteresan takımlardan biridir Suns. İlk beşte 2 ve 3 numaraları paylaştığı Joe Johnson'la beraber takımdan uzaklaştırıldılar. Joe, Atlanta'da All-Star'lığa uzanan kontratı imzaladığında, Richardson da drafttan alınan Nate Robinson'la beraber, veteran uzun Kurt Thomas karşılığında, bir New Yorker'dı artık. Q-Rich her zaman popüler bir adam olmuştur gittiği şehirlerde, NY'ta da farklı olmadı. Gerçi o kaotik ortamda ve artık kronikleşen sırt sakatlığının izin verdiği ölçüde oynamaya çalıştı. Takım artık Isiah Thomas'tan kurtulmuş ve D'Antoni gibi adeta Q-Rich için yaratılmış bir hoca da gelmişti takımın başına. Bu sefer de saha dışı olaylar başladı. Marbury-gate'de, ona en ciddi tepki gösteren adam Richardson'dı. Ben hala o konu hakkında en az Marbury kadar, hatta daha fazla, Donnie Walsh ve D'Antoni'yi suçlu görüyorum ama Quentin, Marbury'nin takım kaptanı olarak bu olayların sorumlusu gördü ve "ya oyna, ya da siktir git artık!" mesajını verdi.

Richardson'ın kontratı gelecek yaz bitiyor, o yüzden NY'ta LeBron durumları belli olana kadar kadroda tutulacak gözüyle bakıyordum ama kadrodaki uzunların blok tehdidi, Darius Miles'ın Bir Kelime Bir İşlem'i kazanma şansından daha az olduğu için Memphis'e postalandı ve denize düşen bulduğuna sarılır misali geçici de olsa Darko Milicic alındı.

Memphis'in Q'yu alması mantıksızdı, kötü oyuncu değil bana göre ama rebuilding'e giden bir takım Memphis ve Q'nun dakikalarını vermeleri gereken iki yıldız adayı ve iki de çaylak vardı. Memphis de 3 hafta sonra bu hatadan geri dönüp, sevenlerini üzmeyerek daha büyük bir hata yaptı. Q kalsaydı en kötüsünden Clippers'taki D-Miles & Q-Rich tandemi bir araya gelmiş olacaktı, soyunma odası gençlerle dolan taşan bir takım için nasıl bir abilik yaparlardı hayalgücünüze bırakıyorum. Peki Q'yu gönderip kimi mi getirdi Memphis? Zach "Rebuilding'e giden herhangi bir takım için, hatta vazgeçtim NBA'de mücadele eden herhangi bir takım için getirilebilecek en kötü oyuncu" "Takım kimyası çözücü" Randolph.

Richardson artık ilk göz ağrısı Los Angeles'taydı ama bu hasret giderme prosesi sadece 3 gün sürdü. Clippers, Q'yu, Sebastian "Marbury'nin kuzeniyim" Telfair, Craig "Sadece iriyim" Smith ve Mark "Mark Madsen'im" Madsen karşılığında Minnesota'ya gönderdi.

3 hafta daha geçti ve bu sefer de Q, kendini Minnesota'nın kasvetli kuzey yağmurlarından, Darius Miles'ın beyninden daha küçük bikiniler giyen kızların plaj partilerinde ıslak tişört yarışmaları yaptığı Miami'de buldu. Artık bir Heat. Bu arada takasın diğer tarafı da oldukça matrak. Minnesota bu takasla kült oyuncu Mark Blount'a geri kavuştu.

Miami'de başarılar diliyip, gereğinden fazla uzayan bu yazıyı noktalamak niyetim ancak erken konuşmaya gerek yok. Belli olmaz, haftaya kendini Utah'ta falan bulabilir. ordan da nereye kimbilir..

12 Ağustos 2009

Endamına kurban


Kim Clijsters, Wimbledon'da yaptığı gösteri maçından sonra geri dönüşünü açıklamış, ilk oynayacağı turnuvanın da Cincinnati olacağını belirtmişti. Bu turnuvanın ilk turunda Marion Bartoli'yi iki sette temizledi. Bugün Patty Schnyder ile oynayacak. Bartoli'nin mevcut formu ve o maçın zorluk derecesine bakarsak, Clisters'in iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz, en azından maçları izlemeden söyleyebileceğimiz en ham yorum bu. Geçerse, bir sonraki turda Kuznetsova var. İşler ciddileşebilir.

