30 Ekim 2007

Olimpico günlüğü

Çarşamba akşamı Roma - Lazio derbisi için ekran başındayız. Roma haftasonundaki muhteşem futbol ve kritik galibiyetin moraliyle sahada olacak. Vucinic golünü asistçi Cicinho'ya armağan etti. Orta sahadaki müthiş paslaşmalar gözümüzün pasını silivermişti. Sezona muhteşem giren Roma'da Totti'nin derbiyi kaçırma olasılığı yüksek. Yukarıdaki fotoğrafın İtalya futbolunun en gözönünde karesi olması bekleniyordu henüz 2001'de. Totti ne yaparsa yapsın hep bu derbinin merkezinde olmuş bir adamdır. Ayağının dibine düşen meşale, Di Canio'nun attığı tokat, Rosetti'ye kırmızı kart iptal ettirmesi bir kenara; sakat ve kenardayken bile başına kameralar bekletilen bir oyuncu. Kaçırırsa kariyerinde kaçırdığı üçüncü derbi olacak.

Roma sezona ne kadar iyi girdiyse, Lazio da o kadar kötü girdi. Olimpico'daki son iki maçında puan alamayan Lazio, Roma'nın Totti ve Aquilani olmadan yendiği Milan'dan 5 yemişti. Hafta sonu Udinese'ye de 3 puan bıraktılar içeride. Şampiyonlar Ligi ve Serie A'nın yükünü kaldıramadı dar kadro. Derbiyi kaybetmek çok büyük bir yıkım olabilir, Totti'nin yokluğunu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışacaklardır. Ancak Totti sürprizleri sever. Hafta sonu onsuz alınan galibiyetten sonra bu maçın ne kadar önemli olduğunun farkında. De Rossi daha iyiyiz, Zauri daha kötüyüz gibi birşeyler söylemişler. Alışkın olmadığımız demeçler bunlar, daha fazla heyecanlı kılıyor mücadeleyi.

Maçı Kanal 24 canlı yayınlayacak Türk televizyonlarında.

Pac-Man gerçeği

Oyunu bilmeyen herhalde yoktur. Son zamanlarda sanal iletişim işini çığrından çıkaran yeni oyuncak Facebook'un en popüler eklerinden biri haline gelmişti, en azından benim için. Ancak, her ne kadar kendimi konsol oyunları konusunda bir uzman olarak adletsem de, oyunun en fazla 14. seviyesine ve 100000 civarı bir puana imza atabildim. Bütün dikkatimi ve eforumu sarfediyor, yine de dört tane salak hayaletin arasından kaçamıyor, beyaz hapa rağmen bölümleri hak vermeden geçemiyordum. Bu kadar kafayı bozduğunuz bir işte, listenizde sizden daha iyi durumda bir arkadaş olunca işler daha da ilginçleşiyor. Genel listede bir sürü 999 bin küsür puana sahip insan olunca kafam iyice karıştı. İlk başlarda bunu bir hata olarak yorumlasak da, Pac-Man denen yuvarlak sarı yaratığın arkasındaki sırrı araştırmamdaki en büyük etkenlerden biri oldu.

Billy Mitchell, şu anda 42 yaşında olan Amerika'lı -ve de fena halde milliyetçi- bir restoran zinciri işletmecisi. Bu iş kendisine ailesinden kalmış, şu anda kendi markasıyla ürettiği acı kanat sosu ve Amerika'nın dört bir yanına yayılmış Rickey's restoranlarıyla başarılı bir işadamı. Pac-Man'in ilk çıktığı dönemler onun ergenlik çağına denk geliyor. Amerika'da "altın arcade çağı" olarak bilinen 80'lerin başındaki inanılmaz performansları sayesinde, Pac-Man'in dahil olduğu bir çok hit oyunun yaratıcısı Namco tarafından "yüzyılın en iyi video oyuncusu" ünvanını kazanmış. Nasıl mı? Donkey Kong ve Donkey Kong Jr. ile birlikte Pacman'de kimsenin hâlen ulaşamadığı rekorlara imza atarak. 1999 yılının Temmuz ayında -doğumgününe denk geliyor- Pac-Man oyununu hiç nokta, bonus ya da mavi hayalet kaçırmadan, sadece ve sadece tek hak vererek bitirmiş ve oyunda ulaşılabilecek en yüksek puana ulaşmış.

Buradan Pac-Man'e geri dönüş yapalım. 2005'te 25. yaşına girmiş ve bir sürü Pac-Man delisi bu hadiseyi kutlamışlar. Oyun hakkında araştırma yaparken strateji ve teknik bilgilerle dolu bir çok siteye rastladım. "Bu oyunun ne stratejisi olabilir?" diyenlerdenseniz bir de şunu dinleyin: 17. seviyeden sonra, beyaz hapları yediğinizde hayaletler maviye dönüşmüyor, dolayısıyla onları yiyemiyorsunuz, sadece anlık bir yön değiştirmeyle kaçmanıza fırsat tanıyorlar. 256. seviyede oyunun yazılımından doğan bir hata sebebiyle ekranın yarısı saçma şekillerle doluyor ve bu bölümü geçmek teknik olarak imkansıza yakın. Split-screen (sağda) adı verilen bu bölümü 1982 yılında 8 yaşında olan Jeffrey Ree adındaki bir sabinin geçtiği ve başkan Ronald Reagan'dan kutlama mektubu aldığına dair şehir efsaneleri var; ama Billy Mitchell'ın rekoru kırdıktan sonra bu bölümün geçilebildiğini ispatlayana vaad ettiği 100000 $'lık ödüle kimse talip olmayınca sorunun cevabı verildi.

248 seviye boyunca soluksuz dört tane hayaletten kaçmayı nasıl başarmış peki bu adam? Burada 'pattern'ler, yani bizim taktik olarak adlandırabileceğimiz şeyler devreye giriyor. Oyunun manyakları, hayaletlerin karakteristik özelliklerinden tutun hangi bölümde beyaz pillerin kaç saniye dayandığına dair türlü ayrıntıyı kağıda döktükleri gibi, her bölümün kendine ait taktiklerini de çıkarmışlar. "Taktiği varsa ben de yaparım o puanı" demek Billy Mitchell'ın eforuna biraz haksızlık oluyor zira 255 bölüm ve 6 saat (Mitchell'ın rekoru kırmak için harcadığı vakit) boyunca bu taktikleri kusursuza yakın uygulamak için mükemmele yakın bir konsantrasyon, yılların verdiği tecrübe ve müthiş bir hırs gerekiyor. 17-255 seviyeleri arasında işleyen "9th key pattern" adlı şemayı yanda görebilirsiniz.

The Valiant


Robbie Williams
, 33, popstar.

Genelde genç bayanlar daha bir detaylı tanıyordur muhtemelen, bilgisayarcı erkekler de FIFA 2000'in şarkısını -It's Only Us- söyleyen adam olarak tanır. Bense kliplerinde Kylie Minogue, Nicole Kidman ve Daryl Hannah'ı yediğinden olsa gerek, saygı duyarım. Klipleri de enteresandır genelde, nitelik olmasa da nicelik açısından, Ada'nın Soner Arıca'sı diyesim var. Üstteki bayanları bir kenara bırakıp delikanlı gibi konuşursak, Jackie Stewart'lı Supreme, kişisel favorim mesela.

