27 Eylül 2009

Moskva slezam ne verit, Marat Safin

New York'ta satır aralarında kalan en buruk olaydı benim için. Clijsters'ın dönüşü, Oudin'ın çıkışı, Wozniacki'nin sonunda beklediğim çıkışı yapması, Del Potro, Marsel derken, yeterli alakayı görmedi bir ilk tur vedası..

Sevmediğim oyuncu çok yoktur, ki zaten bana göre tenis böyle de bir spor değildir. Oynayan değil, oynanandır biraz da mesele.

Yine de en favori oyuncularımdandı, hatta oyuncumdu, Marat Safin, elden ayaktan düşen bir boksörün dövüşlere devam etmesini andıran son zamanlardaki oyununun, kopyası bir maçla, 29 yaşında sessiz sedasız Grand Slam kariyerini bitirmesini izledik henüz ilk turda. Kasım'da, daha önce 2002 yılında ülkesi için ev sahibi Fransa'yı finalde geçip, Davis Kupası'nı kazandığı şehir olan ve her zaman en iyi tenisini oynadığı (Roland Garros'tan bahsetmiyorum tabi, Safin, Paris Masters'ta yaptığı 27 maçın 23'ünü kazandı, Boris Becker'le beraber bu turnuvayı 3 kez kazanan tek oyuncu.) Paris'te son turnuvasını katılıp, efsaneler arasındaki yerini alacak Safin ama New York seyircisi de eski şampiyonunu hakettiği gibi yolculamadı.



Renkli, hırslı, açıksözlü, komik ve karizmatik bir oyuncuydu Safin. Henüz 20 yaşında turun 1. sırasına çıktığında, bunu başaran en genç isimdi, yanlışım yoksa. 1 yıl sonra Hewitt bu rekoru haftalarla geliştirene kadar.

Küçükken aslında futbolcu olmak isteyen, Moskova'lı, Müslüman bir Tatar'dı. Çok da iyi bir buz hokeyi oyuncusuydu. Ama Moskova'nın önde gelen tenis akademilerinden birini işleten eski oyuncu bir babaya ve yine eskiden başarılı bir oyuncu olan, şimdiyse koçluk yapan bir anneye sahip olduğu için, kariyeri az-çok çizilmişti onun için. Annesi, 13 yaşına kadar onu çalıştırır ama Rusya'daki mevcut imkanlar oldukça yetersizdir ve oğlunu İspanya'ya, Valencia'da bir tenis akademisine götürür. Akademidekiler, Safin'in potansiyelini farkederler ve zengin bir İsviçreli müşterinin masraflara sponsor olmasıyla, Safin, 14 yaşında, ailesinden ayrı, yeni bir hayata başlar. Favori futbol takımının neden Valencia olduğunu da az çok anlayabilirsiniz bu durumda.

Safin'in yaş grubunda, özellikle bayanlarda önemli isimler vardı aynı tenis kulübünde. Dementieva ve Myskina, Safin'in annesinin öğrencileri idi. Kournikova'yı da unutmayalım. Şu an pek yakın olmasalar da, Kournikova, Safin'in çocukluk arkadaşı diyebiliriz, Dementieva ve Myskina ile beraber. Hatta daha küçükken Safin o kadar kötü oynamaktadır ki, koçlar onu cezalandırmak için sık sık Kournikova'yla oynatırlar. Hatta bir kez Kournikova'nın kazandığı ve Safin'in ağladığı söylenir. Aslında bu çok da yabancı bir metod değil. 15 yıl önce, küçük bir Alman kasabasında Boris adındaki sarışın çocuk da benzer şekilde, uzun burunlu sarışın bir kızla oynatılır. O kızın adı da Stefanie'dir, ya da daha bilinen şekilde Steffi.



Pireneler'de hayata alışan, İspanyolca'yı iyice öğrenen Safin, fiziksel olarak da hızla gelişir ve akademinin en yetenekli oyuncusu olarak koçları üzerine daha fazla düşmeye başlarlar. 1997'de, 17 yaşında profesyonel olur Safin ve henüz ilk maçında, Hollanda'da, bir Top 100 oyuncusu olan İtalyan Davide Sanguinetti'yi yener. İlk turnuvasında yarı final oynadıktan 2 ay sonra, Portekiz'de, sıralaması kendisinden yüksek oyuncuları yenerek ilk turnuvasını kazanır.

18 yaşında ilk 200'e girmiştir bile. İnsanların, kaşlarını kaldırıp, bu genç Rus'un adını bir kenara yazmaya başladığı yıldır 1998. Dünyanın dört bir yanındaki turnuvalarda, sıralamada daha üstte bulunan oyuncuları yener ve adım adım yükselir. Davis Kupası'nda ilk maçında Agassi'ye karşı çok iyi oynamasına rağmen set alamaz ama bir diğer ünlü Amerikalı oyuncu Jim Courier'le olan maçını 5. sete götürerek, eski dünya 1 numarası olan rakibine ecel terleri döktürür. Courier maçtan sonra Safin için, "Bu gelişimini sürdürürse, seneye ilk 50'ye girmemesi için bir sebep yok" der. Courier haklıdır ama Safin, Courier'in koyduğu bu hedefi gerçekleştirdiğinde geçen süre sadece 5 aydır.

18'lik Safin için sezon iyi geçiyordu ve takvimde Roland Garros'un zamanı geldiğinde 116. sıraya çıkmıştı bile. Turdaki genç yeteneklerden biriydi ve bu, ilk Grand Slam'i olmasına rağmen, onu bir üst kademeye çıkaracak ve adını iyice duyuracak turnuva olacaktı. İlk turda rakibi bir kez daha Agassi'dir. Agassi, sakatlığının da etkisiyle çok kötü bir sezonu geride bırakmıştı 97'de ve 98 onun için geri dönüş yılıydı. Top 100'ün dışında kalmıştı ama artık 20. sıradaydı (ki Agassi 122. başladığı o sezonu daha sonra 6. bitirecektir). Safin, Agassi'yi 5 setlik epik bir maçla ilk turda eleyip, büyük bir sürpriz gerçekleştirir. Agassi'nin ilk turda, elemelerden gelen bu 18 yaşındaki Rus'a yenilmesinin şoku atlatılmadan, 2. büyük sürpriz gelir. Aslında tablonun azizliğiyle 2. turda son şampiyon Gustavo "Guga" Kuerten'e düşmesi büyük bir şanssızlıktır ama 4. sete geride girmesine rağmen, 5 setlik epik bir zafer daha elde eder Safin. 4 .turda Pioline'e elenmesine rağmen turnuvanın en büyük yıldızlarından biriydi ve peri masalı devam ediyordu. 1998'i, 11 sene sonra son kez oynayacağı Grand Slam olan, US Open'da ilk kez oynarak kapatır. 4. turda Pete Sampras'a denk gelmese belki de daha da ilerleyebilirdi. Sampras, Safin'in hakkını her fırsatta verir, bu maçtan sonra da, "Ne ben, ne de bir başkası bu yaşta böyle oynamadı, eminim ki sadece 3 yıl sonra 1 numarayı ele geçirecektir." Safin, 2 profesyonel sezonun ardından artık Top 50'dedir.

