Proje posta kutuma geldiğinde, bu kadar enfes bir işin ortaya çıkacağını tahmin etmiyordum. 30 takıma, 30 preview, 140 sayfa. NBA'in kıyısından geçen herkese armağan olsun.
Güzel insan Oytun Özdemir'in dediği gibi, "al kucağına laptopu. gir tuvalete. saatlerce oku."
http://www.batug.com/magazine/index.html
27 Ekim 2009
23 Ekim 2009
Eski dostlar bardak oldu
Isiah Thomas’ın yöneticilik ve koçluk kariyerini nasıl piç ettiğini biliyoruz. İntihar etmeyi düşündüğü günlere gelene kadar uzanan bir süreç, yarı başarılı bir yöneticilik, iyi draft seçimleri, kötü kontratlar ve en nihayetinde eline, yüzüne bulaştırdığı New York macerası… Çoğu takipçi ise oyunculuk kariyerini nasıl piç ettiğini ve ligin efsane oyuncularından biri olma yolunda ilerlerken, sessiz sedasız emekliliğini açıkladığını hatırlamaz.
Az aşağıda değineceğim ana yemeğin hemen öncesinde o yemeğe giden hazırlık sürecini anlatalım. Bu işin arkasında da Michael Jordan var, ilk All-Star maçı olan 1985’e uzanıyor hikâye. Jordan’ın üzerinde, o zamana kadar herhangi bir yıldız üzerinde eşi benzeri görülmemiş ilgi var, Nike anlaşmaları, “All-Star maçında All-Star ekipmanı giyilir” tabusunu yıkan smaç yarışması ısınmaları ile Jordan marka ikonu bir genç yıldız olarak parıldamaktadır.
Jordan’ın asansörde Isiah’a selam vermediğine dair bir söylenti de olayları iyice alevler ve zamanın kankaları Magic ve Isiah, parlak çocuğa topu fazla atmamak üzerine bir konuşma yaparlar ve bunu da sahada –her ne kadar kimse bu konuda bir itirafta bulunmasa da- uygularlar. Maç sonrası isimsiz bir kaynak bu olayı doğrular, maçı izleyen ünlü spor yazarlarından Jack McCallum da “In my opinion, there was a freeze-out. Maybe not for the entire game but for major parts of it” diyerek tanıkların hislerine tercüman olur.
Jordan, kariyerinin son sahnesi olan Hall-of-Fame konuşması dahil –ki o konuşmada giydirmediği adam kalmadı- olayı reddeder, Isiah da bir sürü efsanenin bulunduğu –Bird, Erving, Moses gibi- o kadroda Jordan’ın sadece 9 şut kullanıp 7 sayı atmasının normal olduğunu anlatarak güler, geçer.
Ancak yazılı olmayan tarih öyle demiyor. Jordan o günden sonraki ilk Pistons maçında 49 sayıyı atıverir. Kariyerinin geri kalan kısmı da sürekli Isiah ve Pistons ile didişmekle geçer ve belki de muhteşem başarılarla dolu kariyerindeki en ağır mağlubiyetleri de hep Isiah’a karşı alır. Ancak 1991’deki süpürge sonrası Isiah olayı kaldıramaz ve maçın bitimine henüz 10 saniye varken bench’teki arkadaşlarıyla birlikte sahayı terk eder.
Sonrası ana yemek. 1992 Original Dream Team kurulurken dönemin en formda yıldızlarından ziyade, son 10 yıla damgasını vurmuş efsane oyuncular tercih edilir. Magic Johnson ve Larry Bird basketbolu bırakmamış olsa da son demlerini yaşamaktadırlar. Bahsi geçen dönemden tek bir süperyıldız kadroda yoktur: Isiah Thomas. 4 Kasım’da resmen satışa çıkacak olan, Jack McCallum’un kaleme aldığı, Magic ve Bird’ün ortak otobiyografisi When the Game was Ours’ta Magic Johnson, bu işe tam da bizim tahmin ettiğimiz şekilde, bir açıklama getirmiş:
Isiah killed his own chances when it came to the Olympics. Nobody on that team wanted to play with him. ... Michael didn't want to play with him. Scottie [Pippen] wanted no part of him. Bird wasn't pushing for him. Karl Malone didn't want him. Who was saying, 'We need this guy?' Nobody.
Isiah ve Magic, 1988 finallerinde maçlardan önce ‘a kiss on the cheek’ olarak bilinen selamlaşmalarıyla dostluklarını ele-güne duyurmuş, ölümüne kanka imajı vermişlerdi. Isiah, en çok da bu konuya üzüldüğünü söylüyor:
I'm glad that he's finally had the nerve and the courage to stand up and say it was him, as opposed to letting Michael Jordan take the blame for it all these years, I wish he would have had the courage to say this stuff to me face to face, as opposed to writing it in some damn book to sell and he can make money off it.