Robbie'nin (çok samimi oldu ama deneyin, söylemesi çok zevkli) her ortalama İngiliz vatandaşı gibi (ya da her ortalama erkek gibi) futbol tutkusu var. Ama bizdeki gibi derbilerden önce gazetelere skor tahmini yapan ünlülerden bir kaç adım önde bir tutku bu. Williams, Stoke-on-Trent'li, ezeli rakipleri Crewe ve Stoke City'nin şu sıralar biraz gerisinde kalmış Port Vale'in çocukluğundan beri sıkı bir taraftarı. Stadın hemen yanıbaşında büyüdü, şimdi LA'da oturan ve şehirden çıkan muhtemelen en ünlü insan. Geçen şubat ayında, Port Vale'i unutmadığını gösterdi ve kulübün satılabilir hisselerinin %96'sını 240.000 pound'a (345.000 €) aldı. Elbette bu para son zamanlarda yabancıların Premier Lig'e akıttıkları parayla kıyaslanamaz ama Division 1'de küme düşmemeye oynayan Port Vale ve alttaki yazıda bahsedilen aidiyet temasına inanan benim için, hoş bir gelişme. Zaten Port Vale bu parayı bir üst lig dinozoruna -Cafer, Coşkun, Papin Mustafa..- yatırmayacaktır.


Yazıyı biraz daha genişletmek gerekirse, Robbie Williams'ın Port Vale sevgisi 350.000 €'yla da sınırlı kalmıyor. Başta yazdığım gibi, FIFA 2000 oyununun müziğini yapması için Electronic Arts'tan teklif aldığında bir şart koşuyor; oyunda Port Vale'in de yer alması.

LA'da 2005'te LA Vale diye de bir takım kuruyor. Evinin bahçesine bir futbol sahası yaptırıp (eve bak!), arkadaşlarıyla 5'e 5 maçlar yapmaya başlıyorlar. Sonra 7'şerlik oynanan bir lige katılıyorlar (bizim halı sahalar gibi) ve en sonunda 11 vs 11'den 30 yaşın üzerindekilerin oynadığı LA Premier Ligi ve Super Metro Ligi'nde oynuyorlar şu an. Her ikisinde de namağlup liderler. Takımın başkanı Robbie Williams, sahası da Robbie Williams Malikanesi. Oyunculardan birisi de aktör Santiago Cabrera. Tanıdık gelmediyse, Heroes'taki junkie ressam Isaac diyeyim, hatırlayanı çıkar. Popçu, topçu ikilemesi çok kullanır bizim medya. Al sana kafadan örnek, Beckham'la Maradona'yla top oynamış bırak popçuyu kaç topçu var ki dünyada?

29 Ekim 2007

MLS vs. TSL

Süre gelen çağlar boyunca, bilumum “futbolcu eskilerini” ülke takımlarına pay eden Amerikanlar, istedikleri sonuçlara tam anlamıyla ulaşamadılar, ne yazık ki. 94 senesinde, hızır gibi yetişen Dünya Kupası organizasyonu bile, dünyanın göreceli olarak en büyük pazarına, görecesiz en büyük sporunu sevdirtemedi, beklendiği kadar. Daha sonra, Amerikanlar bu işte de iyi olabileceklerini ve dünya futbol piyasasında teknik olarak söz sahibi olabileceklerini anladılar. Medya güçlerini ve organizasyon yeteneklerini daha iyi kullanarak, uluslararası turnuvalarda dişe dokunur performanslar sergileyen erkek ve kız takımları oluşturmayı başardılar. Bir takım büyük “futbolcu eskisi” transferleriyle, kamuoyunun dikkatini çekip, Markus Schopp gibi medyatik açıdan vasat; ancak ülke futbolunu “competitive”’lik bazında etkileyebilecek adamları transfer ederek, Güney Amerika’nın Avrupa için henüz ham bir takım adamlarına fırsat tanıyarak, oyuncu çeşitliliği sağlandı ve Avrupa’nın MLS’i takip etmesine olanak sağlayabilecek birkaç farklı açıya da zarflar atılmış oldu.

Digiturk platformu 70 numaralı kanal, Fox Sports’tan takip edebildiğim kadarıyla, teknik&taktik&vesaire açıdan hâla gidilmesi gereken çok yol var; ancak sansasyonel Beckham transferi bu kez doğru bir temele oturtulmuş, önceki senelerden farklı olarak. Amerikanlar, işte futbolumuz, diye sunabilecekleri bir şeye sahipler en azından.

Bu kadar olumlu gibi gözüken, gelişen futbol birliği tablosu, an itibariyle göründüğü kadar da parlak değil aslında. Major League Soccer, kurulduğu günden beri 350 milyon dolar kaybetmiş durumda, 2004 senesinin sonunda kâr ile sezonu geçirdiğini açıklayan tek klup, Los Angeles Galaxy idi. Ancak, bizdeki kluplerin aksine, Amerikan klupleri, işleri daha da büyüterek kâr etmeye başlayabileceklerinin farkındalar ve bunun örnekleri de yaşanmaya başladı bile; Fc Dallas takımı, 2005 yılında daha fazla kapasiteli bir stadyuma geçtiği sezonu kâr ile kapadı.

Franchise mantığı ile işletilen klupleri, bizimkilerle karşılaştırmak ne kadar gerçekçi, tartışılır. Ancak, şu “şehir takımı” mantığının da işlemediğinin anlaşılma zamanı da gelmemiş midir, bu da tartışılsın bir ara. Ya da, o mantığın işletilmesi için, yalnızca ağlamak ve dilenmek dışında da bir takım yollar olup, olmadığı tartışılsın.

Uğur Meleke, geçen gün, anadolu takımlarının “aidiyet” olgusunu lehlerine kullanamadıklarından bahsetti. Finansal olarak problem yaşayan her takımın, bu problemlerinden dert yanması ve bunu, en ufak bir sportif başarısızlık da bahane olarak sunması, benim de sinirimi bozan şeylerden biri. Birkaç bin kilometre ötede, adamlar risk alıp, daha da yatırım yaparken, biz küçülerek bu tip sorunlardan kurtulamayacağımızı anlayabilmiş değiliz, ne yazık ki. Bilmemkaç tane Sivaslının yaşadığı İstanbul’da, Sivasspor’un lider olarak geçirdiği haftada, sokakta bir tane bile Sivasspor formalı insan görmemek, bence de garip, Uğur Meleke.

Malatyaspor eski başkanı Hikmet Tanrıverdi zamanında, söz yazarı Günay Çoban’a Malatyaspor marşının sözlerini yazması için, dudak uçuklatan bir para teklif ettiğini biliyorum. Takımının ligden düştüğü sezon ki, felaket yöneticiliğinden dolayı, kendisini takip edilmesi gereken bir adam olarak sunmak doğru değil; ancak “şehir takımı” sıfatıyla hareket eden takımların, şehri arkasına almak için başvurması gereken yollardan biri olmalı, stadyum aktiviteleri. Futbol Mundial sağolsun, dünyanın abuk sabuk yerlerinde bile, insanların stadyuma giderken ki heyecanlarını gözledik durduk; ancak kluplerimiz maç yaptıkları stadyumu, sadece ve sadece “maç yaptıkları stadyum” olarak görmeye devam ettikleri sürece, “Şehrin ileri gelen büyük iş adamları, yardım elini uzatmalı.” gibi söylemleri de bir kenara bırakmalılar.