2000 ise Safin'in altın yılıdır, her ne kadar sezona korkunç başlasa da. Avustralya Açık'ta daha ilk turda, elemelerden gelen 30'luk Güney Afrikalı Stafford'tan set alamamış ve hatta bu maçta yeterince ciddi oynamadığı için uyarı bile almıştı. 2 ay da maç kazanamamıştı. Bu periyotta Safin'in 23 raket kırdığı söylenir. Valencia'daki akademiden beri beraber çalıştığı İspanyol Mensua'yla yollarını ayırır ve eski oyunculardan Rus Andrei Chesnokov'la çalışmaya başlar. Chesnokov, şüphesiz Safin'in kariyerinde önemli bir yere sahip. Chesnokov, sessiz sakin yapılı, geri planda kalmayı seven, hatta çok büyük bir pul koleksiyonuna sahip, entellektüel biriydi ve bu sakin yapısı duygularını kontrol edemeyen genç Safin'e yardım edebilirdi. İlk iş olarak, Safin'in, büyük zamanını beraber geçirdiği İspanyol sevgilisi Silvia'dan nefes almasını sağlar. Oyununda da çok basit ve ufak değişikliklere giderler. Safin bu kısa sürede kortta daha kontrollü olmayı öğrenir, hem duygularında hem de gücünde.

Toprak sezonuyla beraber toparlanır ve üstüste finaller, şampiyonluklar ve iyi derecelerle bitirilen turnuvaların ardından kariyerinin o ana kadarki en büyük başarısına imza atar. 20 yaşında ilk Grand Slam'ini, US Open'ı, hem de Pete Sampras'ı kendi seyircisi önünde, set vermeden sadece bir buçuk saatte geçerek kazanır. Bu başarıyı izleyen 9 hafta boyunca, dünya 1 numarası olur Safin. Kaybettiği finalden sonra Sampras, "O, tenisin geleceği." der Safin için ve bir kez daha genç yıldızı över. Turnuvayı kazandıktan sonra katıldığı David Letterman'ın talk show'unda da (videolarda görebilirsiniz) bahsettiği gibi hemen Taşkent'e uçup, bir turnuva daha oynayıp kazanır. Bundan önce, bir Grand Slam kazandıktan hemen sonraki hafta turnuva oynayıp, kazanan isim Ivan Lendl'dır ve bunu 1985'te başarmıştır. Safin sezonu 2. bitirir. Boris Becker'dan sonra sezonu 2. bitiren en genç oyuncu olur. Aynı zamanda Mats Wilander'den sonra 21 yaşın altında, bir sezonda en az 7 turnuva kazanan ilk oyuncu olur.

Safin artık bir yıldızdır. Özellikle kadınlar, başta Moskova olmak üzere Safin'in her gittiği şehirde ve turnuvada ona ulaşmak, telefon numaralarını ulaştırmak için yarışırlar. Sadece normal hayranlar da değildir peşindekiler. İspanya'nın en popüler aktrisi Penelope Cruz, Safin'in hayatı boyunca gördüğü en yakışıklı erkek olduğunu söyleyip, niyetini belli eder. Safin'le, profesyonel tenisçi olan ablası aracılığıyla tanışıp çıkmaya başlayan Silvia ise kıskançlığın had safhasında, erkek arkadaşına kimseyi yaklaştırmamak için, gölge gibi takip eder her yerde. Bütün bu popülariteye rağmen Safin, bu durumdan tenis dışında pek para kazanamaz başlarda. Bu durum derken, reklam ve imaj haklarından bahsediyorum, jigololuktan değil. Öyle ki, hala ikinci el bir Volkswagen Golf kullanıyordur parlamaya başladığı zamanlarda ve anne-babasını US Open'a davet etmeyi bile karşılayamıyordur. Önce menajerini ve bu durumun yol açtığı koşullardan dolayı daha sonra da koçunu değiştirir. Fakat yeni Rumen menajeri de ufak bir isimdir ve bir anda dünyanın en umut veren oyuncusunu portföyüne almayı kaldıramaz.

2001'e iyi bir başlangıç arkasından gelen bel sakatlığı, kariyerinin en formda döneminde onu uzun bir süre kort dışında tutar. Bu arada eski dünya 1 numarası, sempatik insan Mats Wilander ile çalışmaya başlar, faydasını da görür. US Open'da yarı final yaparak geri döner ama kaybettiği süre onun sıralamada geri düşmesine neden olmuştur. Hız kesmeden, 2002 Avustralya Açık'ta final oynar ama doğumgünündeki maçta Johansson'a kaybeder. O gün yaptığı konuşma, kesinlikle en eğlenceli seremoni konuşmalarından biridir. Silvia'dan ayrılır bu arada, Melbourne'da box'ında Rus sosyetesinden güzeller güzeli Dasha Zhukova vardır. İsmi yabancı gelmeyebilir futbol camiasına, Abramovich'in çocuğunu bekliyor şu aralar kendisi. Safin, Roland Garros'taki yarı finalin ardından Wilander'le de yapamaz ve menajeri Amit Naor ve yakın arkadaşı Denis Golovanov'la çalışmaya başlar. Rusya'ya tarihinin ilk Davis Kupası'nı kazandırır.



Sakatlıklar Safin'in kariyerinde kuşkusuz çok büyük bir etkiye sahip. Ya olmasaydı diye düşünülebilir elbette ama belki de o zaman 2005 Avustralya Açık gibi efsane bir turnuvayı izleyemeyecektik. Hewitt'in ilk tur dışında, finale kadar filmi yapılabilecek maçları bir kenara, Safin'in yeni kral Federer'i 5 sette geçtiği yarı final maçı, tüm zamanlar içerisinde favori maçlarımdan biridir. Turnuva da baştan aşağı mükemmel bir turnuvadır. En favori turnuvamı, en favori oyuncumun kazanması güzel bir tesadüftü benim için. Arşivlenecek o kadar çok maç var ki oradan..



Nefret ettiği çimde, geçen sene yarı final oynaması çok enteresan bir detay aslında. Onun ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğunun kanıtı da diyebiliriz. Rölantide gittiği ve sakatlıkların ona izin verdiği ölçüde rekabet eden bir oyuncunun, en zayıf olduğu zeminde, kariyerinin sonunda yarı final görmesi, Djokovic ve belki biraz da Lopez dışında önemli bir rakibi yenmemiş olsa da önemli bir başarı. Djokovic'i elediği maçtan sonra, aslında maçtan önce dönüş bileti aldığını açıklayacak kadar da rahat bir adamdır. Ya da Wimbledon'da yemek fiyatlarının fazla pahalı olduğunu söyleyecek kadar.

Kız kardeşi Dinara Safina ile kendi turlarında 1. sıraya çıkarak da, değişik bir rekora sahipler. Marat'ı, Dinara'nın maçlarında pek göremeyiz. Zaten çok fazla tenis izlemeyi sevmediğini söyler her zaman. Bu bazen aralarının kötü olduğu yönünde yorumlanır ama çoğu abi - kardeş gibi sıkı bir ilişkileri vardır aslında. Safin'in maçlarda her zaman boynuna taktığı yüzüklerden birisi kız kardeşinin hediyesidir. US Open'da elendiği maçtan sonra da basın toplantısında kendisinden çok, kız kardeşinden bahsetti ve son zamanlarda Safina'ya yapılan sıralama muhabbetine, dolayısıyla da Serena'ya güzel bir cevap verdi ve kardeşini korudu.



Evet, belki daha çok turnuva kazanabilirdi veya daha uzun süre 1 numarada kalabilirdi. Daha popüler olabilirdi. Elinden geldiği kadar oyununu oynamaya çalıştı, rekabetçi kaldı. Vücudu ona bazen izin vermedi, bazen sinirleri buna engel oldu ama neler yapabileceğini insanlara gösterdi bence kariyeri boyunca Marat Safin. Ve kesinlikle NY'ta daha iyi bir vedayı hakediyordu.

Biraz uzadığının farkındayım ama favori atletlerimden biri için yazdım ve bir şey atlamak istemedim. Eğlenceli videolar var yazı içinde, yapacak daha iyi bir işi olmayanlar göz atsın derim.

23 Eylül 2009

Döndü


After 15 months of absence, I am pleased to announce to you that I’ve decided to begin my second tennis career. I don’t want to describe it as a comeback. It’s a new life that opens for me.

