31 Mayıs 2009

Final Öncesi Akıllarda Kalanlar

Bu seri hakkında herkesin aklında kalacak olay Mo Williams'ın batışıdır heralde. Akılda kalıcılığı düşük olsa da tarihteki yerini alacak rekorlar vardı Mo efendinin vukuatlarından daha önemli olarak.

Sezon boyu rekorları kıran taraftan arda kalan bir tek LeBron oldu. Serinin ilk dört maçında attığı 169 sayı bu alandaki yeni rekor. 5. maçta yaptığı 37 - 14 - 12'lik triple doubleı playoff tarihinde yapabilen tek bir isim var: Oscar Robertson.

Lig tarihinde, normal sezonda 65+ galibiyet alıp şampiyon olamayan iki takım vardı düne kadar. 73'te Celtics ve yakın zamanda şahit olduğumuz Mavs. 65 barajını geçen 12. takım olmuştu Cavs, buna rağmen şampiyonluğa ulaşamayan da 3'üncü takım oldu dün gece.

Dallas - Golden State serisine değinmişken, o seride 6 maçta 62 üçlük isabeti bulmuştu Warriors. 6 maçlık serilerde ulaşılan en yüksek sayıydı. Gece, Lewis'in bitime 7 dakika kala attığı üçlükle Orlando da bu sayıya ulaştı. 65+ galibiyetle bitiren takımlar, şutlara dikkat!

DH12 bu seride %65 şut isabetiyle 25.8 sayı ve 13 ribaund ortalamaları tutturdu. Kazanılan bir seride bu rakamlara ulaşan tek bir oyuncu var NBA tarihinde. 1974'te Milwaukee, Chicago'yu Batı Konferans Finalleri'nde süpürürken Kareem Abdul-Jabbar'ın ortalamaları: 34.8 sayı, 19.5 ribaund, %66.3.

Doc Howard & Dr. Shaq

31.05.1995
Indiana@Orlando
35 pts. / 13 reb. / 3 ast.


31.05.2009
Cleveland@Orlando
40 pts. / 14 reb. / 4 ast.

30 Mayıs 2009

Toni Kukoc


A basket makes one guy happy, an assist makes two guys happy.

29 Mayıs 2009

Guiness League

Çarşamba günkü finalle beraber değişen bazı Şampiyonlar Ligi rekorları var aşağıda, bir kaç tane ilginç bulduğum rekoru da ben ekledim.

- Raul'la Roberto Carlos'un her maç güncellenen en fazla maça çıkma rekoru, artık Ryan Giggs'e ait.

- Maldini'nin futbolu bırakmasıyla kupayı en çok kazanan aktif oyuncu, artık takım arkadaşı Clarence Seedorf. Maldini'nin 5, Seedorf'un 4 kupası var. Seedorf, aynı zamanda tarihte 3 farklı takımla kupayı kazanmış tek oyuncu. ('95 Ajax, '98 Real Madrid, '03 & '07 Milan)

- Pique, her ne kadar geçen seneki finalde ilk 18'de olmasa da, kupayı iki sene üstüste farklı takımlarla kazanmış oldu. Bunu başaran diğer oyuncular Paulo Sousa ('96 Juventus, '97 Dortmund) ve Marcel Desailly ('93 Marsilya, '94 Milan).

- Dün 11 çıkan 20 yaşındaki Busquets de ilginç bir rekor kırdı. Sergi'nin eski kaleci babası Carles Busquets de, 1992 finalinde Vialli, Pagliuca, Lombardo, Mancini ve Cerezo'lu Sampdoria'yı, Koeman'ın uzatmadaki golüyle yenip, kupayı kazanan Barcelona'da Zubizaretta'nın yedeğiydi, oğlunun hocası Guardiola'nın takım arkadaşıydı. Baba - oğul, farklı zamanlarda aynı takımla bu kupayı kazanan diğer isimler; Cesare Maldini ('63 Milan) ve Paolo Maldini ('89 & '90 & '94 & '03 & '07 Milan); Manuel Sanchis Martinez ('66 Real Madrid) ve Manuel Sanchis Hontiyuelo ('98 & '00 Real Madrid)

- Guardiola, aynı takımda hem oyuncu olarak hem de teknik direktör olarak kupayı kazanan 3. isim oldu. Diğerleri Carlo Ancelotti (Milan) ve Miguel Munoz (Real Madrid).

- Panathinaikos, gruplarda ilk iki maçını kaybetmesine rağmen gruptan çıkan 7. takım oldu. Diğerleri, '00 Dinamo Kiev, '03 Leverkusen, '03 Newcastle, '06 Werder Bremen, '07 Inter ve '08 Lyon. Newcastle ilk 3 maçında 0 çekmesine rağmen gruptan çıkan tek takım.

- 79 ve 80'de kupayı kazanan Nottingham Forest takımının bütün oyuncuları Britanya'lıydı. 61 ve 62'nin şampiyonu Benfica ise kadroda Afrika'daki Portekiz kolonilerinden oyuncular barındırsa da, sadece Portekiz vatandaşı oyuncularla kupayı almıştı. '86 Steaua Bükreş ve '66 Real Madrid tamamen yerli oyuncularla kupayı kazandılar. 67'nin şampiyonu Celtic'in ise bütün oyuncuları İskoç'tu ve bütün bu oyuncuların hepsi 15 km çapında bir alan içerisinde doğmuştu.