Maç öncesi ya da devre aralarında, güncel Türkçe pop parçalarını, bangır bangır çalmak, oradaki hiç kimseyi, bir dahaki maç gününde heyecanla uyanmasını sağlamaz. MLS ile başlamıştık; http://www.adidas.com/us/campaigns/mls/content/default.asp adresinden, ligde yer alan her takımın, bir takım meşhur şarkıcılar tarafından yapılmış, şarkılarını dinleyebilirsiniz. Şöyle bir işe, atıyorum Denizlispor falan bulaşsa da, ufak çocuklar o şarkı ile büyüseler, büyüdüklerinde de o şarkıyı her duyduklarında akıllarına, Denizlispor gelse, çocuklukları gelse, biraz heyecanlansalar...Çok mu zor, bilemiyorum. Bilemiyorum.

28 Ekim 2007

Günah Keçisi



Üçüncü haftada Gaziantep maçında, bir sonraki hafta Kayseri maçında, sekizinci hafta Gençlerbirliği maçında ve son olarak bu hafta Delgado oyundan alındı. Maçların ortak noktası, Delgado oyundan alındıktan sonra takımın daha da kötüye gitmesi. Bir diğer ortak nokta, hepsinde de takımın hücumda -görece- en verimli bir-iki oyuncusundan oluşu. Ama her nedense değişiklik tabelasında hep onun numarası gösteriliyor işler yolunda gitmiyor gibiyken. Elimizde dört örnek var ve hepsinden sonra takım kötüye gitmiş. Ertuğrul Sağlam'ın gözüne çarpar umarım. Hepimizden habersiz bir psikolojik test yapılıyorsa da hoş değil.

Not: Liverpool maçında akıntı Delgado-Higuain değişikliğinden değil, ilk yarıda orta sahada nefes aldırmayan Liverpool'un 60'tan itibaren can havliyle kendini ileri atmasından kaynaklandı.

17 milyon euro'luk yatırım



Ryan Babel bu yaz transfer piyasasına sağlam giren Liverpool'un ikinci en pahalı transferiydi, başlıktaki miktarla. Yalnız Torres'in aksine ondan kısa vadede büyük beklentiler yoktu. Hollanda Ligi gibi istatistik yapma açısından elverişli bir ortamda attığı topu topu 5 gole değil, potansiyeline verildi çuvalla bonservis parası. Ki takıma hemen gireceğini düşünenler olduysa da, şimdilerde adamın bu sezon şampiyonluk yarışında Liverpool lehine ağırlık koyamayacağı daha net ortaya çıkmış durumda.

Bugün Arsenal'le Anfield Road'da karşılaştı Liverpool ve genç Hollandalı maçın 90 dakikasını da yedekler arasında izledi. Kanat oyuncusu olarak tanınıyor ve Benitez de onu böyle kullanıyor ama aslında çizgiden ilerleyip iyi orta kesebilen tipte bir oyuncu değil. En önemli özelliği sol kanattan içeri devrilerek sağ ayağıyla çıkardığı sert şutlar; Premier League sezonun üçüncü maç günündeki Chelsea maçında bir örneği vardı, nitekim hafta içerisinde karşısında Ali Tandoğan'ı bulunca yine müsait pozisyonlar yakaladı ve kaleyi bir-iki kez yokladı. Lakin repertuarından sert şutlardan ve süratinden başka fazla bir şey yok şimdilik. "Henry olmaya kadar yolu var" diyenler de oldu, olur ya da olamaz demiyeceğim, Cristiano Ronaldo da patlamadan önce üç vasat sezon geçirdi Manchester'da, tamam. Ama bu sezon yıllar sonra ilk kez şampiyonluğa bu kadar yakın -ve bu kadar inançlı- gözüken Liverpool için erken bir transfer oldu sanki. O para daha hazır oyunculara harcansaydı da bugün Arsenal'e karşı kanatta Voronin oynamasaydı ya da sezon başından beri takımın bol pozisyon bulduğu tek maç gariban Derby'ye 6 atılan maç olmasaydı...

Roger Federer

Shanghai'a 2


GS'lerden sonra en sevdiğim turnuvalardan biri Masters Cup. Bilmeyen varsa hatırlatalım, sezon boyunca toplanan puana göre ilk 8'deki adamlarımızın katıldığı, GS'lerden sonra da en yüksek ödül veren turnuva. 2 hafta ve 3 kontenjan kaldı, Shanghai için.

1 - Roger Federer - 1241

2 - Rafael Nadal - 1037

3 - Novak Djokovic - 893

4 - Nikolay Davydenko - 530

5 - Andy Roddick - 466

6 - David Ferrer - 425

İlk 5 garantiledi, Ferrer de hafta içi Basel'de 1. turda elenmesine rağmen, bir mucize olmazsa ilk kez Masters Cup oynayacak.

7 - Fernando Gonzalez - 380

8 - Tommy Haas - 329

9 - Tommy Robredo - 328

10 - James Blake - 327

11 - Tomas Berdych - 322

12 - Richard Gasquet - 321

13 - Carlos Moya - 316

14 - Ivan Ljubicic - 315

15 - Andy Murray - 311

16 - Guillermo Canas - 299

Bu hafta Paris Open var. Kazanan 100, finalist 75 puan alıyor. 16. Canas'a kadarkiler Paris'i iyi oynamak hatta belki de kazanmak zorundalar ki; Federer, Nadal, Djokovic, Davydenko da Paris'teler.

Murray bugün Verdasco'yla St. Petersburg finali oynayacak, kazanırsa 15 puan daha alıp, 11'e çıkabilir. Berdych 2005'te kazanmıştı bu turnuvayı. İyi günlerinde süpriz yapabilecek adamlar diğerleri de. Paris bu açıdan zevkli geçecek. 24. Nalbandian'a kadarkilerin de matematiksel olarak şansı olsa da mantıken yok.

Edit: Murray kazandı.

25 Ekim 2007

Spor Skandalları #1: Molinas ve bahis


Jack Molinas, 3 Ağustos 1975'te evinin arka bahçesinde kafasının arkasından girmiş bir kurşunla ölü bulunduğunda kimse şaşırmamıştı. Mafya bağlantısı bilinen ve ünlü gangsterler Tommy Eboli ve Vincent Gigante'yle yakın arkadaş olan Molinas muhtemelen bu "yakın arkadaşlar"la (Goodfellas'ı hatırlayın) ters düşmesi sonucunda infaz edildi. Muhtemelen diyorum çünkü polis cinayeti hiçbir zaman aydınlatamadı. Halbuki Columbia Universitesi'nden mezun olduğu zaman insanlar onun için çok farklı bir kariyer düşünmüştü. NCAA'in en iyi oyuncularından biriydi ve beklendiği üzere 1953 NBA Draft'inde dördüncü sıradan seçilerek Fort Wayne Pistons forması giymeye başlamıştı. Birkaç ay forma giyip 12 sayı 7 küsür ribaund istatistikleri yapınca kendisinden beklentiler artmış ve dünya basketboluna kaliteli bir potaaltı oyuncusu geldiği sanılmıştı.

Bir süre sonra Jack Molinas'ın bahis oynadığı ortaya çıkınca kendisi de bunu itiraf etmek zorunda kaldı. Ancak yalnızca Pistons'ın galibiyetine oynadığını ve bunda yanlış bir durum olmadığı iddia etti. Oysa asıl mercek altındaki maç Celtics'e karşı oyuna girip 1 dakika kala sebepsiz yere Bob Cousy'e iki adet kasti faul yaptığı maçtı. Sürpriz olmayan bir kararla NBA basketbolundan ömür boyu men cezası aldı.