Zakumi



2010 Dünya Kupası maskotunun adı. Gördüğünüz gibi bir leopardan esinlenilmiş, yeşil saçlı ve tişört giymiş olanından. 1994 diye bir doğum tarihi bile uydurmuşlar, salağız ya! Herneyse, ben asıl bu maskot hazırlama tribine girmiş adamların nasıl ortamlarda çalıştıklarını merak ediyorum. Hani maskot buysa, ben bunun kralını çıkarırım. Adı da Sokumi olur. Doğum tarihi 1982. Doğum yeri Bayrampaşa. Yok artık!

Gösterip çekmek


Formula 1 kadar uzak olduğum bir organizasyon yok, son birkaç yıldır. Sevenlerine, fanatiklerine saygı duymuşumdur ama oturup iki saat boyunca aynı pisti, aynı kıvrımları, aynı dönüşleri izlemenin nasıl bir haz verebileceği konusunda fazla bir fikrim yok. Bu işin aşıkları, muhabbet açılınca "motor sesi" diyor, "geçişler" diyor, "start" diyor. Yahu, araban kadar gidiyorsun işte, şu sayılanların yarışta kapladığı süre de 2 dakikayı geçmez. Bu açılımları yapan Formula 1 fanatiklerinin favori takımı ve pilotu da muhakkak vardır ama! Sevdiğin pilot sana bir şaka düzenlese, başka takımın kaskını giyip arabasına binse, bütün yarışı izlersin anlamadan.

Büyük takımların başkanla toslaşmaları, skandallar, sanki Olimpiyat düzenleniyormuş gibi pist ve şehir gereksinimleri falan derken Formula 1'in ismini duyunca gerilmeye başlamıştım. Schumacher, sporun bütün çehresini değiştiren ve saydığım traşları çekilir kılan bir adamdı. Sadece gelmiş geçmiş en iyi pilot değildi, aynı zamanda dikkatleri organizasyonun üzerinde tutan bir şovmen, yarışlardaki hırsıyla ve rakipleriyle olan kavgalarıyla gündem yaratan bir winner idi. Yağmurlu pistte kuru, kuru pistte yağmur lastiklerini takıp yarışı izletirdi en kötü. Her pist ve hava şartı için bir stratejisi vardı.

Doğal olarak, Massa'nın sakatlandığı an itibariyle ismi dilden dile dolaşmaya başladı. Sonra çıkıp yarışacağını söyledi, bütün sektör birbirine girdi. Schumacher böyle bir adam işte. Formula 1 de böyle bir spor. Bundan birkaç sene evvel fanatik arkadaşlarıma formula=schumacher denklemini sununca zılgıt yerdim. Gidişinden sonra pilotçuklar yerini doldurmaya çalıştılar, Lewis Hamilton gibi bir adam koluna Nicole Scherzinger'i taktı. Türk kızları Alonso hayranı oldular, manasız işler.

İşte Schumacher, böyle bir ortamda çıktı, hafiften kafasını uzattı ve bu pilotçukların sanal dünyasını dibinden titretti. Öyle bir amacı var mıydı, yok muydu bilemem. Ama motorsiklet kazasında incittiği boynunun, neredeyse bir tam sezonu çıkarttırmayacağını bilecek kadar da bu işin içinde. Dediğim gibi, Formula 1'den uzağım yıllardır, bu dönüş hikayesine de herkes yorum yaptı, ben de kendi gördüğümü paylaşmak istedim. Fazlası değil.

Daniel Jarque




Turnuva için Bilecik'teyken bu haberi aldık. Espanyol'un çiçeği burnunda kaptanı, İtalya'da hayatını kaybetti. Kaynakların belirttiğine göre, ölüme götüren kalp krizini geçirdiği sırada, yedi aylık hamile olan kız arkadaşı ile telefonda konuşuyormuş. Hakkında okudukça daha kötü hissettiğiniz bir hikaye. Takımın yeni bir döneme girmiş, kaptan olmuşsun, iki ay sonra baba oluyorsun. Daniel Jarque gitmek için daha kötü bir zaman seçemezdi herhalde.


fotolar: yahoo sports

Senden geçmiş, Stack



Jerry Stackhouse bir zamanlar iyi oyuncuydu. Pistons'ın Doğu konferansında final oynamaya başladığı dönemlerde birinci oyuncuydu; sonra Washington, Jordan derken kariyeri doğal düşüşe geçti ve şimdilerde nerede olduğu pek de kimsenin umurunda değil. En son capfiller olarak takas olup gittiği takımdan kesik yedi diye hatırlıyorum.