- Üstüste en fazla katılım gösteren takım, 56'dan 70'e kadar 15 defayla Real Madrid. Ama rekor yakında kırılacak gibi. Manchester United, 97'den günümüze tam 13 defa üstüste bu kupayı oynadı. Bu sene de katılım hakkı kazandığını düşünürsek, Manchester'ın önünde rekora ortak olmak için 1 sezon daha var.

- Nottingham Forest, Şampiyonlar Ligi'ni kendi liginden fazla kazanan tarihteki tek takım. İngiltere'de sadece 1 kez şampiyon olabilen Forest, bu kupayı 2 kez kazandı.

- Finalde farklı takımlarla temsil edilmiş 3 şehir; Londra, Milano ve Belgrad.

- Tarihte şu ana kadar aynı şehrin takımları arasında 4 kez derbi oynandı bu kupada. 1959'da Atletico - Real, 2004'te Chelsea - Arsenal, 2003 ve 2005'te Inter - Milan.

- Grup maçlarının hepsini kazanan şu ana kadar 4 takım var sadece. '93 Milan, '95 PSG, '96 Spartak ve Galatasaray'ın grubundan '03 Barcelona. Bu takımların hiçbiri o sezon şampiyon olamadı.

- 92'de Şampiyonlar Ligi adını aldıktan sonra kupa, sadece 11 oyuncu 100 maçın üzerine çıkabildi. Bu isimlerden bir takım kurulursa; Kahn / Neville - Maldini - Carlos / Scholes - Giggs - Beckham - Figo - Seedorf / Raul - Henry.

- Debut maçlarında hat-trick yapan oyuncular da şunlar; Faustino Asprilla ('98 Newcastle 3 - 2 Barcelona), Aiyegbeni Yakubu ('03 Maccabi Haifa 3 - 0 Olympiakos), Wayne Rooney ('05 Manchester United 6 - 2 Fenerbahçe), Vincenzo Iaquinta ('06 Udinese 3 - 0 Panathinaikos). Bazı kaynaklarda bu listeye 89 sezonunda van Basten'in Milan'la 4 gol attığı 1. turdaki Vitosha maçı da girmiş ama van Basten aslında 84 kupasında Ajax'la Olympiakos karşısında debutunu yapmıştır.

- Hernan Crespo, Parma'yla 2, Lazio'yla 5, Inter'le 10, Chelsea'yle 4, Milan'la 6 gol atarak kupa tarihinde 5 farklı takımla gol atan tek oyuncudur.

Atilla Taş ve dövmesi

Bu, Paco Rabanne 1 Million reklamı. Televizyonlarda sürekli dönüyo zaten. Harbiden şiir gibi reklam çekmiş adamlar.



Bu da Atillataş'ın son klibi: Çikolata



Vay vay vay, kolay gelsin. dahası var, Bollywood'dan Ugly Aur Pagli ve şarkıları "Karle Gunah":



Yahu Atillataş, hadi klibi apardın, göğsüne dövmeyi yaptırdın. E babacım şarkıyı niye aparıyosun? Nasıl aklına geldi bu dahiyâne fikir? Vallahi, kötü niyetle yazmıyorum, alkışlıyorum kendisini. Bomba gibi döndü, bomba!

28 Mayıs 2009

Siesta


Barcelona, rüya gibi geçen sezonunu rüyalarda bile zor görülecek bir finalle neticelendirdi. Maçtan önce gol değil, goller ile kaybedeceklerini düşünüyordum, beni son bir kez daha madara ettiler oynadıkları ve oynatmadıkları futbolla.

Öncelikle, Man Utd’ın rakibi durdurmak adına bir Chelsea olmadığını gördük. Bununla birlikte, nedense ligdeki tempo ve konsantrasyon seviyelerinin yanından bile geçemediler. Sezon içinde pek çok maçta olduğu gibi Ronaldo’nun erken kahramanlık denemeleriyle başladı maç, istediği gibi hızlanıp istediği gibi şut atıyordu ama zayıf savunmayı topu sürmekten ziyade kenarlardan gelecek toplara yapacağı koşularla zorlaması daha mantıklı gibiydi sanki. Man Utd’ın orta saha ve hücum hattı arasındaki kopukluktan bahsetmemek olmaz. Hoş, Rooney’nin fazlasıyla çizgiye gömüldüğü, tabiri caizse Ferguson tarafından Puyol’un kafesine kapatıldığı bir ortamda Ronaldo’nun dışındakilerin hücum kurgusuyla bir alâkaları olmadığını söylemek çok da abes kaçmaz herhalde.


Ferguson, Chelsea modelini birebir uygulamaya çalışarak ilk büyük hatasını yaptı. Bütün sezon Man Utd’ı takip etmeyip, sadece bu maçı ya da Man Utd’ın bu seviyede kaldığı birkaç maçı izleyen biri, rahatlıkla Cavaliers-Magic serisini izleyip Cavs’ın bulunduğu yeri hak etmeyen bir takım olduğunu düşünmek gibi bir yanılgıya kapılabilir. Man Utd orta sahası, oyunu iki yönlü oynayan oyunculardan kurulu değil. Dün, Park bu işi beceren yegane oyuncu idi beyaz formalılar arasında, o da Rooney gibi hiç alışık olmadığı şekilde çizgiye hapsoldu. Halbuki Ferguson bildiğinden şaşmasa, Berbatov’u zayıf defansın arasına sokup arkadan Ronaldo-Rooney-Giggs üçgeni ile gelip orta sahayı Carrick ve Park’a emanet etse, belki de oyunu daha fazla rakip yarı sahada oynayıp Barcelona’nın kusturacak pas trafiğine girmelerini engellerlerdi.