Hikâyeyi şu an ilk kez duyanlar gibi herkes işin burda sona erdiğini düşündü. Ama Molinas için buraya kadar anlatılanlar yalnızca yemek öncesi lavaş-tulum peyniriydi. Asıl yemeği yemek için aldığı cezadan sonra bir süre için isminin unutulmasını bekledi ve esas "başarılı" olduğu yer olan NCAA'e geri döndü. 1957-1961 yılları arasındaki 4 yıllık süreçte 49 oyuncuyu ve 67 maçı içeren bir bahis şikesi senfonisi sunduktan sonra yakalanan ve 15 yıla mahkum edilmesine karşın 5 yıl yatıp çıkan adamımızın California'ya taşınarak pornografiyle ilgili dümenler çevirdiği ve vurularak tamamladığı hayatının geri kalanı bizim alanımıza girmediği için işin bu kısmından bahsetmiyorum.

NCAA'de yaşanan bahis skandalı hakikaten çok büyüktü ve 1951 yılında yine çok büyük çaplı bir skandalın yaralarını yeni yeni sararken Jack Molinas'ın vurgunu neredeyse NCAA basketbolunun sonunu getirecekti. Bu konuda daha detaylı bilgi için Charley Rosen'ın The Wizard of Odds: How Jack Molinas Almost Destroyed the Game of Basketball isimli kitabını edinebilirsiniz.

Yendik mi lan?

Maçtan önce bütün veriler Milan'ın puan kaybedebileceğine işaret ediyordu. Dida'nın cezası, ligdeki felaket sonuçlar, basiretsiz futbol, yaşlanan takım, başarıya doymuş takım... Hangi blog'u, hangi forumu okusam bu sene güzel bir futbol oynayan Shaktar'ın bırakın beraberliği, galibiyet çıkarma ihtimali üzerinde konuşuluyordu. Ama Milan bu işte, 3 gün önce dibe vurur, rezalet bir futbolla Empoli'ye yenilirler, iş sıkıya gelince de sezonun flaş takımını 4'lerler. Şampiyonlar Ligi tipi bir organizasyonda sadece iyi takım olmak, pozitif futbol oynamak yetmiyor mâlesef. Verilerle, istatistiklerle, hatta takımın önceki hafta performanslarıyla açıklanamayan bazı vaziyetler var ki, Milan, Liverpool gibi takımlar bu işin gediklisi olduklarından bu tip maçların altından çok rahat kalkıyorlar. Aynı 3 hafta önce Chelsea'nin Valencia'yı deplasmanda yenmesi gibi. Aynı Lyon'un mutlaka kazanması gereken maçı zor görünen bir deplasmanda çok kolay alması gibi.

Fakat gelin görün ki Liverpool kamandası bu kez beceremedi bu işi. Baya da aciz bir futbol oynadılar ve Beşiktaş gibi Şampiyonlar Ligi seviyesinde zayıf kalan bir takımdan futbol dersi aldılar. Öyle ki maçtan sonra Mehmet Özdilek, Liverpool defansına grubun en kötü defansı diyebildi. Şifo Mehmet gibi Liverpool'u ilk kez izleyen biri için hakikaten de normal bir yorum. Defansı bile alarm veriyorsa anlayın ki Benitez'in kredisi de yavaş yavaş tükenmeye başlamış demektir.

24 Ekim 2007

23 Ekim 2007

Roy Keane

Kaleci Neville, Hakem Gerrard

Maçın üstünden 3 gün geçti gerçi ama match of the day'i izlemeden birşey yazmak istemedim. Bu süreçte Mehmet Öz haberi de arka sayfaya düştü; güzel oldu.

Glasgow derbisiyle aynı güne denk geldi Merseyside derbisi, hatta aynı saate. Tesadüf mü bilmiyorum. Glasgow'da maviler son derece mutluyken Liverpool'da ise öne geçtikleri maçı -belki de haketmedikleri bir şekilde- kaybeden taraftı.

2001'de de Liverpool son dakikada kazanmıştı Goodison Park'ta. Bu kez de öyle oldu ama biraz garip oldu.

Önce Everton öne geçti. Sami Hyppia'dan usta işi bir gol. İddiaya girebilirim ki Everton'da bu kadar net bir vuruş yapabilecek bir forvet yok. Neyse..


Torres de yoktu. Üstelik bu sefer Benitez'in 'rotation, rotation, rotation' takıntısından değil sakatlığından dolayı yoktu. Eee peki nasıl çevirecekti Liverpool bu maçı: Gerrard, Gerrard, Gerrard..

Everton'ın kornerinden sonra 60-70 metrelik bir deparla kaleciyle karşı karşıya kaldı. Hibbert onu ancak penaltı yaparak durdurabildi. Everton defansından Lescott, Gerrard'ın deparına 10 metre geriden eşlik edebilmiş Gerrard'ı indiren Hibbert da faulü yapmak için ceza sahasına girmeyi beklemişti. Belki de dışarıdaydı aslında, penaltı olup olmadığı tartışılabilir. Ama asıl tartışma kartın rengindeydi. Hakem önce cebinden sarıyı çıkarttı ama elinde sarı varken Gerrard hakeme gelip 'ne yani bu pozisyona sarı mı göstereceksin' gibilerinden birşeyler söyleyince hakem kırmızıyı çekiverdi.


David Moyes ateş püskürdü maçtan sonra röpörtajda. Haklı adam. Görüntülerde önce sarıyı çıkartıp sonradan kırmızıya döndüğü çok açık. Hakem Mark Clattenburg bu arada. Moyes maçtan sonra hakemi eleştirince Benitez de geçen seneki 3-0'lık maçı hatırlatmış. Everton'ın 2 golünde faul vardı. 'O zaman hakem iyiydi ama di mi' demeye getirmiş. Ki Benitez böyle konularda hiç konuşmaz. Demek ki Merseyside derbisi cidden böyle birşey.

Peki Gerrard bu kadar iyiyken, böylesine bir derbiyi kazanmak için canını dişine takıp oynuyorken onu oyundan çıkarmayı kim akıl edebilir ?! Cevap Benitez.. Peki neden ?! Cevap: Rotasyon, rotasyon, rotasyon.. Gitti Lucas'ı soktu.

Neyse ki Benitez'in planı işledi. Gerrard'ın yerine giren Lucas'ın kaleye giden topunu kurtaran (evet adam ciddi ciddi harika bir kurtarış yaptı aslında) Neville Howard'a bu son dakika golünü kurtarmak için bir şans vermişti Tim Howard'a ama Howard Kuyt'un penaltısını topa değmesine rağmen kurtaramadı.


Duraklamalarda bir de Everton'ın net bir penaltısı verilmeyince Everton'lıların öfkesi anlatılmaz boyutlara ulaşmıştır sanırım. Zira açık ve net bir penaltıydı. Goodison Park'ın ev sahipleri için son derece zor bir gün olmalı.

Liverpool'da ise işler yolunda aslında. Benitez çok gıcık edici hamleler yapıyor ama bir şekilde işliyor. Deplasman derecesi 4/5 Liverpool'un. Ligin en iyi derecesi. Daha önceki sezonları hatırlarsak gerçekten müthiş. Son şampiyon Man Utd'ın sadece 4 puan arkasındayız ve tüm bunlar olurken Agger ve Alonso yok. Agger dönünce Hyppia'nın kendi kalesine attığı gollerden kurtulacağız bir kere, bu bile yeter.