Bu cümlelerle başlayan orta uzunluktaki açıklamasını kendi sitesinden okuyabilirsiniz. Bayan backhand de dönmüş oldu.

Totti 12 yaşındayken


Bugün okuduğum bir haber, İtalyan basınından aktarılmış. Totti'nin eski menejeri Stefano Caira, çocukluk yıllarında geçen transfer hikâyelerine açıklık getirmiş bir nevi, söyledikleriyle. Der ki;


Francesco 12 yaşındayken Milan 150 milyon liret karşılığında kendisini transfer etmek istedi, annesi Fiorella yana yakıla bana derdini anlattı, ben de Francesco değerinde çok az oyuncu olduğunu söyleyip teklifi reddetmesini sağladım. Francesco'nun beş yaşından beri aile ile içli dışlıyımdır, o zamandan beri yeteneği biliniyordu. 18 yaşına geldiğinde Roma ile ilk profesyonel kontratını 50 milyon lirete imzalamıştı, aynı sıralarda Nike kendisine 300 milyon lirete bir sözleşme önerdi. Nike ile anlaştıktan sonra Adidas ona yıllık 1,5 milyon euro ve 500 bin euro bonustan oluşan bir kontrat teklif etti, çevresinden biri hayır demesini sağladı ve o zamandan beri aramızdaki ilişki aynı olmadı.


Burada geçen liret euro'nun 2000'de biri değerinde aşağı yukarı. İsteyen hesap etsin.

18 Eylül 2009

Öfkeden şuurunu yitiren insan...

















Fanatik insan; şuursuz, sevimsiz, ahlâksız olur. "Öfkeli" olur, öfkesini saçmasapan işlerle ortaya döker. Mantığı tıkalıdır, objektif olamaz.

Fanatik insan sevimsiz olur.

The payback


Pele diyor ki:

"People talk about the best being Pele or Diego Maradona, but for me the best player ever was Alfredo Di Stefano. Maradona was a great player, but he could not kick with his right foot and did not score goals with his head. The only time he scored an important goal with his head, it turned out he had used his hand."

...yani:

İnsanlar en iyinin Pele mi yoksa Maradona mı olduğunu tartışadursun, ama benim için gelmiş geçmiş en iyi futbolcu Alfredo Di Stefano'dur. Maradona harika bir oyuncuydu ama sağ ayağıyla topa vuramazdı, kafasıyla da gol attığını görmedim. Kafasıyla attığını zannettiğimiz tek önemli golünü, aslında eliyle attığı ortaya çıktı.


link: fifa.com

16 Eylül 2009

İlk Kan

Şampiyonlar Ligi'nin ilk gününü tamamlarken pek fazla tat kalmadı ağzımızda. Hatta canlı izlediğim maç için konuşacak isem yalnızca, o zaman hiç tat kalmadı diyebilirim. Kadrolara bakınca maçın 0-1 ya da 0-2 biteceğini az çok tahmin ettik hepimiz. Alex Ferguson "çok zorlamadan bir galibiyet alır mıyız"ın denemesini yaptı haftasonu oynayacağı derbiyi de düşünerek ve zorlanmış gibi görünerek maçı aldı.

Beşiktaş için çok mu önemli bu mağlubiyet? Hayır, ama farklı bir problem var. Burada Denizli'nin taktiğinden oyuncu seçimine, İbrahim Üzülmez'in oynamasından Bobo'nun oynamamasına kadar birçok hatadan söz edebiliriz. Bunlara bir itirazım veya onayım yok, işin teknik kısmını düşünmedim bile hiç kafamda. Ancak Beşiktaş'ın içine düşüyor gibi göründüğü "iyi mücadele ettik" tuzağı var beni rahatsız eden. Maç sonundaki röportajlara bakıyoruz, Büyük Mustafa dahil herkes şanssızlıktan dem vuruyor. İyi mücadele ettik, 77'de gol yedik, maç iki tarafa da gidebilirdi, Serdar'ın topu girse... Hadi canım ya. Şampiyonlar Ligi'nde Manchester United'a karşı kendi evinde oynuyorsun. Mücadele etmezsen bir gariplik var demektir. Mücadele etmenin yetmeyeceğini bilmiyorsan da bir gariplik var. Ve mâlesef bu garipliği sayısız defa yaşadık, çok tecrübeliyiz. Yeni bir sezon, yeni bir heyecan, ama bakış açısı benzer.

Beşiktaş bu maçtan "iyi yoldayız" gibi bir çıkarımla ayrılıyor gibi hissettim ben. Umarım bu hataya düşmez Mustafa Denizli, yoksa böyle şanssız 5 mağlubiyet daha alır.

Grubun diğer maçında da Wolfsburg zaten bariz olan "4. torbaya ait değiliz" mesajını net olarak verdi. Hücum yönü hayranlık uyandıran bu takımın geçen seneki peri masalını tekrar edemeyeceği kesin, ligde tökezliyorlar zaten. Ama CL'ye asılacaklardır, iki hafta sonra Old Trafford'da Alex Hoca da açık futbol tribine girerse güzel bir gol düellosu izleyebiliriz.

Ronaldo'nun iki frikik golü attığını duyunca heyecanlandık, ama goller vasat. Biri komik olmak üzere iki tane kaleci hatasıyla gecenin flaş skorunu almayı başardı Real Madrid. Zurich'in buraya ait olmadığı da görülmüş oldu. Grubun ikincilik adaylarını karşı karşıya getiren maçta ise beklenmedik bir sonuç çıktı. Seedorf'tan 2 nefis orta-pas karışımı ve Inzaghi'den iki net vuruşla birlikte gelen galibiyet Milan'ın hâlâ çok tehlikeli bir Şampiyonlar Ligi takımı olduğuna dair bir işaret mi, yoksa kötü futbolla birlikte gelen bir şans galibiyeti mi? Ya da asıl soru şu olmalı: Milan 3-4 sene önce olduğu gibi hâlâ kazanmayı en iyi bilen takım mı?

Bu sene oldukça iddialı gelen Fransız takımlarından da ilk hata veren Marsilya oldu. Oysa Bordeaux, Torino'dan 1 puanla dönerek iyi başladı. Aslında oynadıkları futbol seviyesi pek farklı değil de Marsilya bu işin kaşarı Inzaghi'ye çattı diyelim, daha güzel olsun.

Sezona felaket başlayan Atletico Madrid için de üzgünüm gerçekten. Sempatik kadroları gollü bir galibiyeti çağrıştırıyordu ki yakışıklı kaleci Dionisios Chiotis'e takıldılar. Hani kalede başkası da olsa çok değişmeyecek gibi bir maçtı esasında. Atak oynamaktan ziyade atak oynuyor göründü Atletico. Maçın en net pozisyonunu APOEL'in yakaladığını da notların arasına yazalım. Bu grupta Chelsea'nin zorlanmayacağını düşünüyorum. Stamford Bridge'deki oyunuyla hiçbir zaman hafife alınmaması gerektiğini bir kez daha gözümüze sokan Porto'ya saygı duymaya devam edelim. Atletico da devam etmeli, aksi hâlde kendilerini dışarda bulabilirler.

Bayern cephesinde problem yok. Bu kadar büyük takımın arasından eskisi gibi şampiyonluk adayı konumuna gelmeleri kolay değil. Yine de iyi hamleler yaptılar ve güzel kura çekerlerse (artı Ribery kalırsa, artı Robben sağlam kalırsa) yarı final yapabileceklerini düşünüyorum. En çok merak ettiğim ise sezon boyu kaç kez Thomas Muller-Gerd Muller benzetmesinin yapılacağı. Neyseki Ercan Taner Şampiyonlar Ligi anlatmıyor.