Magic’in asıl ağır suçlaması, HIV taşıdığı ortaya çıktıktan sonra gay yahut biseksüel olduğuna dair iddiaları yayan kişinin Isiah olduğunu söylemesi. Onun bu konuyu sürekli irdelediğinden, en güvendiği kişi olmasına rağmen peşini bırakmadığından bahsetmiş. Isiah ise öz kardeşinin AIDS’ten öldüğünü ve bu konuda Magic’ten daha fazla bilgi sahibi olduğunu, ek olarak da bu kadar yakın bir arkadaşının cinsel tercihlerini sorgulayarak bir bakıma kendisininkini de sorgulamış olacağını söylemiş. İlginç bir yaklaşım.
Sonuç olarak, vefa bozası zamanında leblebiyle içtiğimiz bir içecekmiş. Bu yaşa gelmiş adamların birbirine böyle bel altı vurmaları hoş değil. Isiah en çok arkadaşı zannettiği Magic’in kendisine kitapla vurmasına içerlemiş:
I'm really hurt, and I really feel taken advantage of for all these years, I'm totally blindsided by this. Every time that I've seen Magic, he has been friendly with me. Whenever he came to a Knick game, he was standing in the tunnel with me. He and Herb Williams and I, we would go out to dinner in New York. I didn't know he felt this way.
Kaynaklar: Bleacher's Brew, CNNSI
22 Ekim 2009
Paranın alamayacağı şey
Zamanında Galatasaray Man Utd'ı, Frankfurt'u, Werder Bremen'i, Roma'yı yenerken ligde olmadık takımlara yenilir, Fenerbahçe'den de tarihi mağlubiyetler alırdı. Frankfurt zaferinin ve Sigma hezimetinin hemen arkasına gelen 1-0'lık Fenerbahçe galibiyetini bizim jenerasyon net hatırlar. "Avrupa'ya yakışıyor" derlerdi o zaman Galatasaray için. Sanki oraya başka takım, buraya başka takım çıkarıyor gibi...
Milan'ı o dönemlerdeki Galatasaray görünüşüne fazlasıyla benzetiyorum. İki senedir bitmiş bir takım bu, Leonardo hâlâ Seedorf-Inzaghi-Nesta-Oddo diye yazıyor kadro kurarken. Hani ellerinde Cafu olsa, onu da oynatacaklar. Yaşlı, kalecisi olmayan, eski temposundan ve savunma direncinden yoksun bir ekip. Ancak bu tip maçlara konsantre oldukları zaman da karşılarında kim olduğu farketmiyor.
Her yönüyle ilginç bir maçtı. Ronaldinho uzun süreden sonra Barnebau'ya çıktı, Kaka da ilk defa eski takımına karşı forma giydi. Milan'ın kalesinde evinde otururken koluna girilmiş, zorla Madrid'e getirilmiş gibi duran Dida var. 4 milyon €'luk kontratı bu sezon bitiyor abinin, SSK'da gün doldurmaya çalışan emekli adayları gibi bakıyordu ilk golden sonra. O top nasıl kaçar elden? Peki Raul'un topa yine en yakın oyuncu olmasına ne demeli?
Aşağıda da yazdık, Raul 66 golle Avrupa kupalarında gol rekorunu egale etti, kıracak da bir aksilik olmazsa. O noktadan sonra kitlenen maçın hareketlenmesi için olmaz denilenin olması gerekiyordu. Pirlo yaklaşık 40 metreden çıkardı, Casillas kapadığı köşeden aldı topu. 40 metre! Sonrası için biraz özeleştiri yapmak gerekiyor. Real Madrid'i Milan önünde bu kadar favori yapan neydi? Her ne kadar süreklilikten uzak olsa da bu tecrübedeki bir savunmaya karşı ne ispatlamıştı ki Madrid? Çift forvetin Raul-Benzema olunca orta sahadan ciddi destek gerekiyor. O da gelmeyince, yani Real Madrid orta sahayı Milan'a kaptırınca, bu golün de etkisiyle gidişat değişti. Casillas olmaz denileni bir daha oldurdu, ikinci golü de hediye etti.