You'll never walk alone, even in İstanbul. Hava güzel olursa yanındayız Liverpool'um. Hava güzel olursa kısmı şarkının ruhuna pek uymadı ama olsun.

22 Ekim 2007

Hafdis Huld

http://www.myspace.com/hafdishuld

Nalbandian'ın yapabilecekleri

David Nalbandian, Nadal ve Djokovic'in üzerine dün gecenin finali itibariyle Federer'i de mağlup ederek, bir ATP turnuvasında ilk 3 sıradaki oyuncuları yenen 3. oyuncu oldu. Bu başarıyı daha 4 ay evvel şu anda ilk 3'te bulunan Djokovic Montreal'de başarmıştı. Onun yendiği oyuncular sırasıyla Roddick, Nadal ve Federer. Bu hadiseyi başaran ilk oyuncu da piyasaya çıkışından 10 sene sonra, 1994 yılında Stockholm'de sırasıyla Michael Stich (3.), Pete Sampras (1.) ve Goran Ivanisevic'i yenen Boris Becker.



Nalbandian'ın bu başarısı tenisi ciddi anlamda takip eden sporseverlerin aklına kazınacaktır, zira Nalbandian'ın dün gece nihayete erdirdiği zafer anında bulunduğu nokta Djokovic ve Becker'in söz konusu zaferlerin elde ettikleri noktadan daha farklı. Djokovic her zaman gelecek vaad eden ve profesyonel tenise başladığı andan itibaren hep sıradışı galibiyetler alabilen bir tenisçi oldu. Montreal'de elde ettiği başarıda zaten -kağıt üzerinde olmasa da- Federer ve Nadal'dan sonraki en iyi oyuncu olarak kabul ediliyordu. Boris ise 85-91 arası muhteşem başarılarından sonra hafiften düşüşe geçmiş, ama en nihayetinde uzunca bir süre zirvede kalmış potansiyeli belli bir tenisçiydi.



Nalbandian bugüne kadar hep "kafasını bu işe verirse rakibi yok" tarzı komplimanlarla yetinmek zorunda kaldı, hiç üst sıralara tırmanamadı, Federer'i en çok yenen tenisçilerden biri olmasına rağmen. Potansiyelinin herkes farkındadır ancak kimse şu turnuvadan önce böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimali üzerinde kafa patlatmazdı. Ama üç maçta da hakikaten büyük tenis oynadı. Final müsabakasından sonra Federer; "Normalde final maçlarında daha iyi oynarım, ama bugün onun oyununa verebilecek karşılık bulamadım. Onun oyununu oynamak zorunda kaldım" buyurmuş. Güzel de söylemiş, Federer'i yenmenin başka yolu da yok zaten, ve ona oyununu kabul ettirebilen ender tenisçilerden biri Nalbandian. Turnuvadan önce 25. sıradaydı, kimbilir belki de bu zafer ona göz kırptığı ilk 10'a tutunmak için bir ilham kaynağı olur.

20 Ekim 2007

Arséne's XI


Arséne's XI diye bir dvd çıktı İngiltere'de, amazon'dan temin edebilir koleksiyoncular. Adı, Arsenal'deki 11. senesi olmasından sebep. Aynı zamanda bu 11 senede çalıştırdığı en iyi 11'i seçmiş Wenger, bu dvd'de.

Wenger'in 11'i;

GK: David Seaman

"Her zaman soğukkanlıydı ve gülümsemesi eksik olmazdı. Baskı anlarında her zaman çok iyi tepki verirdi."

DR: Lauren

"Onu Mallorca'dan transfer ettiğimde orta saha oynuyordu ve onu Lee Dixon'ın yerine düşündüğümü bilmiyordu. Çok sert bir oyuncu, en sert oyunculara karşı bile yıkılmaz. Her zaman savaşacağını bilirsiniz."

DL: Ashley Cole

"Ashley hayatı boyunca bir Gunner olarak kalacak. Her zaman hücumu düşünür ve oyuna her şeyini verir."

DC: Martin Keown

"Martin'in kazanmak adına inanılmaz bir iştahı vardı. Bire birlerde inanılmazdı. Tekniği de olmasına rağmen, kendine fazla güvenmezdi."

DC: Kolo Touré

"Kolo bize gelmeden önce 3 takım tarafından reddedilmişti, sadece kısa bir denemeye çıkardım onu ve hemen imzaladım. Orta sahadan savunmaya adapte olması inanılmaz başarılıydı. Her maç %100'ünü verir ve sahada herkese yardımcı olur."

MR: Freddie Ljungberg

"Onu İsveç'le İngiltere'ye karşı oynarken izledim ve hayran kaldım. Martin Keown onu rahatsız bile edemedi. Bir maç kaybettiğimizde, Freddie'nin suratı iki gün asık kalırdı."

ML: Robert Pirés

"Bence dünyanın en iyi sol kanat oyuncusu. Top ayağındayken bir balete dönüşür. Her zaman bu takımda oynamış en büyük oyunculardan biri olarak kalacak."

MC: Patrick Vieira

"Arsenal'e gelmeye karar verdiğimde, ilk onu istedim ve benle gelmesini istedim. Şampiyonlar Ligi'nde Milan'a karşı da, yağmurlu havada Sheffield Wednesday'e karşı da aynı istekle oynar, takıma herşeyini verir."

MC: Ray Parlour

"Maç sonlarında her zaman daha iyi oynardı. Ray, hiç durmayan bir motor gibiydi."

FC: Thierry Henry

"Juventus'ta adeta gol atma içgüdüsünü kaybetmişti, burada onu tekrar ortaya çıkadık. O, futbolun Michael Jordan'ı olduğunu gösterdi Arsenal'de, istediği zaman golünü atardı sanki."

FC: Dennis Bergkamp

"Ben geldiğimde takımın en özel oyuncusuydu. Henry'e veya Ian Wright'a kiminle beraber oynamak isterler diye sorarsanız, Dennis'in adını verirler."

Hepsi nerdeyse en az 200 maça çıkmış oyuncular. Tony Adams'ı unuttu mu acaba Wenger, yoksa başka bir husumet mi var bilmiyorum.

2006 Peru


Geçtiğimiz yaza girerken Nuri Şahin, hem Türk Milli Takımı'nda, hem de Bundesliga'da gol atmış en genç oyuncu sıfatlarını cv'sine eklemişti. Önce Dortmund'da onu direk oynatan hocası Bert van Marwijk Feyenoord'a gitti. Yerine Thomas Doll geldi, Nuri'yi kiralık listesine koyunca, van Marwijk onu Feyenoord'a getirdi. Hollanda'da Feyenoord şu anda lider ve Nuri ilk 11 oynuyor. 2 golü var ligin başlangıcı olmasına karşın. Dortmund hata yaptı, ezeli rakipleri Schalke, Nuri'nin yaşıtları Mesut Özil'le Ivan Rakitic'in üzerine takım kurarken. Milli takımda neden yok denmeli, ısrarla sorulmalı. Daha da ileri gidilmeli, milli takım da onun üzerine kurulmalı, bu ülke onun kadar büyük bir potansiyel görmedi daha önce.