Man Utd, beraber hücum edip beraber savunma yapmaya alışmış bir takım. Belki de bu yüzden Ronaldo sistem dahilinde yeteneklerinin sadece belli bir kısmını kullanma özgürlüğüne sahip. Ancak çizgide iki orta oyuncusu olunca, arkalarında da Anderson dışında iki yönlü oynayan oyuncu olmayınca Xavi ve Iniesta istedikleri bütün pasları maç başında atmaya başladılar. Vidic bu durum karşısında error verdi, önce Eto’o gibi çalımlarından ziyade vuruşlarıyla bildiğimiz bir oyuncuya madara oldu, sonra da üst üste hatalarla maçtan düştü. Barcelona zaten öne geçtiyse, rakip takıma geçmiş olsun. Dakikalar ilerledikçe onların pas karmaşası içinde yorgun düşüp, gitgide daha az top kullanmaya başlıyor ve bu az bulduğunuz şanslarla da acele edip batırıyorsunuz. Sonrası siesta… Messi’nin golü, sayısız ikiye iki, üçe üçler, kanat boşken pas geçilip geri dönülen toplar, vs.


Ben açıkçası dün çok erken gol ve 80 dakikaya yayılan temposuz paslar sebebiyle maçtan zevk alamadım. Ama Barcelona’nın hakkını vermek lazım. Dünkü Barcelona kadar eksik olan hiçbir takım bu kadar üst düzey oynayıp, rakibini madara edemezdi. Bazı takımlarda 2-3 kilit oyuncu dışındaki eksiklikler halinde daha az kapasiteli oyuncular çıkıp aynı görevi sırıtmadan yaparlar. Bu durum genelde detaylara iyi çalışmış, savunma kurgusu-hücum planı gibi şeylerin çok daha üzerinde hazırlanmış, kurgulanmış, hatta neredeyse ezbere oynayan takımlarda olur. Dün Busquets ve Sylvinho da bu tip hatasıza yakın performanslarıyla sivrildiler. Xavi maçın yıldızı seçildi, neredeyse hatasız oynadı. Arsene Wenger’in Fabregas hakkında kurduğu bir cümle geldi aklıma, ayağına her top geldiği anda durdurup oyuncuların dizilişine bakın, Fabregas her zaman en doğru yere pas atar şeklinde bir yaklaşımı vardı Fabregas’ın özel yetenekleri hakkında. Xavi de aynı tip bir oyuncu. Bu tip oyuncular da kusursuza yakın kurgulanmış, maçta meydana gelebilecek her türlü detaya çok iyi hazırlanmış takımlarda yükselirler.

Vasat bir Henry, orta sahayı toparlayan Toure’nin defansta olması, dolayısıyla Abidal ve Alves’le birlikte eksik sayılabilecek durumda olması gibi faktörler hep Man Utd’ı gösteriyordu. Üzerine Chelsea’nin karşısında düştükleri durumu koyun. Favori Man Utd idi, ama Barcelona her anlamda rakibini ezdi, geçti. Hem psikolojik, hem fizik, hem teknik, hem de klas bakımından.

Burada bir parantez de Guus Hiddink ve Chelsea’ye açmak lazım. Bu sezon Barcelona’ya karşı kora kor, hatta üstün oynayan tek takım Chelsea idi. Bana ve pek çok futbolsevere göre de finalin hak eden tarafıydılar. En önemlisi, oyunun iki tarafını da oynayan bu kadar çok oyuncuyu toplamayı başarmaları, yani kadro mühendisliğini iyi kıvırmaları ve kadronun büyük bir bölümünün 3-4 sene daha beraber oynayacak yaş ve açlıkta olduğu gerçeği. Bir de, Mourinho sonrası dönem üzerinde ciddi bir analizde fayda var. Mourinho bu kadroyu kurmak üzereyken saçma transferler, Abramovich baskısı ve biraz da küçümsenmesi sonucu ayrılmak zorunda kaldı. Bu konu üzerine bir yazı yazacağım ilerleyen günlerde, ancak şimdilik Barcelona, seneye hırslanmış bir Man Utd, Mourinho’nun şablonunu daha iyi uygulayacak olan Inter, ölü toprağını atmasını beklediğim Juventus ve Milan ile baya zevkli bir Şampiyonlar Ligi’nin hayalini kurmaya başladım.

Maçtan bazı notlar:

- Guardiola her nedense İtalyan futboluna ve Maldini'ye armağan etmiş kupayı, İtalyan mısın kardeşim, ne alâkası var?

- Maçtan sonra Barcelona'daki kutlamalarda 100 civarı taraftar tutuklanmış, fena eğlence döndü herhalde. Roma'da da baya olaylı kutlamalar var, yakışır.

- Henry ilk defa Şampiyonlar Ligi kazandı.

- Man Utd, bu kupayı back-to-back kazanacak ilk takım olabilirdi.