15 Eylül 2009

US Open 2009 #3 - Del Potro: Tower of Tandil

İlk turdan beri yazmadığımın farkındayım, değinecek de o kadar çok şey birikti ki, toparlayabilirsem ne ala. Değişiklik yapalım ve sondan başlayalım bu sefer, flashback'lerle de gereken detayları da konuşabiliriz.

Bu arada Ntvspor'da Mert Aydın, Del Potro'nun yüzbin nüfuslu bir kasabadan çıktığını yazmış maç yazısında, insanın kafasında kasabanın tenisçi outsider'ı efekti yaratıyor ama muhtemelen bahsettiği kasabanın en büyük özelliğini bilmemekte. Mevzubahis kasaba, Tandil, Buenos Aires'in 350 km, Mar del Plata'nın 200 km kadar dışında dağlar arasında kurulmuş, bifteğiyle ünlü bir yer. Ve ufaklığı özellikle vurgulanan bu yer, aslında Arjantin tenisinin önemli altyapılarından birine sahip. Bunun gerçekleşmesini sağlayan kişi ise, Tandil'e geldiğinden beri burayı bir tenisçi fabrikasına çeviren antrenör Marcelo Gomez. Gomez'in programıyla 7 yaşında tenise başlayan Juan Martin Del Potro, şu an Top 10'in en genç ve en uzun oyuncusu. Aynı programdan şu ana kadar 5'i aktif 6 oyuncu çıkarmış durumda senyor Gomez; Juan "Pico" Monaco (En iyi sıra: 14), Mariano Zabaleta (En iyi sıra: 21), Maximo Gonzalez (En iyi sıra: 58), Diego Junqueira (En iyi sıra: 68), Guillermo Perez-Roldan (En iyi sıra: 13). Hatta bu küçük yer, Mauro Camoranesi'nin de yetiştiği yerdir ki, Camoranesi ve Del Potro çok yakın arkadaşlardır. Del Potro'nun Boca'dan sonra tuttuğu ikinci takım da bu yüzden Juventus'tur.

Her neyse, NY'a geri dönelim. Öncelikle Federer'i konuşmak lazım, kral öldü anonsu yapıldığından beri, ki o dönemde Federer'e yapılan büyük saygısızlık ve hatta öküzlüktür, eski spektaküler puanlarına ve formuna geri dönmüştü. Onun bu geri dönüşünde tabi, Nadal'ın sakatlığının zamanlaması da kritikti. Burada da çok iyiydi aslında Federer. Yarı final maçı, 3 sette bitmesine rağmen turnuvanın en iyi maçlarından biriydi bana göre. Keza finalde DP gibi, zaman zaman Nadal-vari, tek bir winner için bile Federer'i zorlamayı kafasına koymuş ve çevirdiği toplarda en iyi yaptığı iş olan agresif forehand'lerle Federer'i yıprattıkça yıpratan bir oyun oynayan, fiziksel olarak da hiç yıpranmadan gelmiş bir adam vardı. Bu agresif oyunun ve balyoz forehand'lerini -hazır olmasa da- Nadal'ı ne hallere düşürdüğünü gördük ya da DP'nun karşısına aslında formda gelen Ferrero veya Cilic gibi sıkı diyebileceğimiz adamların da nefes alamadığını gördük. Federer'in ilk servisinin de, bu maç içerisinde, yetersiz olduğunu görmezden gelemeyiz. Djokovic gibi günümüzün en iyi return'lerine sahip bir oyuncuya karşı bile daha iyi bir servis izlemiştik Federer'den. Serviste sıkıntı yaşarken, break point ve winner'larını da DP oldukça iyi kontrol etti şampiyonun ve büyük zarar almayacağı seviyelerde tuttu.

Kısacası DP, genç yaşına ve ilk GS finalini oynamasına rağmen Federer'e karşı oynanabilecek en iyi tenisi oynadı. Bu anlamda, mental olarak, Murray'nin geçen sene kelimenin tam anlamıyla ezildiği şartlarda çok farklı ve güçlü bir karakter gösterdi diyebilirim. Uykusuna yenik düşmeyip maçı izleyenler mutlaka hatırlayacaktır, 4. setin 10. oyununda Federer'e şampiyonluk için 2 puan yetecekken, 2 üst düzey servis ve mükemmel bir puanla servisine tutunması bu seviyede ve bu şartlarda izleyebileceğimiz en üst düzey performanslardan biri idi, favori olmayan bir oyuncu için. Hatta bir sonraki oyunda Federer'in servis oyununu 40-0'dan 2 veya 3 kez deuce'a taşıması da, maça ne kadar tutunduğunu kendisine, box'ına, seyirciye ve en önemlisi de Federer'e gösterdiği, Amerikalılar'ın highlight diyebileceği o özel anlardan biriydi maç genelinde.


DP'nun son 1-2 senede yaptığı bu çıkış oldukça etkileyici. Daha birkaç ay önce, Roland Garros'ta Federer'e karşı oynadığı maç mutlaka dün gece maça çıkmadan önce kendisine bir motivasyon sağlamış olmalı. Hatırlamayanlar için, yarı finalde Federer'e karşı ilk 3 sette de mükemmel oynamış, ikisini net skorla kazanmasına rağmen birini TB'le vermişti. Son iki sette ise, ilk üç seti bu kadar forse ettiği için, fiziksel olarak bitmiş ve elenmişti. Onu 65'ten 13'e çıkaran 23 maçlık galibiyet serisini de unutmamak lazım. Bu yaşta bir oyuncu için çok sıkı bir streak. Tandil'in Kulesi olsa da lakabınız.

Bir Top 5 oyuncusu olarak, sert ve toprak zeminde en iyilere karşı oynayabileceğini gösterdi. Çim oyunu ise henüz zayıf. Şu ana kadar Wimbledon'da hep 2. turlarda elendi. Çim sezonuna daha çok var ve bu zamanını iyi kullanarak şu an için oyununun en büyük eksiği olarak gördüğüm servis-vole'sini geliştireceğini tahmin ediyorum. Servis-volesi kötü demek değil tabi bu, çimde bunu az kullanmasından bahsediyorum. Bunun için yeterli materyale sahip. Size'ı iyi, dolayısıyla servisi de beklenildiği gibi iyi, daha da iyi olabilir. Buna karşı, kort içinde çok rahat hareket edebilen bir oyuncu. Bu adım hızı, baseline savunmasında olduğu kadar, fileye çıkarken de ona avantaj sağlayacaktır. Vole oynarken bu hız oldukça önemli, ilk voleyi servis kutusunda 1 metreye kadar mesafede aldığınız takdirde puanı büyük ölçüde alırsınız. O mesafe arttıkça volenin alındığı yükseklik azalır ve doğal olarak dizden alırsınız voleyi ama bu hıznızı kullanıp o mesafeyi efektif olarak katederseniz, vole hizası daha yükselir ve opsiyon sayısı artar, bu da %80-90 puan demektir. DP rahatlıkla biraz volesini cilalayarak, daha yakışıklı bir hale getirdiği takdirde Wimbledon'da da birşeyler yapmaya başlayacaktır. Ki günümüzde daha çok baseliner çıkmaya başladı, eskisi gibi file önünü istikrarlı kullanan oyuncu sayısı azaldı. Bayanlar tenisinin, Arda kızabilir, kadınlar tenisinin durumu ortadayken, erkeklerin bu kadar iyiye gitmesi, izleyenler için oldukça iyi. Biraz daha devam edersem, konu yine eşit paraların kazanılmasına gelecek ama bir daha aynı şeyleri tekrar etmeye gerek yok. Belki diğer bölümde değinirim.

14 Eylül 2009

"Deli"


"Beşiktaş'ın deli lakâplı oyuncularından"...

Habertürk'ün spor ekinde İbrahim Üzülmez ile ilgili haber bu şekilde başlıyor. Okurken insan düşünmeden edemiyor "başka kim vardı?" diye.

HT web sitesinde düzeltmişler.