Aklıma gelmişken o jenerasyondan diğer adamları da yazalım;


Avrupa Şampiyonu olunduğunda gol kralı olan Tevfik Köse, bu sezon büyük bir hata yapıp, Leverkusen'den Ankaraspor'a geldi. Türkiye Ligi'nin sonuncusunda, 8. haftaya kadar sadece kopan iki maçta oyuna sonradan girdi, 1 golü var.


Caner Erkin, Manisa'da Ersun Yanal'la bütün sezon oynadıktan ve CSKA tarafından 1 sene izlendikten sonra, 4 milyon euro'ya CSKA'ya gitti. Rusya şampiyonunda az da olsa oynuyor, kadroya giriyor.


Deniz Yılmaz, sağ kanatta terse çalımlar atan teknik çocuk. O daha Peru'ya gelmeden önce, bu takım Avrupa Şampiyonu olduğunda Ulm'den Bayern'in altyapısına kapağı attı. Ciddi şekilde sakatlandı 2 kez. Peru'dan sonra 8 ay oynamamasına rağmen son 5 maçta 4 gol atıp, sözleşme yeniledi Bayern'le.


Ferhat Bıkmaz, takımın agresif sol bekiydi. Orta sahada da oynayabilen ofansif bir çocuktu. Bir çok insan ve hatta gazeteci, isim ve pozisyon benzerliğinden dolayı onu Galatasaray'lı Ferhat Öztorun'la karıştırdı. GS'lı Ferhat 87'li, o takımda yer alamadı. Bıkmaz hala Hannover'de, zaman zaman A takım kadrosunda da yer alıyor. Bense İbrahim Üzülmez'i izledikçe, efkarlanıyorum, soğuk bir bira açıyorum.

Aydın Yılmaz, Galatasaray'da zaman zaman oynadı. Şimdi Manisa'da kiralık sanırım. Özgürcan Özcan, Kayseri'de oynadı bir sezon. Şimdi Feldkamp'ın Hakan Şükür ve Ümit Karan'dan sıkılmasını bekliyor.

O turnuvada elendiğimiz efsane Brezilya maçını herkes hatırlar. O Brezilya'dan Anderson Manchester United'a, yeni Ronaldinho dedikleri Celsinho Sporting'e, Marcelo Real Madrid'e, Ramon CSKA'ya, Igor Sevilla'ya transfer oldu. Brezilya da bizi eledikten sonra gitti bizim grupta rahat yendiğimiz Meksika'ya 3-0 yenildi finalde.

O Meksika'da kimler vardı? Yıldızları Giovani dos Santos, turnuvadan sonra Barcelona'ya gitti. Gol kralı Carlos Vela'yı Arsenal kaptı, bu sene Osasuna'da kiralık. O harika golün sahibi Ever Guzman ortadan kayboldu, sakat mıydı bilemiyorum. Hala Meksika'da, Avrupalı menajerleri bekliyor.

19 Ekim 2007

Sıcak Su


Turkfutbolu mail list’inde gördüm, Çağdaş Funda kayda geçirmiş. Tanımasam da teşekkürler kendisine. Biz de bir kayda geçelim burada.“Two size” kadar olmasa da tarihte yerini alacaktır.


Etraflı bir analizini yapamıyorum bunun ama Fotospor’un seviyesini tescil etmesi açısından faydalı bir eser.


Afacan Kemal Belgin Abi’nin “Bu ne? Kapak.” lafını (jest ve mimikleri eksik, orta okuldaki Türkçe öğretmenimden sonra bu lafı en çok kullanan da Murat Kosova sanırım, “jest ve mimikleri” be ya) ve Black Eyed Peas’in “Where’s the seviye?” şarkısını armağan ediyorum o başlığı atanlara ve aynı duyguları paylaşanlara.


Güncel, popüler kültür, reklamlar, kıssa ve hisse, nükte, Türkçe’ye İngilizce karıştırılması…

Hepsi bu yazdıklarımda var, ayrıca aramızdaki esprilerden birkaçı da. Harika oldu.



18 Ekim 2007

İsyankar Drogba


"I want to leave Chelsea. Something is broken with Chelsea. The damage is big in the dressing room."

Euro 2008: Son Düzlük

Portekiz az daha krize sokacaktı işi. 84'te Makukula, 91'de Ronaldo'yla kurtuldular. 95'te attıkları gol bile Kazakistan'ın ne derece zorlayıcı olabileceğini gösterdi. Bu sene bana göre favorileri en hırpalayan "kek" takım Kazakistan. Her maç direnç gösterdiler, Belçika'dan içerde-dışarda puan aldılar, Sırbistan'ı yendiler. Portekiz'i az daha karıştırıyolardı dün gece. Deplasmanda Polonya'yla Finlandiya'ya yenildiklerinde bile acaba dedirttiler.

Sırbistan 16 kişiyle gittiği Bakü'de, sonunda gol atmaya başladı. Ermenistan'a gol atamayan takımdan Stankovic, Pantelic ve Krasic'i kesip, Zigic'i de tek bırakıp iki genç yıldız adayı Partizan'lı Zoran Tosic'le, Palermo'lu Bosko Jankovic'i soktu, Javier Clemente. Formda Lazovic'le başlamasını bekliyordum Zigic'in yanında artık ama yine 2. yarı soktu oyuna onu. Ve son 3 maçta tek gol atabilen Sırbistan, 6 tane yerleştirdi.

Şimdi; Polonya 24, Portekiz 23, Sırbistan 20. Portekiz'in kalan maçları içerde Ermenistan ve Finlandiya'yla. İşleri garanti gibi. Polonya, içerde Belçika'yı yenerse işi bitiriyor. Yenemezse, son maça kalıyor iş ve Sırbistan o maçı alırsa çıkıyor gruptan. Yani kritik maç, Polonya - Belçika ilk etapta. Sırbistan'ın tabi bu senaryoda, içerde Kazakistan'ı da yenmesi gerek.


B'de en önemli maçta İskoçya işi fena halde zora soktu. Sen git deplasmanda Fransa'yı içerde Ukrayna'yı yen, sonra git Gürcistan'a kaybet. Toppmöller, Gürcistan'ı gençleştirmeye başladı. İlk golü Empoli'ye transfer olan 17 yaşındaki forvetleri Levan Mchedlidze attı. Kalecileri Giorgi Makaridze 17 yaşında. Playmakerları Levan Kenia 16, diğer orta saha oyuncusu Jaba Kankava 21 yaşında. 1-0'ken İskoçların verilmeyen bir penaltısı var ama yine de bu kadar genç bir takıma yenilmeyeceksin.


Öbür tarafta Fransa da Litvanya'yı zor yendi. 79'da defansa çarpıp girdi birincisi, 81'de de Asafa Powell deparıyla 2.'yi attı Henry. Henry hem Fransa'yı nerdeyse ipten aldı, hem de Platini'yi geçti. Artık Fransa'nın, milli takımda gelmiş geçmiş en fazla gol atan oyuncusu. Maçın başında Litvanya sağ beki Arunas Klimavicius'un Abidal'la Toulalan'ı pazara götürüp ters ayağıyla direkten dönen inanılmaz bir pozisyonu var. Girse, elemelerin en güzel gollerinden biri olurdu.

Puan durumu; Fransa 25, İskoçya 24, İtalya 23 (1 maçı eksik) İtalya'nın eksik Faroe maçını 3 puan saysak 26 eder. Bu durumda İtalya 26, Fransa 25, İskoçya 24. Kalan maçlar, İskoçya - İtalya ve Ukrayna - Fransa.