27 Mayıs 2009

Garip adam


Dar deri pantolonları, komik derecede parlak ceketleri ya da kürkleri, Hıncal Uluç tarzı fuları, boogey kemeri, sivri burun makoseni ve imza şapkasıyla bu garip adam bir süredir aklımdaydı. Yıllardır değişik şehirlerde, değişik salonlarda NBA maçlarını takip ederken görürdük kendisini. Sonunda merakıma Basketbawful derman oldu.


Dayının adı James Goldstein. Önceleri hep Lakers maçlarında gözüme çarpardı, hatta diğer mistik Courtside taraftarlarından, Jack Nicholson'ın yanındaki Ertekin'e benzeyen abiyle karıştırırdım (sonraları onun da ünlü prodüktör Lou Adler olduğunu öğrendim). Velhasıl kelam, James abi Amerika'nın multimilyonerlerindenmiş, süper lüks bir evi varmış falan filan, en büyük hobisi de NBA imiş. Lakers ve Clippers'ın evinde oynadığı maçların %95'ine gidiyormuş, bununla kalmayıp Denver senin, Orlando benim geziyormuş. Zenginin malı da züğürdün çenesini yoruyormuş. Ulan biz bir maça gitmek için bir yıl para biriktiriyoruz, insaf be!

Neyse, CL finali başlıyor. Ona uzun uzun yazmadım, ama Chelsea eşleşmesinde yazdıklarıma paralel düşünüyorum, her ne kadar ufak oynamalar olsa da kadro şekilleri açısından. Man Utd kazanır, dublesini yapar, Alex Ferguson inanılmaz sevinir gollere. Bakın gol demiyorum, goller diyorum.

22 Mayıs 2009

Favori Formalarım - 2: Brezilya


Aldyr Garcia Schlee, yani Brezilya formasını yaratan adam.

1950 yılında, 200000 kişinin izlediği tahmin edilen Dünya Kupası'nın finalinde alınan mağlubiyetin Brezilya'yı nasıl yasa boğduğu hakkında hikayeler mevcut. İkinci golde hata yapan kaleci Barbosa'nın hayatının nasıl zindan olduğu, bazı taraftarların intihar ettiği, maçı anlatan radyo spikeri Ary Barroso'nun emekli olduğu, maçta oynayan futbolcuların bir kısmının apar topar emekli olduğu, diğerlerinin de bir daha milli takımda oynamadığı gibi.

1950 finalinin en büyük etkisi, Brezilya'nın o güne kadar beyaz ve mavi ağırlıklı, zaman zaman kırmızı-yeşil-sarı-siyah renkleri de barındıran forma seçiminin, bir daha değişmemek üzere, yakası yeşil sarı üst, mavi şort ve beyaz çoraptan oluşan klasik tasarıma sabitlenmesidir. Bu değişimin ana sebebi olarak, formanın milli duygulardan yoksun olması ve sahada ağırlığını hissettirmemesi gösterilmiştir. Federasyonun izniyle açılan bir gazete yarışmasına katılan Aldyr Garcia Schlee, o zamanlar 19 yaşındadır ama dizaynıyla ismini unutulmazlar adına yazdırmıştır.

Klasik forma, bugüne kadar beş Dünya Kupası kazandı ve muhtemelen daha fazla kazanacak. Dahası, her daim futbolun çekirdeği olarak kabul edilecek Brezilya'nın karakterinin sahaya yansıması olarak kalacak.

21 Mayıs 2009

Ronaldo: Toplardan toplara


"Eating balls"

Birkaç ay evvel, üç tane travestiyle otel odası tuttuğu ortaya çıkan, basına, konu-komşuya rezil olan ayıcık, nam-ı diğer bizim neslin gördüğü en büyük forvet, Corinthians formasıyla 14 maçta 10 gol atıp Brezilya milli takımına son bir kez göz kırptıktan sonra, başkanın bu sözleriyle övülüyordu. Her ne kadar travestilere gönderme taşısa da, Ronaldo'nun toplarla ne kadar usta olduğunu anlatmak için iyi seçilmiş bir cümle olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Ronaldo, an itibariyle 15 toplam golle Dünya kupaları tarihinin en golcü oyuncusu. Ona en yakın aktif futbolcular, 10 gole sahip Klose ve 6 gollü Henry. Rekorunu geliştirmek ve Dünya Kupası'nda sahaya bir kez daha adım atmak için, en iyi formuna tekrar ulaşması da gerekmiyor zaten.

RG öncesi, toprakta Nadal

Nadal'ın 2005 sezonundan itibaren toprak derecesi 150-5. Yani 30 maçta bir kaybediyor. 2006'da hiç kaybetmemiş. 27 finalde 25 şampiyonluk.


Üstüste beşinci kez kazanmak istediği RG'yi daha önce dört kez kazanan diğer oyuncu Björn Borg. Yukarıdaki grafik onların dört şampiyonluk senesindeki form durumlarını gösteriyor.

Son kupa geyikleri


Zamanında Galatasaray UEFA Kupası'nı alırken, "ilk uefa kupası" olarak adlandırılmıştı alınan ödül, fazladan değer biçilmişti, Kupa Galipleri Kupası ile birleşince. Gelecek sezon küçük boy Şampiyonlar Ligi'ne dönüşecek olan UEFA Kupası'nın son sezonu ve son finaliydi doğal olarak.