Russell'dan meydan okuma


MJ'in Hall of Fame törenindeki konuşmasını izleyenler olmuştur. Sonlara doğru, Byron Russell'la ilgili bir hikâye anlattı. Dediğine göre, basketbolu ilk bıraktığında, 1994 yazında beyzbol antremanlarına devam ederken, bazı Jazz oyuncuları Chicago'ya antreman için gelmişler ve Jordan da onları ziyaret etmiş. Byron Russell kendisine "Adamım, niye bıraktın ki? Seni tutabileceğimi biliyorsun, eğer bir daha seni şortla görürsem... Bir daha şortla görürsem..." diyerekten meydan okumuş. Jordan da geri döndükten sonra ilk Jazz maçında Russell'a gidip "Bana şortla ilgili söylediğin lafı hatırlıyor musun, işte fırsat!" demiş. En sonunda da Russell'ı şortlu görürse hemen oynayacağını söylüyor.

Bugün yahoo'da okudum ki, Byron Russell bu muhabbete cevap vermiş. Adam diyor ki; "Hemen oynarım. Özel jetine atlasın gelsin, kapışalım. O kadar parası var, herhalde yol masrafını da bana sokmaz. Ayrıca olay benim çaylak yılımdaydı, onu geri dönmeye motive ettiysem ne mutlu bana" demiş.

ESPN bu işin üzerine gider de bu maçı alırsa, Russell için kötü bir gün daha geçer gibime geliyor. Kolay gelsin.

Nostalji 13 - Jus & Kim

Bunlar da nostalji olsun. Kim ve Jus, kendilerine göre vasatın altı bir oyuncu olan Dominique Monami'nin -o zamanlar van Roost- jübilesinde yer almışlar. Sene 2000. İkisi de henüz Grand Slam kazanmamış...


Bu da kızlar turnuvaları zamanları, sene 1997. Justine Henin'in uluslararası arenaya ilk çıktığı yıl. Semenya'ya uzanan diller büzüşsün...


Son olarak Kim, yine girls' singles. Sene kaç bilmiyorum, 95-96 olsa gerek. Surattaki ifade hâlâ aynı.

Henin artık döner mi?


Clijsters'in şampiyonluğunun pek çok hikayesi var. Sakatlıkları, tenisi bırakışı, inzivaya çekilişi, dönüşü, Serena maçı... En önemlisi, düzgün bayan tenisini özleyenleri tekrar ekran başına oturttu Clijsters.

Bıraktığında en iyi ikinci oyuncuydu, birinci de Henin. Bana göre, tenis seviyesi olarak, yaşlarında bir yıl bir hafta bulunan bu iki Belçikalı arasında fark yoktur. Biri hücumun, biri savunmanın kraliçesiydi, Kim sakatlıkları nedeniyle aralarındaki büyük maçları hep kaybetti ve bu da onun şanssızlığıydı. Bırakmadan kısa bir süre önce kazandığı Amerika Açık'tan sonra, dönüşünü de Amerika Açık ile yapması bir tesadüf müydü, planlanmış mıydı bilemem. Ama tekrar tenis izleme heyecanı aşılayan bir hikâye barındırdığı kesin.

Ben Kim'i yendiği için Justine'i sevemedim. Oyunundan asalet akar, Navratilova'nın deyimiyle "guys just got the male Justine Henin"dir ama rakibini küçük durumlara düşürecek kadar da acımasız oynadığı maç sayısı az değildir. Mesela Mary Pierce finali, ayıp etmişti bir başka efsanemize. Mesela 2005 RG'deki Kuznetsova maçı, sırt ağrıları ve son sette 2-5'e rağmen söktüğü galibiyet...


Henin döner mi? Kim dönene kadar dönmesi için hiçbir sebep yoktu, neden dönsün ki? Ama bir ay öncesine kadar tenise dönme konusundaki soruları kesin bir dille olumsuz yanıtlayan ve tenise dönmesi için hiç ihtimal olduğunu defalarca belirten Justine, şimdi yanıtsız geçiyor. Bu, tabii ki olumlu bir işaret. Fransız basınından bir haberde, ki bu haberin kaynağında Henin'in eski antrenörünün karısı gibi insiderlar var, Henin'in birkaç aydır ciddi antreman yaptığından ve 2010'da dönme hazırlıkları yaptığından bahsedilmiş.

Spor böyle bir şey arkadaşlar. Bir sürü grand slam kazanırsınız, 20 milyon dolar para toplarsınız, Monte Carlo'da yaşarsınız ama yine de sizi çeken bir şey vardır: rekabet. Tekrar hatırlatmak isterim ki, Henin tenisi bıraktığında bir numaraydı ve rakipsizdi. Kim'i bu halde gören Henin'in kafasında artık kesinlikle farklı hikâyeler canlanıyordur. İkisinin hesabı henüz bitmedi, bu iş de kortta kapanır. Ama ne zaman kapanır bilemem!

Şampiyon



Kim, Caroline Wozniacki'yi 7-5 ve 6-3 ile geçip şampiyon oldu, maçın dün olduğundan bile haberi olmayan bendeniz de pek tabii ki izleyemedi. Video ESPN'den, aşağıda üfürdük antremanını yapmıştır, kendisini hazır tutmuştur diye ama kocasının söylediklerine bakılırsa Graf ile yaptığı gösteri maçının az evveline kadar tenis oynamayı geçtim, izlemiyormuş bile. Open Era'da wildcard girişi ile şampiyon olan ilk bayan oyuncu oldu. Yine Williams biraderlerin ikisini birden elemek, ilk kez olmasa da ezeli rakibi Henin'den sonra ikinci kez elde edilmiş bir başarı. Henin de dönse, sağlam Clijsters-Henin kapışmalarını doyasıya izlesek. O olayda da gelişmeler olumlu, ilerleyen dakikalarda değiniriz. Şimdilik helal olsun Kim, bravo Kim...

Tazeler, Federer'den

Federer - Djokovic maçı vardı bu akşam, US Open erkekler yarı finalinde, yağmur mağmur ancak oynandı işte, Federer Abi acayip işler yaptı, Djokovic de "Tamam abi, gel buyur." dedi bazı bazı. Acayip işlerin bir kısmı aşağıda. Djokovic bir ara yukardakine isyan ediyordu, haklıydı.

"Gel buyur abi"



"Vay..."



PS: Videolar tenisin yükselen yıldızı Oytun'dan.

Yağmurun ardından


US Open'ın ırzına geçen yağmur belasının belki de arkasında bıraktığı en güzel karelerden biri. Kim Clijsters...

Ünlüler geçidi

Bir tane daha ünlüler geçidi yapmıştım, Wimbledon zamanlarında. Yer Amerika olunca Ünlüler geçidi de uzadıkça uzuyor haliyle. En ünlülerinden serpiştirelim:

Sienna Miller, yanındaki manitası değildir umarım

Charlize Theron, bakanlık gibi kadın...

Nicole Kidman & Keith Urban

Justin, makara yapmaya geldiği için sayılmamalı gerçi...

Nasıl yakışıklı statüsünü kazandığını çözemediğim Josh Hartnett,
o da katalogdan takılıyor galiba...


Futbol efsanesi Zinedine Zidane

Jack Nicholson

Bunu sona sakladım: Gwen Stefani. Federer'e böyle taraftar yakışır...

Bazıları kortta, bazıları alışverişte


Sırp güzel Ana Ivanovic ve sevgilisi Avustralyalı golfçü. Çok sevmiştik seni Ana... Çok güzel kızdın be Ana...