- İskoçya, İtalya'yı yenerse gruptan çıkıyor. Fransa kaybederse İsk-İta, kaybetmezse İsk-Fra çıkar.

- Berabere kalırlarsa yine Fransa'ya bağlı. Fransa kaybederse İsk-İta, kaybetmezse Fra-İta çıkar.

- İskoçya İtalya'ya yenilirse de Fransa ve İtalya beraber çıkıyor.

Yunanistan'a teşekkür etmesi lazım Terim'in, 1 tane atıp bıraktıkları için. Bizim grupta Norveç, Bosna'yı yenerek büyük avantaj aldı. Bize yenilmezlerse Yunanistan'la beraber çıkıyorlar. Bosna'nın Norveç'i zorlamasını bekliyordum ama Norveç, bizim aksimize kritik maçların altından kalkmasını biliyor. Yazılabilecek fazla bir şey yok, elemelerin en kolay grubundan çıkamıyoruz.

D'de Almanya ve Çekler garantilemişti zaten. Liderlik maçı yaptılar Allianz Arena'da ve Almanya evinde son bir kaç yılın en ağır yenilgisini aldı. Brückner, Löw'e bir kaç numara gösterdi kısacası. Kadıköy'den kovalanan Enke kadrodaydı ama oynamadı.


Ve diğer favori grubum E. Günün maçı hakikaten harikaydı. 85000 kişi vardı stadda. Suni çimden tırsan İngilizler gayet rahattı. Cole'un yerine Lescott girince takım geri dörtlü güreş takımına benzedi. İlerde Kerzhakov'u tek, hemen arkasında da Arshavin'i oynattı Hiddink. Fizik olarak ezildiğinden etkisiz kaldı Kerzhakov. Öbür tarafta Rus savunması bayağı sakar duruyodu. Rooney ve Richards ilk yarı çok iyiydi. Rooney atınca golü, McLaren'ın hatası geldi ve yasladı takımı. Hiddink de, Kerzhakov yerine daha kuvvetli Pavlyuchenko'yu sokunca daha ilk baskıda öne geçti Ruslar. İngilizler'i anlamıyorum. Lampard varsa oynatacaksın, 2-1'den sonra oyuna almakla olmaz. Ama sen kendi oyuncunu Wembley'de, sıradan bir Estonya karşısında yuhalayıp kaybediyorsun. İyi oldu. Şimdi Rusya'nın deplasmanda İsrail ve Andorra'ya puan kaybetmesini bekleyecekler ve içerde namağlup Hırvatistan'ı yenmeleri lazım. Hadi ordan.

Diğer gruplarda yeni bir şey yok. İsveç, Hollanda, Romanya ve İspanya'da içerde diyebiliriz. Güzel bir skor var ama.

Liechtenstein 3 - 0 İzlanda.

17 Ekim 2007

Kaçmaz


Gecenin en güzel maçı başladı, ünlü suni zemin kötü duruyor. Hiddink'le McLaren çok ateşli, devamlı çizgideler. Rus savunması baya kötü şu ana kadar, Rooney-Owen'ın istediği gibi oynuyorlar şu an. Öbür taraftan, İngiliz geri dörtlüsünü yolda görsem, yolumu değiştiririm.

Rusya: Vladimir Gabulov, Sergei Ignashevich, Aleksei Berezutskiy, Vasili Berezutskiy, Aleksandr Anyukov, Konstantin Zyryanov, Diniyar Bilyaletdinov, Yuri Zhirkov, Igor Semshov, Andrei Arshavin, Aleksandr Kerzhakov

İngiltere: Paul Robinson, Micah Richards, Jolean Lescott, Rio Ferdinand, Sol Campbell, Gareth Barry, Steven Gerrard, Joe Cole, Shaun Wright-Phillips, Wayne Rooney, Michael Owen

16 Ekim 2007

15 Ekim 2007

Baggie Goran!

Fena bir futbol tutkunu ve fanatik bir Hajduk Split taraftarı olduğunu herkes bilir Goran'ın. Ancak klasik antikalıklarına güzel bir örnek olabilecek bir takımı daha vardır. West Bromwich Albion'un 2005'teki The Great Escape olarak bilinen kümede kalışı esnasında kendisinin duygusal ve telepatik bir katkı sapladığını iddia eder. WBA'nın skorlarını o dönem sürekli olarak takip eder ve takip ettikçe de Baggies kazanmaya başlar. Bir anda skor takip etmeye başlamasının sebebi de David Law isimli Merril Lynch Tour'da ekibinde çalışan fanatik bir Albion taraftarıdır. Turnuva esnasında sürekli olarak hayıflanan ve takımın kötü durumundan dolayı şikayet eden Law'un bu derdiyle ilgilenmesiyle birlikte kendini bir anda Albion maç sonuçlarını büyük bir merakla beklerken bulur. Daha sonra da taraftarlığını resmen açıklar. Bunun üzerine West Bromwich Albion yetkilileri üzerinde tüm futbolcuların imzası bulunan bir formayı Ivaniseviç'e hediye ederler. O da 2006 Blackrock Masters turnuvasının finaline bu formayla çıkar.




Maça kasketle çıkan adam ise Paul Haarhuis. Yarı finalde Goran'a yenilen Cedric Pioline'in tavsiyesi üzerine giyer. Goran ise maçı kazanacağını ve galibiyeti tüm WBA taraftarlarına hediye edeceğini söyler. Aynı zamanda o gün maçı olan Baggies'e de uğurlu geleceğini düşünür. Ancak kasket işe yarar ve Goran maçı kaybeder, WBA Barnsley'de 1-1 ile puan bırakır... Duygusal bağ ise sonsuza dek bâki kalır.

14 Ekim 2007

Andy Murray

Gecenin en iyi 10 golü

10 - Raúl Tamudo, Espanyol - Danimarka vs İspanya, 0-1

9 - Lee McCulloch, Rangers - İskoçya vs Ukrayna, 2-0

8 - Stanislav Šesták, Bochum - Slovakya vs San Marino, 2-0

7 - Andrea Pirlo, Milan - İtalya vs Gürcistan, 1-0

6 - Jérôme Rothén, PSG - Faroe vs Fransa, 0-4

5 - Mirko Hrgović, Hajduk Split - Yunanistan vs Bosna, 1-1

4 - Dániel Tőzsér, AEK - Macaristan vs Malta, 2-0

3 - Anders Svensson, Elfsborg - Liechtenstein vs İsveç, 0-3

2 - Thierry Henry, Barcelona - Faroe vs Fransa, 0-2

1 - Albert Riera, Espanyol - Danimarka vs İspanya, 1-3

Euro 2008: Saturday Night Live


Bosna, Malta ve Moldova. 3 deplasmanda 2 puan, elemelerin en zayıf grubunda. Sanki Uefa'nın, 2002'den beri 1 Dünya Kupası - 1 Avrupa Şampiyonası kaçıran Türkiye'ye verdiği bir wildcard, ama rahatın battığı bir ülke olarak işi yokuşa sürdük yine. Yunanistan garantiledi diyebiliriz. Norveç bizden daha avantajlı aslında ama onların da Bosna'yı deplasmanda yenebileceklerini zannetmiyorum. Bosna, revizyondan beri çok iyi top oynuyor, son maçta Türkiye'ye de kilitleyebilirler, şaşırmayın. Malta, tarihinde ilk defa bir eleme grubunu sonuncu bitirmeyecek gibi.