Organizasyon açısından yine vasatın çok üzerine çıktığımızı söyleyebiliyorum ülke olarak. Zaten 5 milyon TL civarı bir para akıtılmış kaynak olarak. Tek maçlık işleri iyi götürüyoruz ama 2010 Dünya Basketbol şampiyonası için hâlâ salon işlerinin ağırdan alınması, peşinden ısrarla koşulan Olimpiyat hedefinin mevcut şehir yapısı, popülasyon, kirlilik, havaalanı yetersizliği ve diğer onlarca tesisin henüz temelinin bile atılmamış olması sebebiyle iç gıcıklayıcı bir hayalden öte olmadığını fark edemiyoruz yine de. EURO 2016 için de ŞS, Olimpiyat (ki Olimpiyat Stadı'nın bu organizasyon için kabul göreceğini sanmıyorum), Kadir Has ve ortada olmayan Seyrantepe dışında en azından beş stada daha ihtiyaç duyduğumuzu da görmüyoruz. Denetim zamanı geldiğinde belediye başkanları kamyon yığıyor inşaat alanına, pişkin pişkin yalan söylüyorlar. Bu sebeple rahatlıkla vasatın üzerine çıktığımız tek günlük organizasyonlarla övünmektense, bu tip organizasyonlar için daha fazla tesis ve imkân peşinde koşmamız gerektiğini görmeliyiz.


Lucescu'nun elinde çok iyi bir kadro var. Maça beş Brezilyalıyla başladı, hepsi de çıtanın üzerinde oyuncular. Jadson ve Fernandinho eski takım arkadaşları ve 4 sezondur da buradalar, onları zaten tanıyoruz. Daha defansif ve daha istikrarlılar. İkisi, yanlarında Matuzalem ve Elano ile gelmiş ve Brandao'ya katılıp Brezilya ekolünü başlatmışlardı. Bu ekolü ve Ukrayna'nın transfer piyasasında yer bulabilmesi için bir cümle önceki transferlere toplam 30 milyon euro'ya yakın bir meblağ ödemişlerdi. Sonra Elano'yu İngiltere'ye, Brandao'yu Fransa'ya, Matuzalem'i de İspanya'ya göndererek kötü bir tercih olmadıklarını ispatladılar. Dün oynayan diğer Brezilyalılardan Willian'ı FM oynayanlar bilir, dün fazla birebir yetenek gösteremedi ama 14 milyon euro'ya mal olduğunu ve 20 yaşında olduğunu belirtmekte fayda var. Ilsinho ve Luiz Adriano da gözde oyuncular.

Brezilya'lı çekirdeğin yanında, milli stoper Chyhrynskiy, takımda altıncı sezonunu geçiren sol bek Rat, genç kalecilerden Pyatov, Polonya milli oyuncusu Lewandowski, pahalı oyunculardan Castillo, yedekler arasında yer alan Bolivya'lı süper yetenek Marcelo Moreno ve tabii ki Hırvat milli Srna ile komple bir ekip kurulmuş. Lucescu bu kadro için çok iyi bir seçim değil zannımca ama o da aşırı defansif ve temposuz taktiklerinden sıyrılıp yeteneklerinin farkında ve hücum oynamayı seven bir takım yaratmış.


Schaaf her başarıyı hak ediyor ama Diego'nun eksikliği, Hugo Almeida'nın olmayışı, Wiese'nin klasikleşen yumurtlamalarıyla kupaya ancak uzatma kadar yaklaşabildi. Wiese'nin üzerinde durmadan Bremen'i değerlendirmek olmaz. Olmayacak toplar kurtarıyor, sonra en kritik maçın en kritik yerinde olmayacak goller yiyor. Emerson'un önüne yumurtladığı ve Bremen'e çeyrek finale mâl olan golü hatırlarsınız, dün de sadece uzatmadaki pozisyonda değil, ilk golde de rahat çıkaracağı topları peşin hamle yapıp içeri aldı. Daha iyi bir kaleci bulmak zor ama bu tip hatalar yapmayan bir kaleci bulmak o kadar zor değil. Satabiliyorlarsa satsınlar derim.

Maç genel olarak Shakhtar'ın kontrolündeydi, rakip yarı sahada oynadılar, oyunu orada kurdular. Kanat oyuncularının becerisi (Willian ve Srna) ve enerjisi sayesinde de bunda zorlanmadılar. Lewandowski ve Jadson ortada iyi iş yaptılar, kanatları çok iyi kullandılar. Zaten uzatmada da diri kalan takım da Shakhtar idi. Shakhtar daha çok pozisyon buldu, daha çok topa hakim oldu, iki kanadı da daha iyi kullandı ve maçı haketti. Sonuç? Uzatma. Aslında çok da garip değil ama Shakhtar'ın öne geçtikten sonra biraz daha geride oynamasını bekliyordum, Lucescu en çok burada şaşırttı.


UEFA Kupası, her yanıyla ikinci plana itilmiş, Şampiyonlar Ligi ile arasındaki mesafe bir zamanların Başbakanlık kupası ile Türkiye ligi şampiyonluğu kadar açılmış. CL'den gruplarda elenen takımların rahat rahat final oynadığı bir kupa oldu. Avrupa Ligi projesi başta güzel gözüküyor ama aynı takımlar oynadıktan sonra neye yarar? CL'ye lig dördüncüsünü bile alarak bu ligin ne gelirini, ne izlenme oranını artırabilir UEFA, diye düşünüyorum.