Real Madrid'in tek forvete dönmeye şiddetle ihtiyacı var. O forvet de malesef Raul değil, Benzema. Ronaldo sakatlıktan dönünce bu değişimin ilk sinyallerini göreceğimizi tahmin ediyorum. Yine de ikinci golde de payı vardı Raul'un, çalışma kokan bir korner ve eski Dida'nın affetmeyeceği sertlikte bir top daha içerde. Bu gol olduğunda daha dakika 76 idi, sonrasında Milan'ın şanlı direnişini izledi, izleyebilenler. Ronaldinho-Raul elektriği kimi heyecanlandırmaz ki? Nesta da büyük adam, bacaklarının götürmediği yerde bile takımı için göğsünü geriyor.
Sonrasında dengesi iyice bozulan Madrid savunması, Seedorf'un bu ligdeki üçüncü "al da at"ı, Pato'nun şık bitirişi. Arka arkaya gelen iki zor galibiyet, Leonardo ve Milan için bir şahlanış olabilir mi? Bana göre zor, ama Milan'ın bu yıllanmış kadrosunun çocuklar gibi sevindiğini görmek de bambaşka bir his.
Dumur haftası
Garipliklerle dolu maçlar geride kaldı, salı ve çarşamba gününde. Toplam 44 gol var, sadece beş evsahibi takım galip gelebildi, deplasman takımlarının çıkardığı toplam puan 25. Maç başına 2.7 gol, uzun zamandır hatırladığım en yüksek ortalamalardan biri, detaylı araştırmadım. Bir diğer ilginç nokta, yenilen gollerdeki savunma ve kaleci hatalarının fazlalığıydı. Casillas gibi futbol tarihine geçmiş bir efsane bile iki tane hatalı gol yedi. Raul, 66. Avrupa golünü attı ve bu dalda Gerd Müller'i yakaladı, bir gol daha atarsa -ki atacaktır- rekorlarına yeni bir satır ekleyecek.
Atılan 44 golün yedisi kendi kalesine. Rangers - Unirea maçında kendi kalesine atılmış tam 3 gol var. Mesela Bordeaux - Bayern maçında Ciani, önce kendi kalesini sonra rakip kaleyi sarstı, akabinde Bayern iki kırmızı kart gördü ve Bordeaux iki penaltı kaçırdı. Böyle maç kaç yılda bir olur?
Real Madrid - Milan maçında Dida'nın iki yediği gol de hatalı. Hadi Drenthe'nin şutunda köşeyi kapatamadı, ilk golde tuttuğu topu düşürmesine ne demeli? Öbür tarafta Casillas, Pirlo'nun şutundan çok daha zor pozisyonları kurtarmasıyla ünlü değil mi? Peki ya Pato'nun ilk golündeki hatalı çıkışı?
Barcelona'nın yenilmesi ayrı bir hikâye. Rubin Kazan, tanınmayan bir takım olmasının ekmeğini ilk haftalarda fazlasıyla yedi. Değil yenilmek, bu tip bir maçta zorlanması bile hayal gibi gözüken Barcelona'nın yaşattığı dumur, haftanın en büyüğü müydü, yoksa Inter'in gruptan çıkmasını engellemek için hazırlanmış sinsice bir plan mıydı?
Gökdeniz'in gol atması amma abartıldı yahu. Demek ki yurtdışında oynayan futbolcularımızdan beklentilerimiz o kadar azalmış ki, tüm hatlarıyla yüklenen Barcelona'yı takım halinde kontra yakalayan Rubin'in başarısını, golde ismi yazan Gökdeniz'e mâl ediyoruz, maçın hemen arkasından röportajlarla Barcelona'yı nasıl parçaladığını ballandıra ballandıra anlatmasını bekliyoruz. Olgunluk gösterip, "sadece gollerde hatırlanmak kötü" deyince de bize bozuk olduğunu zannediyoruz.
Mourinho dengesiz ilerleyişine devam ediyor. Henüz bir kadro istikrarı yakalayabilmiş değil, Lucio-Samuel kesinlikle günümüz futbolunda yeri olmayan bir ikili, en azından CL finalini hedefleyen bir takım için. forvetteki sakatlıkların da payı vardır elbette ama genel olarak yaşlı, fizik gücü yetersiz bir kadro var elinde ve bu malzeme de oynatmak istediği şablonu bozuyor. Inter sayesinde en sevdiği CL'nin son sekiz maçında galibiyeti yok.
Özellikle salı günü favorilerin performansları düşündürücüydü. Yeni şampiyonlar uygulaması CL'ye yaradı mı ne?