Aslında olay Lebron'un dunkgate'ini andırıyor, yine bir yaz kampı, henüz NBA yapmamış yetenekler NBA oyuncularının karşısına çıkıyorlar falan. Ancak John Wall, Jordan Crawford'un tersine, ülke çapında tanınan ve gelecek sezon ilk üç sıra içinde draft edilmesi beklenen bir isim. Yine de, gençliğini bildiğimiz Stackhouse'un böyle madara edilmesi, içimi cız ettirmedi değil.

11 Ağustos 2009

Olympiakos Amerika'dan çalışıyor


Eli tuttuğu zaman iyi bir skorerdir, sert oyuncudur, falan-filan ama ben hiçbir zaman NBA'de önemli bir oyuncu haline geleceğini düşünmedim. Linas Kleiza mid-level civarında teklifler beklerken kendisini bir anda Angelopoulos kardeşlerin kucağında buldu. Olympiakos, Litvanyalı forvete iki yılda 12 milyon dolar ödeyecek ve bu paranın NBA'deki karşılığı aşağı yukarı 10 milyon dolarlık bir kontrat. Düşük olduğunu düşündüğüm basketbol IQ'su Avrupa'da daha çok rahatsız edecektir ama atletliği, şutu ve kuvveti ile takımını sırtlama ihtimali de var.


Bir de Von Wafer'ı almışlar, bunun pek bir manası yok ya da varsa da ben çözemedim. Alt tarafı bir sezon rotasyona girebildi NBA'de, fena katkı vermedi ama Von Wafer yani, tanıyoruz. Eline geleni sallayan, takım oyunu ve savunma namına pek özelliği olmayan, üçüncü sınıf bir skorer. Eğer Olympiakos bir çılgınlık daha yapıp başa Rick Adelman'ı getirmezse, sıfır katkı yapacağını düşündüğüm bir transfer.

Timberwolves'un koçları


Karşınızda son ikisi, Kevin McHale ve Kurt Rambis. 1984 NBA finalleri denince ilk akla gelen pozisyon belki de budur. McHale, takibindeki yıllarda memleketinin takımını bu hareketi yapmaktan beter etmişti (yanlış takaslar, usülsüzlük sonucu uçup giden draft hakları). Rambis daha çift dikiş bir kariyer kovalıyor ancak onun da koçluk namına bir tecrübesi yok. Pozisyonun maç kamerası görüntüsü de fazla gösterilmez, buradan izleyebilirsiniz. McHale bu pozisyonda sert bir faul yapmak için gelmediğini, olayın kazara geliştiğini söylemişti bir keresinde. Halef-selef muhabbetine gireceklerini tahmin etmiş midir acaba?

06 Ağustos 2009

Karışık duygular besliyorum sana karşı

Şampiyonlar Ligi'nin yeni konseptine çok hakim değilim açıkçası, o prosesi tam olarak kavrayamadım henüz. Ama kabaca büyük liglerin yancılarının, küçük liglerin şampiyonlarına bulaşmaması üzerine kurulu bir sistem, ezilenin yanındaki gönül adamları için kulağa güzel geliyor ki, yine kabaca bu durumun grupların eskisine nispeten daha kolaylaşması ve seken takımlarla 2. kupanın biraz daha sertleşmesine yol açabilir.