Elverişsiz şartlarda futbol



Suudi Arabistan'da kadınların spor yapması yasak. Yine de, etrafı duvarlarla çevrili antreman sahasında, bu işi hoş karşılamayacak erkek gözlerinin uzağında, antreman yapmaya devam ediyorlar. Takımlarının adı da: King's United.

Araplar ve Arsenal


Futbolda anlamadığım bir şeydir, City'nin ya da Chelsea'nin para babaları emri altına girmesini eleştiren diğer klüplerin bu işten sıyrılmasını. Al işte, Liverpool da servet harcıyor, Man Utd da, Arsenal de. Resimdeki babalar, Arsenal'in CEO'su Ivan Gazidis ve Emirates havayolları başkanı Sheik Ahmed Bin Saeed Al Maktoum. Ne kadar da mutlular... Arsenal'in Dubai'de açtığı yeni futbol okulunun tanıtım toplantısında bir araya gelmişler. E haklı adamlar, Dubai'de müthiş yetenekler var. Clichy de genç Dubai'lilere teknik becerisini göstermeye gelmiş.

09 Mayıs 2009

Bremen'in lideri


Bülent Korkmaz, Hacettepe maçından sonra tribünler tarafından istifaya davet edilince, böyle bir bayrak adamın, Türk futbolunun en klübüne sadık ve başarılı futbolcularından birinin yarım sezon bile tamamlamadan taraftarların kara listesine yazılabildiğini sorgulamıştık. Kolay değil, 26 yıl aynı forma, bir elin parmaklarının vakıf olamayacağı kadar şampiyonluk, sayısız kupa, kazanılan tek Avrupa kupasının kaldıranı olmak.

Ancak, Bülent Korkmaz'ın Galatasaray'da yardımcı antrenör olma konusunda sıkıntı yarattığını, ancak teknik direktör olarak takıma geri döneceğini açıkladığını biliyoruz, zamanında. Yönetimle arasında bir restleşme olduğu çok açıktı. Werder Bremen'in UEFA Kupası'nda finale yükseldiğini, hem de ilk maçı evinde 1-0 kaybettikten sonra, öğrendiğimde, aklıma ilk olarak Thomas Schaaf ve Bülent Korkmaz arasındaki benzerlikler ve ne kadar benzer şartlarda çalışabildikleri geldi.

Schaaf'ın bu özelliğinden bahsetmek lazım. Schaaf'ın Werder Bremen kariyeri, 1972 yılında genç takımla başlıyor. O zamanlar 11 yaşında. Altı sezon sonra A takım ile çalışmaya başlıyor. 1978 yılından, 1995 yılına kadar, zaman zaman forma bulmakta zorlansa da, sadece Werder Bremen'de oynadı. kariyerinin sonlarında takımın önemli bir parçası oldu. Aktif futbol kariyeri ile birlikte, 1987 yılında Werder'in B Genç takımını çalıştırmaya başladı. Bir sezon sonra A Genç, futbolu bıraktıktan sonra da Werder akademisi olarak nitelendirebileceğimiz altyapı programında görev aldı. 1999'dan beri, yani on yıldır Bremen'in teknik direktörü.


Klose, Borowski, Frings, Ailton, Sanogo, Diego, Valdez, Almeida, Mesut, Ümit Davala ve daha pek çok oyuncuyu kariyerleri düşüşteyken takıma katıp, müthiş verim aldı ve kimisi bu performanslarıyla yeni takımlarında önemli parçalar olurken, bazıları da asla Bremen'deki verimini yakalayamadı. Oyuncu potansiyeli analizi konusunda belki de dünyanın en iyilerinden biri.

Ama en önemli şansı, heralde Werder'in ona sağladığı koşullar, verdiği güven, istikrar ve Türkiye'deki yöneticilik anlayışı komple değişmedikçe adını anamayacağımız bir sürü detay. Bir de, teknik direktörlük kariyerinin tamamında birlikte çalıştığı, arka planda kalmayı çok iyi beceren ve işini iyi bilen bir diğer isim, Klaus Allofs'u da anmamak olmaz. Tek ölçütü başarı olmayan kulüplerin başarıya nasıl ulaştığını ciddi ciddi irdelemek gerekiyor sanırım.

08 Mayıs 2009

Nostalji 8 - Alcindor & Wooden


Çok bilinmedik bir fotoğraf değil ama insanın ciğerini alıyor bu tip kareler. NCAA'in gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden ikisi, muhtemelen bir maç öncesi Wooden'ın tavsiyelerini alıyor Kareem, o zamanlar Lew.

Nostalji serisi

Kralını tanımam


- Bench'te 120 basıyorum laaan!
- İyi oldu Kilyos'a geldik, bugün bütün enerjimi kumlara aktarmaya yemin ettim laaan!
- Usta kalebodurları taşıdım, artık sıvayı boyayı ver onları da çıkarayım laaan!