Bu da son dumur olsun. Maçlar bitmiş, kurmaylarımla özetleri bekliyorum. Maçların skorlarına da bakmamışız, heyecanla dünkü gibi sürpriz skorların çıkmasını, güzel golleri görmeyi bekliyoruz. Star'ın yarım saatten fazla süren reklam-maç hakkında cümle-reklam-maç hakkında cümle-reklam sirkülasyonu akabinde Sabri Ugan uzay fonuyla yayına giriyor. Onun sunumlarında sesi kapatıyoruz ki, bu kadar dayandıktan sonra şok bir spoiler ile sarsılmayalım. Son maça kadar geliyoruz, Chelsea-Atletico Madrid, en çok merak ettiğimiz sonuçlardan biri. Ses yine kapalı, ama resmen beynimizi okuyan Sabri, spoiler vermenin bir yolunu buluyor ve eliyle 4 işareti yapıyor. İnanması güç...
Büyük Mustafa küçülüyor
Yazının başlığının oynattığı futbolla, oyuncu tercihleriyle, oyuna müdaheleleriyle pek bir alâkası yok. Benim kafama takılan, Mustafa Denizli'nin CL maçlarına yaklaşımı, maç sonrası açıklamaları, verdiği yanlış umutlar.
Dün Denizli dokuzuncu CL maçını geride bıraktı. Topladığı puan sayısı 1. Hangi takımla, hangi şartlarda oynarsa oynasın, başarısızlık olduğu apaçık ortada. Ama o bunu kabul etmiyor. Bu dokuz maçın da ardından, türlü bahanelere sığınıp, puan kayıplarını dış faktörlere bağlıyor.
2001-2002 sezonunda Fenerbahçe ile puan alamazken, ilk maçın ertelenmesine takılmış, bütün maçlardan sonra bu ayarlamanın takımı nasıl etkilediğinden dem vurmuştu. Tabi Fenerbahçe'nin iyi oynamasına rağmen puan alamaması gerçeğinin de üzerine basarak.
Bu sezon da hem Man Utd maçında, hem CSKA maçında, hem de dünkü Wolfsburg maçında sahanın daha iyisi hep Beşiktaş idi, tabi Mustafa Denizli'ye göre. Hatta dünkü maçın sonunda alınan bir puanla birlikte gruptan çıkma yolunda avantajın kendilerine geçtiğini, artık diğer takımların düşünmesi gerektiğini anlatırken ne kadar da rahattı:
Grupta daha önce oynadığımız maçlar aslında bizim puansız geçeceğimiz maçlar değildi. Bugün burada Almanya şampiyonundan alınan 1 puanın ne kadar önemli olduğunu ileride grup maçları bittiğinde göreceğiz. Alınan 1 puanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Oyunun genelinde çok iyi bir performans sergiledik. Grafite'nin atılması da bize iyi geldi. Bu hem bizim önümüzü açacak 1 puan, hem rakiplerin önünü kapatacak şekilde kaybedilen 2 puan anlamına geliyor. Bizim Wolfsburg'tan puan almamız çok önemliydi, başardık. Şu anda asgari 7 puan alacağımızı düşünüyorum. 7 puan bizi Şampiyonlar Ligi'nde devam ettirecek bir puandır.Bu noktada, Man Utd'ın 9, Wolfsburg'un 4, CSKA'nın 3, ipleri elinde bulunduran Beşiktaş'ın ise 1 puanı olduğunu hatırlatmak gerek. Önündeki iki maçı kazanması gereken Beşiktaş'ın gruptaki tek golü de bitmiş maçta CSKA'ya karşı geldi.
Bir takım kötü oynayabilir, sıfır çekebilir, teknik direktör için de bu geçerli. Önemli olan, hem saha dışında, hem saha içinde aşama kaydetmek, sonraki sezonlara yatırımını devam ettirmektir. Bu sebeple yakın geçmişte UEFA kupası kazanan CSKA, maçlarına 19 yaşındaki Necid ve Dzagoev'i banko başlatıyor. Bu nedenle Man Utd harcanılan paraların karşılığını henüz göstermemiş Nani ve Valencia'yı ısrarla denemeye devam ediyor. Diğer takımlar için de bu örnekler çoğaltılabilir.
Mustafa Denizli ise, takıma aşama kaydettirme kabiliyetinden çok ezberin üzerine gidiyor, benim görüşüme göre adımlarını geriye doğru atıyor.
Neredeler #5 - Darvin Ham
İzlediğim dönemler içerisinde, Michael Curry ile birlikte, Pistons forması giyen en kötü oyuncuydu Darvin Ham. NBA toplamını göz önüne alırsam da ilk 5'e rahatlıkla girer. Kendim de dahil olmak üzere şut stili bu kadar çirkin bir adam görmedim. Serbest atış çizgisinde bu kadar kalas olabilen kısa forvet sayısı da dünya genelinde bir elin parmaklarını geçmez.