Serena'nın arızası


Dün gece çok arıza bir saatte, hiç de uygun olmayan şartlarda oturduk televizyonun başına, Kim-Serena maçını izlemek için. Bayan tenisinde yakalayamadığımız bir seviye, bol rallili agresif bir tenis, basit hatasız bir maç bekliyorduk tabii ki. Serena bir önceki GS’i tek set vererek almış, ondan öncekinde iki set kaybedip cömertlik yapmış, ablası dâhil bütün favoriler üzerinde birebirde müthiş bir derece yakalamış. Kim de Venüs’ü yenmiş, sakatlıklardan çekmediği dönemde gösterdiği yüksek performansı ve geri çizgiye olan hakimiyetiyle özletmiş, daha üçüncü turnuvasında baba çıkışını yapıp yarı finale gelmiş.

Maç beklediğimin altında bir tempoyla gitse de, araya serpiştirilmiş uzun oyunlar, ikilinin karşılıklı geri çizgide dansettikleri birkaç estetik puan gözümüzü okşuyor. Serena maçtan sonra ace sevdasına biraz fazla kapıldığını ifade etmiş, zaten servis hatalarına her şeyden çok sinirlendi. Kim yarı finalin stresiyle pek tanışmamış gibiydi, Serena’nın vites büyüttüğü ikinci setin başları ve sonlarında bile soğukkanlı oyununu korudu, çift hataların yardımıyla da maçta genelde hakim gözüken taraftı.

Kim’in geri çizgideki istikrarı ve formu Serena’yı yavaş yavaş eritti. Zaten yağmur arası falan derken, maçtan kafaca koptuğunu zannediyorum ki, çok basit hata yaptı ve bu basit hatalarda da oldukça sinirlendi, kontrolünü yavaş yavaş kaybetti. İkinci setin sonlarında son çırpınışlarıyla bir atak yaptı ve maça tutundu, ama dediğim gibi Kim artık oyunun hakimiydi ve rakibine basit puan vermedi. Bu sert savunmaya karşı sinirlenen Serena, ikinci servislerinde bile ace denemeye başladı ve arkasından da çift hatalar geldi.


Serena adına bu maçın kaybedilmesinde ters bir durum yok, sonuç olarak Kim bayan tenisinin gördüğü belki de en komple oyunculardan biri, ara vermiş olsa da antremanını eksik tutmamıştır, geri dönüş öncesi yatmamıştır. Sorunun bu kayıp olmadığı da açık, kafasında bir takım problemler var, en iyi olmanın ve buna rağmen iki numarada kalmanın getirdiği baskıyı kaldıramadı. Nitekim son oyunda çizgi hakeminin saçmaladığı konusunda da hemfikirim. Bu oyuncular kariyerleri boyunca binlerce kez servis atıyorlar ve ayakları da, elleri de rutinlerine sadık bir şekilde işliyor. Böyle tansiyonlu bir maçın bu kadar kritik bir oyunda ayak hatası çalmak bana göre saçmalıktır. Ben, bu tip bir karar veren hakemin de niyetinden şüphe ederim. Sonrasında Serena’nın kayışlarının kopması ve haddini aşan itirazı, hatta tehdit boyutuna getirişi sporun doğasında kabul görmez; ancak yine sporun doğasında bu tip bir maç sonunu hazırlayan hakemin de yeri olmaz, olmamalı.


Kim Clijsters’in geri dönme kararını, akabinde ilk büyük turnuvasında kazanma hırsını ve savaşçılığını yansıtabilmesini takdir etmemek elde değil. Şu andaki oyuncu kalitesinin zayıf olduğu ortada ama sanki hiç ara vermemiş gibiydi. Maçın bitiş şeklini içine sindiremedi, belki de Serena’nın dediği gibi maçın neden bittiğini anlamadı ve bıraktığını zannetti. Bu tavrı bile dönüşünün bayan tenisi için önemini gösteriyor, saha dışı traşlarla uğraşmayan, sahada kendini veren ve spora saygı duyan bir sporcu.

11 Eylül 2009

Roket



Shangai Masters'ta Ronnie O'Sullivan-Marco Fu maçından güzel bir Roket serisi. Absürd bir potla başlıyor ve son bölümde herkes kahkahalara boğuluyor.

10 Eylül 2009

Almanlar Alır

Kızların oynadığı futbolda en çok ilgimizi çeken kısmı birkaç entry aşağıda bulabilirsiniz. Ben de ikinci planda kalan Avrupa Şampiyonası'ndan bahsedeceğim kısaca.

Almanya kazandı doğal olarak. Kadın futbolunu hiç takip etmeyenler bile bilecektir ki Almanya açık ara dünyanın en iyi takımı. Son iki Dünya Kupasını ve bununla beraber son beş Avrupa Şampiyonası'nı kazandılar. Bu süreçte oyuncular değişti, yeni gençler geldi, hoca değişti, sistem değişti ama takım kazanmaya devam ediyor. Patlayıcı bir hücum hattı var ve rakibin biraz sallandığını gördükleri anda üst üste 3 gol atabiliyorlar. Grup maçında karşılaştıkları Norveç'e karşı zorlanıyor gözüktüler, fakat 90. dakkadan sonra 3 tane atarak maçı 4-0 aldılar. Benzer bir durum da finalde gerçekleşti. 3-2 giden maç bir anda 6-2 oldu ve tadı kaçtı.

Biraz kendimi zorlayıp izlemeye uğraştım maçları. Kolay değildi tabi, topun peşinde çığlık çığlığa koşan kızlar, istikrarlı olarak aşırtma gol yiyen kaleciler, sürekli bir itiş kakış hâli televizyon başında kriz geçirtse de güzel maçlar da vardı. Özellikle Almanya'nın çok paslı hücumu, Hollanda'nın cattenacio'su (evet, yanlış duymadınız), İngiltere'nin Kelly Smith'i, müthiş İsveç-Norveç maçı akıllarda kaldı.


Almanya'dan sonraki en büyük şampiyonluk adayı İsveç, kesin favori çıktığı maçta Norveç'e 3-1 kaybederek elendi. Duran toptan yedikleri goller çok saçmaydı. 3-0 geri düştükten sonra Manchester United gibi oynamaya başladılar ama yalnızca bir gol bulabildiler. Sahaya iyi yayılan ve zonal markajın güzel bir örneğini sergileyen Norveç'in de hakkını teslim edelim.

Turnuva boyunca maçları anlatan Eurosport spikeri Dağhan Irak da yavaş yavaş Türkiye'nin en iyi spikeri olma yolunda ilerlemektedir. Sıkıcı olduğunu bildiği için sürekli maç anlatmaktansa kadın futbou hakkında enteresan bilgiler vermeyi tercih ederek beni de olaya ısındırdı. Geçen sene de bir artistik patinaj şampiyonası sonrası kendisine buradan övgü gönderdiğimi hatırlıyorum.

Açılış Dediğin Böyle Olur

Nicola Vujcic blog'unda Poznan'daki açılış seremonisini değerlendirmiş. Fazla dokunmadan çevirmeye çalışıyorum:

Maçtan önce enteresan bir durum gözüme çarptı.

Isınmalardan önce turnuvanın Poznan'da oynanacak kısmının açılış töreni vardı. Ve herhangi bir organizasyonda bundan daha komik bir açılış töreni gördüğümü hatırlamıyorum. Monthy Pyton izlemekten bir farkı yoktu.

Tribünlerde 30 kadar insan vardı. 4 tane adam ellerinde dört ülkenin filamalarıyla saha içine geldiler (ama arkalarında dizilmiş takım oyuncuları veya herhangi bir ülke mensubu yok). Konuşmalar için iki mikrofon ayarlanmıştı, ama mikrofonlar neredeyse tamamen boş olan tribünlere değil, iki gazetecinin bulunduğu ters istikamete bakıyordu.

Üç tane adam gelip boşluğa doğru Lehçe konuşmalar yaptılar, Polonya milli marşı çaldı ve şampiyonanın resmi olarak başladığı ilân edildi.

Eğer kaydedecek biri olsaydı, Youtube'da hit olurdu.