...diye gider bu.


son üç postun fotoları: Yahoo sports

Adriano Flamengo'da


9 Nisan 2009 - Adriano, "Artık oynamaktan zevk almıyorum, kariyerimi tekrar gözden geçireceğim" dedi.

24 Nisan 2009 - Inter, Adriano ile olan kontratını karşılıklı olarak fesh ettiğini ve Adriano'nun artık futbolcuları olmadığını duyurdu.

6 Mayıs 2009 - Adriano, Flamengo ile sözleşme imzaladı.

Flamengo çok optimistik olsa da, Adriano'nun kariyerinde boşa geçmiş bir sezonun daha sonu gülücükle bitti. Yeni hikâyesini heyecanla beklemekteyiz.

07 Mayıs 2009

Roma'da sadece bir adalı olacak


Bu maç için ne yazılır, bilemiyorum. İlk olarak şu açıdan bakalım. Eğer Chelsea finale çıkabilseydi, son beş sezonda finaldeki İngiliz takım sayısı yedi olacaktı. Bu durumun bir rahatsızlık yarattığı aşikâr, hem izleyenlerde, hem yönetenlerde, hem UEFA yetkililerinde, hatta bende. Ama futbolun doğası budur. Yıllar evvel aynı ligden dört takımın CL'de oynayabilme saçmalığını onaylayarak, İngiltere-İtalya-İspanya dışındaki ülkelerin mevcut durumlarını daha da kötüye götüreceklerini tahmin etmelilerdi. Eğer bu formatı uyguluyorsan, hak eden takımların finalde boğuşmasına da saygı duyacaksın. Dünkü maçın yönetimini işaret eden bir parmak olarak değil, yine dünkü maçın havasını soluyup bu fikirleri aklından geçiren futbolseverlerden sadece biri olarak yazıyorum bugün.

Barcelona, sakatlık ve cezalar nedeniyle kolu-kanadı kırık çıktı maça. Toure, Chelsea'nin oyun anlayışının da katkısıyla, stoperde sırıtmadı. Busquets de aynı şekilde. Iniesta solda hiç verimli olmadı, hem topu çok ayağında tutuyor hem de onunla yanyana oynamayınca Xavi aynı performansı gösteremiyor. Henry gibi bir yıldızın oynamaması da cabası.

Barcelona'nın hücum anlayışı, pas kurgusu, takım oyunu falan Chelsea'nin artık beş yıldır oturmuş savunma düzenine biraz hafif kaldı. Muhtemelen Man Utd'a karşı da aynı bocalamaları yaşayacaklardır. O maçtaki avantajları, Man Utd'ın orta sahasının fizik güç bakımından Chelsea'nin gerisinde kalması olacaktır. Nitekim Chelsea erken bulduğu golün de rahatlığıyla, oyunu geride kabul etti, Barcelona'nın top çevirip, sürekli hücum yapmasına izin verdi. Rakibi yordu. İkinci yarı iyice rölantiye döndü, Barcelona biraz da yıldı.


Penaltı pozisyonlarının herhangi biri ön plana çıkmasa da; Chelsea'nin o tek tük çıkışlarında sürekli fizik mücadeleyle karşılanmasının, Malouda'ya bir, Drogba'ya iki kez çok tehlikeli bölgede zayıf kalan Barcelona defans hattının cezalandırılmaması mantıklı değil. Barcelona'nın tartışmalı pozisyonlarda ne kadar az adamla yakalandığına herhalde maçı izleyen herkes dikkat etmiştir. Bunun sebebi de çok övülen hücum mantalitesi. Chelsea, maçın spikeri dahil, onunla beraber onlarca blog sahibi futbolsever tarafından da anti-futbol etiketi ile damgalandı ve bu pozisyonların yorumlanmasında muhakkak etkisi olmuştur mevcut düşüncenin, ama Barcelona başka tip bir futbol ile nasıl bu kadar çaresiz bırakılır ki?

Anelka takviyeli kadro, oyunu geride kabul etse de, hücum varyasyonları açısından oldukça yeterliydi. Nitekim erken gol olmasa, Chelsea yine golü atacağının havasını taşıyordu. Belki de hatayı 1-0 öne geçerek yaptılar. Maç 0-0 devam etseydi böyle bir maç sonu senaryosu izler miydik?

Iniesta'nın golüne ne denebilir ki? Dakikası, önemi, götürdüğü yer düşünülünce CL'nin tarihinde en özel yerlerden birine sahip olacak bu gol. Golden önce topu uzaklaştıramayıp Messi'ye teslim eden oyuncuyu hatırlayamıyorum, Bosingwa olsa gerek, belki de uzun vurabilse -tüm maç boyunca yaptığı gibi- Barcelona bir kez daha pozisyon bulamayacak ve maç da bitecekti. Futbol garip bir oyun, güzelliğini de buradan alıyor.

Hiddink'in varlığı, Chelsea'nin iki sezondur yanlış teknik direktörlerle yola çıktığının da bir ispatı niteliği taşıyordu. Kadrodan verim alan bir hocayla, güç dengesi Chelsea'nin yönüne kayabiliyor. Bu seneki, sonucu belli, suni Liverpool-Man Utd lig çekişmesinin sebebi de vizyonsuz Scolari'nin hesapta olmayan puan kayıpları gibi geliyor şu anda. Belki bu fikrimde yalnızım, ama yine de bu sene bir Chelsea-Man Utd rövanşı görmeyi hakettiğimizi düşünmeye devam edeceğim. Hiddink'e de, Barcelona dışında renksiz ve tahmin edilebilir geçen sezona ikinci bölümde kattığı renk için teşekkür ediyorum. Yeniden yapılanmaya gideceği artık insider-outsider bir çok kaynaktan doğrulanan Chelsea'nin kontrolü teslim etmesi gereken kişi olduğunu ispatladı.