Şu an oynanan önelemeler de bu kan değişikliğinden etkilenmiş gibi, enteresan skorlar çıkarıyor. Dinamo Moskova'ya karşı Glasgow'da daha maçın başında 1-0 geri düşen Celtic, inanılmaz goller kaçırıp maçı böyle bitirmişti. İlk maçına çıkan Fransız forvet Fortune da, nasıl desem, Senegal maçındaki bir Hakan Şükür'le kıyaslanabilecek son vuruş becerisiyle, Samaras gibi her şartta Celtic'te 11 çıkması gereken bir adamı nasıl kestiğini anlayamadım. Geçen senenin ortasında Nancy'den West Bromwich'e kiralanmış ve küme düşme hattındaki takıma gelen her transfer gibi biraz kıpırtı göstermiş, Fans Player of the Year olsa da, WBA ligi sonuncu olarak bitirip küme düşmüştü. Sınırlı sayıda izlemiş olmama rağmen bana göre Sivas'lı Kamanan'dan hiçbir fazlası olmayan bir oyuncudur. Son 3 senedir West Bromwich'in başında olan Tom Mowbray'in küme düşen bir takımdan, Celtic'in başına gelmesiyle, o da kendini Celtic'in ileri ucunda buldu. Herneyse, ilk maçtan sonra herkes gibi medya da Fortune'u sorguladı ama Mowbray Rusya'da da Fortune'la başladı. 1-0 Celtic önde götürürken maçı, Mowbray nihayet Samaras'ı hatırladı ve 80'de oyuna soktu. 90+1'de artık uzatma hazırlıkları yapılırken, defanstan tamamen uzaklaştırma amacıyla bilinçsiz şişirilen topu ceza sahasının solunda kontrol etti ve hakkaten üst düzey bir son vuruşla, 6 senedir deplasmanda Avrupa kupası maçı kazanamayan Celtic'in turu geçmesini sağladı.
Asıl bomba Romanya'daydı. Son UEFA şampiyonu Lucescu'nun Shakthar'ı, Romen Timişoara'yla eşleştiğinde kimse bir sürprize ihtimal vermiyordu. Lucescu'nun kendi ülkesinin takımını tanımıyor olması veya hazırlıksız olması sözkonusu olamazdı. Timişoara'nın en kariyerli oyuncusu 2002'de Japonya'da bize dramatik bir gol atan Kosta Rika'lı Parks. Romanya'nın kimine göre en ateşli taraftarına sahipler ve başkent Bükreş'ten nefret ediyorlar. Ukrayna'daki maçta Romen Ligi'nin son gol kralı, çalım manyağı veteran forvetleri Gheorghe Bucur'un (isminin hakkını veriyor, boyu 1.70) golleriyle iki kez öne geçmelerine rağmen beraberliği kurtarmıştı Shakthar. Rövanşta da 2.02'lik 87'li kalecileri Costel Pantilimon, yaptığı kurtarışlarla neden Mourinho ve Ferguson'un listesinde yer aldığını bir kez daha göstermiş oldu ve maç Romenlerin kaçırdıkları gollerle 0-0 bitti, Shakthar elenmiş oldu. Bucur hakkaten enteresan bir herif, maç özetlerini izlerseniz hak vereceksiniz.



Bir diğer drama için bu sefer tarihin, eğlencenin ve güzel kızların şehri Prag'a gidiyoruz. Prag muhtemelen elemelerin en şanssız şehriydi. Nasıl mı? Slavia ile başlayalım. Slavia, kuralarda Avrupa'nın muhtemelen en fakir ülkesi olan Moldova'nın şampiyonu Sheriff'i çektiğinde üzülmemişti. Moldova'ya giderken Slavia'nın eksikleri vardı ve berabere biten maçta üzülen Moldovalılar olmuştu. Prag'daki rövanşta Slavia antrenörü Karel Jarolim, ilk maçta savunmada oynattığı 20 yaşındaki yeni transfer Adam Hlousek'i forvete çekti. Normal sürenin sonuna gelindiğinde Hlousek'in golüyle 1-0 öndeydi Slavia. Ama 90+3'te Slavia'nın 87'li orta saha oyuncusu Petr Janda, altıpasın önünde dramatik şekilde ıska geçti topa ve top da arka direkte Slavia'nın ipini çekecek olan Sheriff'in Brezilyalı defans oyuncusu Nadson'un önünde kaldı.

Prag'ın diğer kabusunu ise Sparta yaşattı. Sparta geçen sezon yine Panathinaikos'la eşleşmiş ve elenmişti bu turda. Bu sefer işler daha iyi başlamıştı, Djibril Cisse'yle Pana'nın penaltı kaçırdığı ilk maçı Prag'da 3-1 kazandılar. İlk maçta penaltı kurtaran 36 yaşındaki kaleci Jaromir Blazek tek başına Yunanlara direnmeye çalıştıysa da 3-0 yenilip, elenerek geri döndüler.

Geçen sezon Şampiyonlar Ligi'nin en sürpriz takımlarından biri Belarus şampiyonu BATE Borisov'du. 3 ön eleme turu oynayarak gruplara kalmış ve Zenit'ten deplasmanda, Juventus'tan da her iki maçta da beraberliği koparmışlardı. İçerde Real Madrid'e bile 1-0 kaybetmelerine rağmen direnmişlerdi. BATE'nin bu sefer rakibi, daha sadece 12 yıllık bir kulüp olan Letonya şampiyonu Ventspils'di. Letonya'da ilk maçı daha çok pozisyon bulmasına rağmen 1-0 kaybetti BATE. İkinci maçtada da ilk golü Ventspils atmasına rağmen, geçen seneki gibi tempolu hücumlarla öne geçti BATE ama turu getirecek 3. golü atmayı beceremediler bir türlü, one hit wonder oldular.