Bettingadvice forum'dan Silvio'ya teşekkür.

09 Eylül 2009

Kadir Has Fatih Terim

Bugün Posta gazetesinin ücra bir köşesinde okuduğum garip bir haberle sarsıldım. Kadir Has Stadı'nın müdürünün kovulduğu söyleniyor haberde. Çok garip değil aslında zeminin durumu ve Fatih Terim'in soktuğu laflar düşünülürse. İşin enteresan kısmı bu zeminin böyle olduğunun maçtan önce biliniyor olması. Benim haberim vardı zeminin kötü olduğundan, o maksatla "alt" oynamayı bile düşündüm maça. Fatih Terim'in de haberi vardır herhalde. Müdürü kovanların da haberi vardır. Böyle bir zeminde oynayacağını biliyorsun, maçtan sonra süpriz bir durummuş gibi sert eleştirilerde bulunuyorsun, müdürü kovduruyorsun.

Asabımızı bozuyorsun Sayın Terim.

06 Eylül 2009

Goodbye Bafana

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Denmark 7 5 2 0 14 3 +11 17
Hungary 7 4 1 2 9 4 +5 13
Sweden 7 3 3 1 8 3 +5 12
Portugal 7 2 4 1 9 5 +4 10
Albania 8 1 3 4 4 8 −4 6
Malta 8 0 1 7 0 21 −21 1

En büyük çekişmenin olduğu yer kesinlikle A grubu. Grubun favorileri Portekiz ve İsveç'ti ama şu anda ikisinin birden Dünya Kupası'nı kaçırma şansı var. İkisi de bu akşam çok kritik deplasmanlara çıktılar aslında. Parken'de kazanmak zorundaydı Portekiz, öyle de oynadılar ama beraberliği son anlarda ancak çıkardılar. Maçın adamı olarak Sorensen'in yokluğunda iki çok kritik top çıkaran Brondby'li kaleci Stephan Andersen'i gösterebiliriz, yakaladıkları nadir pozisyonda sıkı bir gol atan Bendtner'e de selamı çakmak lazım.
Budapeşte'deyse hakkı olan maçı dramatik bir şekilde kazandı İsveç. Tek kale oynamalarına rağmen sonlara doğru garip bir penaltıyla 1-1 oldu skor, uzatmada Macarlar yüklenirken İsveç bir kontra top attı ve Macarlar öyle bir hata yaptı ki, Zlatan kaleciyle karşı karşıya kaldı ve karnıyla attı bu sefer de golünü. Macaristan hala 2. sırada ama fikstürleri oldukça zor. Budapeşte'de böylesine kritik bir maçta zaten bu kadar kötü oynayıp, tribüne bu kadar İsveçli dolduruyorsan, bu işe layık değilsin demektir. Kusura bakmasın sevgili Macar okurlarımız.

Danimarka: Arnavutluk (D), İsveç, Macaristan
Macaristan: Portekiz, Portekiz (D), Danimarka (D)
İsveç: Malta (D), Danimarka (D), Arnavutluk
Portekiz: Macaristan (D), Macaristan, Malta

Kalan maçlar böyle. Portekiz'in puan kaybetmemesi lazım, hafta içi Budapeşte'de kazanırlarsa da zaten çok zor bir hedef değil bu, her ne kadar çok kötü bir eleme grubu geçirseler ve evlerinde henüz maç kazanamamış olsalar da. Ben İsveç'i tutuyorum ama Portekiz 3'te 3 yaparsa eğer, onların da yapması gerekecek. Parken'den beraberlik çıkarırlar ve işler son maçlara kalırsa, averaj devreye girecek ve o durumda içerde Malta ve Arnavutluk'a kim daha fazla gol atabilir yarışı izleyebiliriz. Bu arada hangi devirdeyiz, gol averajı mı kaldı Fifa?!

Portekiz 3'te 3 yaparsa belki gruptan çıkacak kısa vadede ama uzun vadede Queiroz'un kredisinin artması demek bu. Evet 90'ların başındaki o yetenekli jenerasyon için en büyük payın biçildiği adamların başında geliyor ama her iyi altyapı hocası, bir üst seviyede aynı başarıyı yakalayacak diye bir kural yok. Bu kadar yetenekli bir takımın bu kadar kötü oynaması hoca değişikliği için bence yeterli bir sebep. ABD 94'e İsviçre'nin arkasında kalıp gidemeyen Portekiz takımının başında da aynı adam vardı, bazı ilişkiler vardır, tutmuyorsa tutmuyordur. Israrın size getireceği tek şey fayda değil, kaçırılan fırsatlardır. Bazen bu çilli bir kızıl olabilir, bazen de bir diğer dünya kupası bileti...

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Switzerland 7 5 1 1 13 6 +7 16
Greece 7 4 1 2 12 6 +6 13
Latvia 7 4 1 2 11 6 +5 13
Israel 7 2 3 2 10 9 +1 9
Luxembourg 7 1 2 4 3 13 −10 5
Moldova 7 0 2 5 2 11 −9 2

İsviçre: Letonya (D), Lüksemburg (D), İsrail
Yunanistan: Moldova (D), Letonya, Lüksemburg
Letonya: İsviçre, Yunanistan (D), Moldova

2. gruptada liderlik maçı vardı Basel'de, iki Alman arasında. Rehhagel'in Yunanistan'ı beraberlik için gelmişti, iyi de götürüyorlardı, ilk yarı 10 kişi kalmalarına rağmen, ama son 6 dakikada iki gol attı Hitzfeld'in İsviçre'si. Alttan tırmalamayan çalışan Letonya da İsrail ve Yunanistan'ın kazanamadığı İsrail deplasmanında kazanan ilk takım oldu. Hafta içi bu grupta da kritik bir maç var, Letonya içerde İsviçre'yi yenerse 3 takım da aynı puana gelecek ve 10 Ekim'deki Yunanistan - Letonya maçına kalacak herşey. İsviçre'nin içerde Lüksemburg'a kaybedecek kadar istikrarsız bir grup lideri olduğunu da es geçmeyelim. İsviçre ve Yunanistan daha şanslı kısacası.

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Slovakia 7 5 1 1 19 8 +11 16
Northern Ireland 8 4 2 2 13 7 +6 14
Poland 7 3 2 2 19 8 +11 11
Slovenia 7 3 2 2 10 4 +6 11
Czech Republic 7 2 3 2 8 6 +2 9
San Marino 8 0 0 8 1 37 −36 0

Slovakya: K.İrlanda (D), Slovenya, Polonya (D)
K.İrlanda: Slovakya, Çek (D)
Polonya: Slovenya (D), Çek (D), Slovakya
Slovenya: Polonya, Slovakya (D)
Çek: San Marino, Polonya, K.İrlanda

3. grupta Slovakya daha rahat olsa da, olası kötü bir finish'le ilk 2 dışında bulabilirler kendilerini. Çekler şu anda 5. ama içerde kalan 3 maçlarını da kazanırlarsa büyük ihtimalle çıkarlar gruptan. Bu yüzden dün gece Slovakya deplasmanında maçın sonlarında Baros'la buldukları gol onlar için çok değerliydi. Slovakya dün kazansa işi bitirmişti ama şimdi de bir galibiyet onlara yetebilir. Özellikle Slovaklar'ı artık büyük bir turnuvada görmek istiyorum, pozitif bir oyun oynuyorlar ve Çekler'in topladığı o sempatiyi pekala Slovaklar da toplayabilir. Holosko, Sestak, Vittek, Hamsik gibi yetenekli hücum oyuncuları, Skrtel gibi sıkı bir defans liderleri ve Weiss, Stoch gibi genç yetenekleri var.