Guardiola da vıcık vıcık bir adammış. Bayern maçındaki yalan siniri ve bile bile atılması, dünkü maçtan sonra Hiddink ile samimi olacak onlarca dakikası olacakken sahayı tercih etmesi, gole sevinci... Mourinho'ya antipatik diyoruz. Ben demiyorum da, diyenler demeyenlerden fazladır sayıca.Neyse, Mourinho'yu neden soktuysam! Bazı adamlar başarılı olunca göze batıyor işte. Seneye anti-Guardiola kültürü de yolda olacaktır, dünkü maçtan son izlenimim de budur.

04 Mayıs 2009

Kareem ve Celtics


Evet, Celtics taraftarıydım
Lisedeyken, koçum Jack Donahue Celtics'in özel bir basketbol takımı olduğunu düşünür ve sık sık onların sahada yaptıklarını bize örnek gösterirdi. Okuduğum lise, eski Madison Square Garden'dan sadece 12 blok uzaklıkta olduğu için, şehre gelen takımlar antreman için salonumuzu kullanırlardı. Tahmin ediyorum ki, bu sebeple koç maçlara bilet ayarlardı, özellikle de arka arkaya oynananlara. Lisede geçirdiğim dört yıl boyunca Celtics'i en az 20 kez izlemişimdir.

Celtics Basketbolu
Celtics'in felsefesi, topu boş adama geçirmek ve en yüksek yüzdeyle soktuğu şutu kullanması üzerine kuruluydu. Takımdaki kimse sayı yükünü üstlenmez ama çok verimli hücum eder lerdi ve her maç beş ya da altı oyuncu çift haneli sayılar üretirdi. Russell'ın pota altı savunması çok etkiliydi ve oradan basket bulmanıza kolay kolay izin vermezdi. Sert savunma ve verimli hücum, basketbolda kazanmaya giden formülü birlikte oluştururlar. Ben bu felsefeyi çok genç yaşta öğrendim. Sanırım John Wooden'ın da aynı felsefenin üzerinde durması, benim koleje çok daha çabuk adapte olmamı sağladı.


Büyük Bill Russell ve diğer efsanelerle tanışmam
1961'in Kasım ya da Aralık ayıydı, dokuzuncu sınıftaydım. Spor salonumuza gittim, Celtics o sırada orada antreman yapıyordu. Koç beni Red Auerbach ile, Red de Bill Russell ile tanıştırdı. Bana serbest atış çalışan bir oyuncuya yardım etmemi söylediler. O "bir oyuncu" John Havlicek adındaki bir çaylaktı. Ayrıca, ilkokula gittiğim sıralarda düzenlenen bir All-Star maçına katılmıştım ve orada sonradan Celtics'e takas olan Willie Nauls ile birlikte bazı Knicks oyuncuları ile tanıştım. Tüm bu bağlantılar sebebiyle bir Celtics taraftarıydım ve oynadıkları basketbola da imreniyordum.

Bill Russell, örnek adam
Öncelikle Celtics'in mâlum başarısı, devamında da siyah Amerikalılar hakkında söyledikleri sebebiyle, Bill Russell'ın hakkında çok şey duyuyordum. Söylediği bazı şeylerin anlamı çok derindi, ben de bu söylediklerini büyük bir hayranlıkla dinledim. Bunları çok iyi algıladım. Başarının ne olduğunu ve kendisiyle gurur duymayı iyi biliyordu. Basketbol sahasındayken başarıyı temsil eder gibiydi. Bugün, hâlâ arkadaşız. Ekim ayında bir klinik açtı, açılışına ben de katıldım. Genç sporcular için müthiş bir örnek teşkil ediyor. Kolejden mezun olmuş, kolej basketbolunda müthiş başarılara ulaşmış, sonra da bu başarıları profesyonel düzeye taşımış biri olarak, tam karşımda duruyordu.

kaynak: Kareem Abdul-Jabbar blog

01 Mayıs 2009

Coria'dan son


O maçı hatırlarsınız. 2004 Fransa Açık, Gaudio - Coria finaliyle de, Henman'ın yarı finale kalmasıyla da efsane turnuvalardan biri olmuştu. Finalde Coria almış gazı giderken, yorgunluk baş göstermiş ve bacakları isyan etmişti. Sakat Coria'yı yenmek için 14 oyunluk final setine ihtiyaç duyan Gaudio maç bittiğinde nasıl da sevinmişti. Unutmak mümkün değil. Coria her zaman o turnuvanın gerçek şampiyonu olarak hatırlanacak.

2006 yılından sonra sakatlıklar nedeniyle hiç bir turnuvada etkin olamadı. Andy Roddick'in sakatlık nedeniyle çekilmesi sonucunda katılabildiği 2008 Roland Garros, son büyük turnuvası oldu. Coria, salı günü tenisi bıraktığını açıkladı. Sakatlık kötü şey. Ama bazen unutulmaz spor anılarınızdan birinin sebebi oluveriyor.