Polonya içerde az daha Kazakistan'a yeniliyodu ki, 0-1'ken elektrik gidince maç durdu. O arada Kazakistan dağıldı, Smolarek hat-trick yaptı. En yorucu grup bu aslında. 3 Asya deplasmanı var kafa takımlar için. Sırbistan, Ermenistan'ı yenemedi deplasmanda. Çok büyük fırsat kaçırdı onlar da. Kalan 3 maçı alırlarsa yine de şansları var, zor değil ama gol atamıyorlar. Finlandiya çok iyi başlamıştı ama son 3 maçı 0-0 bitirdiler, deplasmanda Azerbaycan'a yenildiler falan. Polonya, Portekiz çıkarlar.


Elemelerin kesinlikle en güzel ve en zor grubu, B. İskoçya 24, İtalya 23, Fransa 22 puanda. Havlu atan Ukrayna, Dünya Kupası elemelerinde bizim grubu dağıtan takım. Bu grupta İskoçya'lıyız, o harika beyaz formalarıyla. Fransa daha avantajlı gibi, içerde Litvanya, dışarda Ukrayna'yla oynayacak. İskoçya önce dışarda Gürcistan'la, sonra da grubun final maçı, içerde İtalya'yla oynayacak. İtalya'nın diğer maçıysa Faroe'yle içerde. 3'ü de final maçına kadar maç kaybetmezse harika bir maç olacak.


D'de, Almanya garantiledi, Schweinsteiger'in façasını dağıttılar. Çekler'e kalan 3 maçta (Almanya, Slovakya, Kıbrıs) 1 puan lazım. İrlanda'nın başına Roy Keane gelsin artık. Slovakya'nın 10 maçında toplam 47 gol olmuş. Maç başına 4.7 ortalama eder, artık biraz defans da yapsınlar. Stanislav Sestak bu sene Bochum'da parlarsa, seneye daha büyük takıma gider kesin. Galler eskiden de kötüydü ama kaptan Giggs'di en azından. Şimdi yine kötüler, üstelik kaptan da Bellamy.


E'de henüz garantileyen yok. Hırvatistan 26, İngiltere 23, Rusya 18 (1 maçı eksik). İngiltere'nin fikstür kabus. Önce Rusya deplasmanı, sonra da içerde Hırvatistan. Rusya'nın eksik maçı Andorra desek, 21'e çıkar puanı. Diğer maçları, içerde İngiltere ve dışarda İsrail. Hırvatistan'ın diğer maçı Makedonya deplasmanı. İngiltere, çarşamba günü Moskova'da yenilirse, Hırvatistan'ı yenseler dahi 3. kalacaklar muhtemelen. Eurosport falan verirse izleriz.

İspanya en zor maçını kolay kazandı. 2 sene sonra tekrar çağrılan, (Villa ve Torres sakat) adamım Raul Tamudo çok klas bir gol attı. Diğer Espanyol'lu Riera da ilk kez milli oldu, harika da bir gol o attı. İsveç'le İspanya götürdü gibi. Kuzey İrlanda'yla Danimarka'nın şansı yok denecek kadar yok.


Son grupta da Romanya, Hollanda çıktı sayılır. Bulgaristan yakın ama fikstürleri oldukça rahat yukarıdakilerin. Şike kokan maçta Lüksemburg, deplasmanda Belarus'u yendi. Muhtemelen ilk galibiyeti tarihlerinin. Görüntüsünü de bulamadım.

Çarşamba izlenecek maçlar;

18:00 Rusya - İngiltere*
20:30 Türkiye - Yunanistan

* : yayın bulan comment'e yazarsa güzel olur.

13 Ekim 2007

Düzeltme

Trezeguet 'hala' yok yazmıştım ama yaklaşık bir ay önceki maç günlerinde kadrodaymış. Tatildeydim o sıra, kaçırmışım. Yine de "Hesap ver Domenech". Şimdi niye yok ki?

12 Ekim 2007

Nole


Luce'nin şansı

Uefa, Dida olayını konuştu, kararını verdi. 35.000 € + 2 maç ceza. Bundan sonra benzerlerine emsal olabilir bu ceza. Dida yaptığının cezasını fazlasıyla buldu. Ben asıl Celtic'in alacağı cezayı merak ediyorum, bakalım onlara ne çıkacak. 2 maç ceza da onlara gelse, bu işten en karlı çıkan adam Lucescu olur. Dida, 2 Shakthar maçında da yok, Glasgow deplasmanından da kurtulursa, beklemediği kadar rahat çıkar bu gruptan.

Hala yok... Niye yok?


David Trezeguet özellikle son bir buçuk yıldır futbolun en fazla küçümsenen adamı olmaya aday. Juventus kadrosunda ondan daha iyi, hatta onun kadar iyi forvet olmamasına -ve daha sonra da alamayacak olmasına- rağmen yazın Arjantin asıllı Fransızı şutlamak için nabız yokladı. Fener'e transferi hangi noktada takıldı bilemiyorum ama hakikaten Avrupa çapında pek talibi duyulmadı. Hala Juve'de ve Ibrahimovic'le birlikte gol krallığı yarışında zirvede. Ve hala Fransa milli takımı kadrosunun dışında. Daha da ilginci, Fransa milli takımı kadrosundaki forvetlerin hepsi benzer tarzda: Henry, Benzema, Anelka (ve yanlarında Govou, Ribery, Malouda, Rothen gibi kanat oyuncuları). Trezeguet bunlardan farklı bir adam; topu önüne alıp acayip bir depar patlatamaz ya da dar alandan seri hareketle çıkma alışkanlığı yoktur, zaten belki de bu yüzden bu kadar çabuk gözden düşmüştür. Ama kanattan gelen bir ortaya bu adamların hepsinden daha iyi hareketlenir, hava topunda tartışmasız hepsinden daha iyidir, ayrıca duvar da olur. Tamam, Domenech iki kanat oyuncusunun ortasında HenryAnelkaBenzema tarzı tek bir santrforla takım kurmayı seviyor da, istatistikler de Fransa'nın Euro 2008 elemelerinde 5-0'lık Faroe Adaları maçını çıkarırsak sekiz maçta 10 gol atabildiğini söylüyor. Son üç maçta da tek gol bu arada.

11 Ekim 2007

Nic39


Wizard of Oz


Mehmet Öz'ü tanımayan yoktur heralde. Haber sıkıntısı çeken, meclis ve youtube ekseninde hazırladıkları bültenlerde devamlı hayatın sırrını vereceklerini duyuran bizimkiler, Mehmet Öz'ü yakalarlar bir yerde, bir kaç soru sorarlar.

Doktor Mehmet de elinden geldiğince kibarlığından taviz vermeyerek yanıtlar soruları, belki de kabul etmezse arkasından bizim milletin, götünün kalktığını zannetmesinden korkar, bilinmez. Mehmet Okur ve Ali Kırca'yla canlı yayında, enteresan egzersizler yapar.

Aslında Mehmet Öz, Amerika'da da sık sık televizyona çıkan bir adam, onların deyimiyle Dr. Oz. Son zamanlarda sıkça Oprah'a çıkıyor, buraya kadar tamam da, karşıma çıkan enteresan bir magazin haberini de buraya koyayım. Dr. Mehmet ve Oprah. Ne çift ama..