Slavia gibi bir hezimeti de Twente yaşadı. Steve McLaren'ın takımı geçen sene Arsenal'e toslamıştı ön elemede. Bu sefer de Sporting gibi yine Şampiyonlar Ligi geleneği olan bir takımla eşleşmeleri şanssızlıktı. Üstelik takımın yıldız golcüsü Avusturyalı Arnautovic de artık Mourinho'nun emri altına girmişti. İlk maçta Lizbon'da sürpriz sayılabilecek bir skor aldı Twente. Daha 24. dakikada 38 yaşındaki kalecileri Sander Boschker, Helder Postiga'yı indirince deplasmanda düşmek isteyeceğiniz en son duruma düşmüşlerdi. Maçın ilk yarım saatinde kaleciniz penaltıya sebep olarak kırmızı kart görüyor. İşte o anda kaleye Liverpool'dan kiralık olarak kadroda bulunan 88'li Bulgar kaleci Nikolay Mihaylov geçti ve Moutinho'nun penaltısını çıkardı. Hatasız bir maç çıkaran Mihaylov sayesinde maça tutunan Twente, maçın sonlarında bulduğu şansları değerlendirse 10 kişiyle Lizbon'dan belki turu getirecekti Hollanda'ya ama 0-0 da içinde bulundukları şartlarda oldukça iyi bir skordu. Mihaylov'dan başka takviyeleri de var elbette Twente'nin. Premier Lig'in büyük kulüplerinde şans bulamayan uluslararası oyuncular için feeder club'lık müessesini başarıyla uygulayan Twente'de Liverpool'lu Mihaylov'dan başka, Chelsea'nin 89'lu Sırp defans oyuncusu Slobodan Rajkovic ve yine 89'lu Slovak hücum oyuncusu Miroslav Stoch da var. Herneyse, rövanşta ilk golü çok erken buldu Twente ki, golü atan 88'li Brezilyalı defans oyuncusu Douglas'a dikkat etmek de fayda var, yakında büyük bir kulübe transferini yapacaktır mutlaka. Mihaylov'a bu sefer fazla iş çıkmamıştı çünkü 1-0'dan sonra golleri kaçıran Twente'ydi. 90+1'de korner kazandı Sporting ve sahadaki diğer genç kaleci Rui Patricio da ileri çıktı bu son şansta. Moutinho korneri kullandı, Patricio topu iyi takip edip altıpasa doğru indirmeyi başardı, topu uzaklaştırmak için ters bir hamle yapan Twente'nin yeni transfer ettiği defans oyuncusu Wisgerhof, istemeden de olsa Mihaylov'un uzanamayacağı bir noktaya yollamıştı topu. Twente ve Wisgerhof için kötü bir sezon başlangıcı oldu böylece.

Evinde 83'te çakma Gullit, Robin Nelisse'ten yediği golle Salzburg'a turu kaptıran Dinamo Zagreb'in ve 0-0'ın rövanşında İsrail'de ilk 15 dakikada 3-0 öne geçmesine rağmen Maccabi Haifa'dan 4 gol yiyip elenen Kazak takımı Aktobe'nin yaşadığı hayalkırıklığı da yine yukarıdakilere eklenebilecek kötü skorlar. Tabi hep elenenin gözünden baktım olaylara, turlayan takımlar için de kuşkusuz unutulmaz maçlar listesine eklenebilecek anlardı bunlar.

Atış Serbest

Yeni sezon bu hafta başlıyor, her sezon öncesi gelir böyle açıklamalar, bu sene sıra İbrahim Toraman'daymış, İsmail Er eşliğinde geliyor. 'Ne gerek var?' demeden edemiyorum. Ayrıca Hürriyet'in internet baskısındaki fotoğraf da durumun hakkını veremiyor, İsmail Bey'in parmak arası terlikleri gözükmüyor.

İsmail ER

Neden final olmasın


Bir hafta sonra sahalara döneceğini müjdeleyen Beşiktaş savunmasının yıldız ismi, “Bizi yeni sezonda daha büyük hedefler bekliyor. Geçen sezon 2 kupa kazandık. Bu sezon da taraftarlarımızı yine gururlandırıp bu kez kupaları üçleyeceğiz. Neden Şampiyonlar Ligi’nde final oynamayalım” dedi.

http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/12222944.asp?gid=211&sz=45536


03 Ağustos 2009

İpek Gibi

02 Ağustos 2009

Usta-Çırak

"Bobby Robson is one of those people who will never die, not just for what he did in his career, for a victory more or a victory less, but for everything that he gave to those who like me were lucky to know him and walk by his side. My thoughts and embrace go to his loved ones."