Polonya, Slovenya veya Kuzey İrlanda'nın da şansı yok değil. Birbirine çok yakın seviyede takımlar, kestirmek görünenden daha zor olabilir. K.İrlanda'nın gruptan çıkabileceğini sanmıyorum yine de. Keza Polonya'nın fikstürü baya zor. Ben yine de Çekler ve Slovaklar diyorum. Plase, Slovenler.

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Germany 7 6 1 0 20 4 +16 19
Russia 7 6 0 1 15 3 +12 18
Finland 7 4 1 2 10 11 −1 13
Wales 7 3 0 4 5 7 −2 9
Azerbaijan 7 0 1 6 1 9 −8 1
Liechtenstein 7 0 1 6 1 18 −17 1

4. grup hakkında konuşmaya gerek yok, Almanya & Rusya işi zamanında ciddiye alıp, auch auch diye gülüp keyiflerine bakıyorlar şu sıralar.

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Spain 7 7 0 0 18 2 +16 21
Bosnia and Herzegovina 7 5 0 2 20 7 +13 15
Turkey 7 3 2 2 10 7 +3 11
Belgium 7 2 1 4 10 16 −6 7
Estonia 7 1 2 4 7 19 −12 5
Armenia 7 0 1 6 3 17 −14 1

Estonya maçını izlemeyi düşünmüyordum aslında ama böyle bir Arda'yı izlediğim için de oldukça memnunum. İnanılmaz bir bireysel performanstı. Yenilen ilk golde Hamit'in pası konuşuluyor ama Gökhan Zan'ın korkunç pozisyon hatası korkunç bana göre. Zan bu yüzden hiçbir zaman üst düzey bir stoper olamayacak, zaten çok overrated bir oyuncu ve yıllardır hala pozisyon almayı, kademeye girebilmeyi öğrenemedi. Üstelik kendisine bu kadar kapı açan bir size'ı olmasına rağmen, dünya üzerinde bu avantajını kullanmayan yegane oyuncu diyebilirim. Taraftar gözüyle bakınca da bazı oyuncular vardır mesela yeteneksiz olsa da kızamazsın, sempatiktir. Emre Aşık böyleydi biraz, Mustafa Doğan da. Ama Gökhan bu Bakırköy emo'su tarzıyla uzun süre gözüme giremeyecek.

Bizim işimiz hayli zor, anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Çünkü ipler sadece bizde değil. Bosna ve Belçika deplasmanlarını kazansak da, ki yapılamaz bir hedef değil, Bosna'nın dışardaki Estonya veya içerdeki İspanya maçlarından birinde puan kaybetmesi lazım. İspanya maçının son maç olması Boşnaklar için büyük avantaj, nasıl bir kadroyla geleceklerini bilmiyoruz İspanyollar'ın. Full çekmek gibi bir hedefleri varsa bilemem ama Del Bosque Torres'leri, Villa'ları götürür mü kan akması muhtemel bir Bosna deplasmanına emin olmak güç. Bu arada olası bir puan eşitliğinde de Bosna'nın oldukça iyi bir averajı var.

England 7 7 0 0 26 4 +22 21
Croatia 8 5 2 1 16 7 +9 17
Ukraine 7 4 2 1 14 6 +8 14
Belarus 7 3 0 4 15 11 +4 9
Kazakhstan 7 1 0 6 7 22 −15 3
Andorra 8 0 0 8 2 30 −28 0

Hırvatistan: İngiltere (D), Kazakistan (D)
Ukrayna: Belarus (D), İngiltere, Andorra (D)

6. grup çok enteresan bir hal aldı. İngiltere'nin İspanya gibi grupla bir alakaları kalmadı ama ekstra motivasyon sağlayabilecekleri bir durum var ortada. O da Hırvatistan. Hafta içi Wembley'de Hırvatistan maçı var İngilizler'in. Geçen sene yine aynı sahada oynamışlar, liderliği garantileyen Hırvatlar, İngiltere'yi yenip turnuva dışı kalmalarını sağlamışlardı. Şimdi roller değişti. Çünkü İngiltere'nin Hırvatistan'dan sonra, Ukrayna deplasmanında maçı var. O maça asılacaklarını hiç sanmıyorum. Kısacası gruptan kimi çıkacağı İngiltere'nin elinde, harika da bir intikam fırsatı.

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Serbia 7 6 0 1 15 5 +10 18
France 7 4 2 1 9 7 +2 14
Austria 7 3 1 3 10 10 0 10
Lithuania 7 3 0 4 6 6 0 9
Romania 7 2 2 3 8 11 −3 8
Faroe Islands 7 0 1 6 2 11 −9 1

7'de Sırbistan harika gidiyor, bir terslik çıkmazsa gruptan rahat çıkacaklar. Fransa işi bitirebilirdi dün gece Paris'te ama Romanya'yı yenemeyip, kötü eleme performanslarına bir yenisini daha eklediler. Domenech'in elinde ciddi ciddi ülkenin ağır adamlarının +18 resimlerinin olduğuna inanmaya başladım.

Fransa: Sırbistan (D), Faroe, Avusturya
Avusturya: Romanya (D), Litvanya, Fransa (D)
Litvanya: Faroe (D), Avusturya (D), Sırbistan
Romanya: Avusturya, Sırbistan (D), Faroe (D)

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Italy 7 5 2 0 11 3 +8 17
Republic of Ireland 8 4 4 0 10 6 +4 16
Bulgaria 7 2 5 0 10 5 +5 11
Cyprus 7 1 2 4 7 11 −4 5
Montenegro 7 0 4 3 6 12 −6 4
Georgia 8 0 3 5 4 11 −7 3

8'de İrlanda işi kolayladı. Deplasmanda şu ana kadar maç kazanamayan Bulgarlar'ın, hafta içi Torino'da İtalya'yı yenmeleri lazım. Yenseler bile, İtalya'nın Dublin'de, Trapattoni'nin İrlanda'sına yatmaması lazım. Zor.

İrlanda: İtalya, Karadağ
Bulgaristan: İtalya (D), Kıbrıs (D), Gürcistan

Team
Pld W D L GF GA GD Pts
Netherlands 7 7 0 0 16 2 +14 21
Scotland 7 3 1 3 6 10 −4 10
Norway 7 1 4 2 7 6 +1 7
Macedonia 7 2 1 4 4 9 −5 7
Iceland 8 1 2 5 7 13 −6 5


9. grupta birer maç kaldı ve 3 takımın 2.'lik şansı var. Norveç içerde Makedonya'yla oynuyor ve kazanıp, İskoçya'nın kaybetmesini bekleyecekler. İskoçya ise içerde Hollanda'yla oynuyor, onlar için yine zor bir final maçı olacak. Euro 2008 elemelerinde İtalya'ya takılmışlarda son maçta, çıkamamışlardı gruptan. Beraberlik onlara yetecektir ama en iyi ikinciler muhabbetinde altta kalmamak için kazansalar iyi olur.

Bu arada bir tane grup ikincisi playoff dışı kalacak, grup sonuncularıyla yapılan maçlarda alınan puanlar silinip bir puan tablosu yapıldıktan sonra. Şu anki durumu da koyalım ki bir fikir versin.

Grp
Team
Pld W D L GF GA GD AG Pts Notes
4 Russia 5 4 0 1 11 3 +8 4 12 a,b
6 Croatia 6 3 2 1 10 7 +3 3 11 a,b
7 France 6 3 2 1 8 7 +1 4 11 a,b
2 Greece 6 3 1 2 9 6 +3 6 10 a,b
8 Republic of Ireland 6 2 4 0 6 4 +2 4 10 a,b
9 Scotland 7 3 1 3 6 10 −4 2 10 a
5 Bosnia and Herzegovina 5 3 0 2 14 6 +8 5 9 a,b
3 Northern Ireland 6 2 2 2 6 7 −1 2 8 a
1 Hungary 5 2 1 2 5 4 +1 2 7 a,b