01 Ağustos 2009

Denizkızları

Miltary effect diyelim buna. 10'dan geriye saymak suretiyle şu an aktif yüzücülerden en güzellerini sıraladım. Liste tamamen subjektif olup eleştiriye açıktır. Daha tanınmış isimlerden seçmeye çalıştım. İşin spor kısmına ufak bir ara verelim dedim.

10) Britta Steffen















Listedeki popüler isimlerden biri. Kendisi 100 metre serbest dünya rekortmeni. Sade bir güzelliği olduğu için havuzdan bir fotoğraf seçtim. Yüzerken bile makyaj yapmayı ihmal etmemiş. Ama tadını kaçırmamış, hoş olmuş.

9) Lotte Friis






















Resimde biraz çocuk gibi çıkmış. Danimarkalı olmasına karşın kuzeyli tipi yok pek. Güzelliğine diyecek yok ama sanki bir şeyler eksik. Biraz daha medyatik olsa mesela, biraz daha kendine baksa listede birkaç basamak tırmanabilir.

8) Natalie Coughlin






















Amerika'nın en iyi yüzücülerinden olan bu havalı kız olimpiyatlardan 5 madalya ile döndü. Gündelik hayatta sade bir giyim tarzı var, bu tip tişör-jean resimlerine sıkça rastlıyoruz. Doğal bir güzellik. Gülüşü de çok güzeldir.

7) Alessio Filippi






















İtalya'nın şu an 2 numaralı starı. Listede de vatandaşının gerisinde kaldı doğal olarak. Yüzünün çok güzel olduğu söylenemez, ama geri kalanı iyi. Bu fotoğraf da biraz avantaj sağlıyor kendisine, itiraf etmek gerekir.

6)Yuliya Efimova















Yeni neslin en iddialı isimlerinden bu genç Rus madalyaları toplarken gamzeleriyle de hoş fotoğraflar veriyor. Henüz dergi çekimi işine girmemiş olsa da yakındır. Kısa bir zaman içinde daha fazlasını göreceğiz, sabredelim.

5) Mirna Jukic















Listedeki cüretkâr isimlerden. Zaten buradan sonrası medyada yüzme harici konularla da sıkça yer bulan isimler artık. Kusursuz bir suratı yok Mirna'nın, Balkan burnu var. Ama ben severim.

4) Amanda Beard






















Kendisini tanımayan azdır herhalde. Yüzücülüğün yanı sıra modellik de yapıyor ve o işin de hakkını veriyor. İnternetten sayısız çıplak fotoğrafına ulaşılabilir. Yüzücü vücudu yok hiç, aksine çok biçimli.

3) Stephanie Rice






















Belki dış etkenler olmasa liste başı bile olabilirdi. Hakikaten birinci sınıf bir kız. Zerafeti olsun, vücudu olsun, saçları olsun hepsi birbirinden güzel. Çılgın partilere katılıp dağıttığı söyleniyor. Havuzdaki performansına pek yansıdığı söylenemez.

2) Federica Pellegrini






















Dövmelere özellikle dikkat. İtalya'nın yeni süperstarı şu an hayatının en iyi zamanlarını yaşıyor olsa gerek. Üst üste gelen dünya rekorları, git gide artan popülarite ve Luca Marin savaşını kazanması. Zaten listenin son iki isminin ortak yönü Luca Marin'in kızları olmaları. Adamın zevkine diyecek yok, ancak...

1) Laure Manaudou























...yanlış seçim yaptığını düşünüyorum. Laure bambaşka birşey. Tam bir Fransız güzeli. Luca Marin olayının ardından müthiş bir düşüşe geçti ve psikolojisinin kötü olduğu söyleniyor. Üstüne üstlük Federica'nın tam zıt doğrultuda gitmesi sinirlerini iyice bozmuş olsa gerek. Bence değmez. Ayrılıktan hemen sonra cep telefonuyla çekilmiş çıplak resimleri internete sızdı. Çıplak derken baya baya çıplak. İlgilenenler arayıp bulsun. Federica Pellegrini'nin bu işte parmağı var gibime geliyor. Böyle bir güzelliği ve yeteneği harcamasına seyirci kalmak zoruma gidiyor. İkinci Hingis vakasıdır benim için.