Darvin dayı -ona böyle hitap etmek beni biraz rahatlatır- Pistons'tan ayrıldıktan sonra -ki kendisinin bir adet NBA şampiyonluk yüzüğü bulunmaktadır- Filipinler'de basketbol macerasını sürdürmeye çalıştı (Gittiği takımda daha önceden, Türk basketbol seyircisinin "Kim bu yavşak?" başlığıyla tanıdığı Richie Frahm da yer alıyordu) Ancak orada "bile" başarılı olamayıp geri döndü. Daha sonra NDBL'e geçti. NDBL'e geçtikten sonra izini kaybettiğim Darvin dayı, NDBL'de takas olduğunu öğrenmemi sağlayarak (ne gerek varsa?) tekrar şaşırttı. Bununla yetinmeyip, kendisini gönderen takıma asistan coach olarak geri dönerek değişik bir travmaya sebep oldu.
Varsayıyorum ki, NBDL'de Albuquerque Thunderbirds taraftarısınız ve takımınıza Darvin Ham isminde, 34 yaşında, hakkında Türkiye'de bile yazılar çıkacak kadar kötü bir oyuncu geliyor. Üstelik bu adama bir dönem katlandıktan sonra başka bir takıma gönderiyorsunuz ama daha sonra asistan coach olarak geri dönüyor. Benim kalbim kaldırmazdı açıkçası.
Darvin Ham'in en meşhur olayı ise, eşiyle tartıştığı bir gece kafasına eşi tarafından şarap şişesiyle girişilmesidir. Yengeye madalya takacaklarına ev hapsi vs. verdiler.
19 Ekim 2009
Spor Skandalları #7: Ankaravoltranı
Bu konu hakkında çok kafa yormadım, yoranları da çok takip etmedim. Sadece sokakta yürüyen normal bir vatandaş olarak bazı sorulara cevap arıyorum şu aşamada. Sorduğum soru da, geçtiğimiz günlerde Adnan Polat'ın yaptığı açıklamaya paralel: Madem kaputu açtın, aküyü niye çaldın?
Ben hukukun üstünlüğüne inanan birisiyim. Alınan kararlarda genel hukuk ilkesinden hareket edilmesinden yanayım. Bazı kararları anlayamıyorum. Burada eğer böyle bir suç varsa, böyle bir ceza gerekiyorsa o zaman iki kulübün birlikte küme düşmesi gerekirdi.
Biraz fikir jimnastiği yapmakta, düşünen adam olmakta fayda var. Burada mağdur kim? Kafasına göre başkan değiştiren, aile şirketi Ankaraspor mu? Yoksa kafasına göre başkanlık yaptığı klübü değiştiren Ahmet Gökçek ve buzdağının hem görünen hem de görünmeyen kısmı olan Melih Gökçek mi? Yoksa bu karambolde Ankaraspor'un kanını sivrisinek gibi emip dokuz oyuncuyu vakumlayan Ankaragücü mü? Jürgen Rober?
Bu işin bana göre bir açısı var, o da gayet ortada. Ankaraspor iyi ya da kötü ligin gediklilerinden biri olmuş, orta kalite bir kadroya sahip, istikrara uzak olmayan bir klüptü. Sezon öncesinde bu takımın en önemli ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci oyuncuları olan Çakır, Risp, Ediz ve Muhammet Hanifi Ankaragücü'ne giderken Özer Hurmacı'nın gölgesinde uyuduk. Halbuki ta o zamandan belliydi bu garipliğin cereyan edeceği. Daha sonra Ahmet Gökçek, yaşının da verdiği heyecanla, FM'de cheat yapan bir wanker edasıyla hemen koltuğunu değiştirdi. Halbuki bu transferlerle yetinip, Ankaraspor'un küme düşmesini bekleyip usülüne daha bi' uyarak geçebilirdi yeni görevine.
Ancak, Ankaraspor elinde olmayan aile mevzuları ile paramparça olup, bir de ikinci lige sallandıysa, bu işin asıl kaynağı olan Ankaragücü ve Ahme(lih)t Gökçek de Türk futbolundan sonsuza kadar temizlenmeliydi. Sonra da soruyoruz, "futbolumuzdaki sorun"u. Sorundan başka ne var ki?
Konu hakkındaki fikirleri yorum kutucuğunda görmekten mutluluk duyacağım.
Gershon mu, hakemler mi?
NBA'de halihazırda devam eden hazırlık maçlarını, ingilizcesi "replacement referees" olan, Türkçemize "idareten hakemler" olarak çevirebileceğimiz bir grup idare ediyor. Bu olayın sebebi, NBA'de maç yöneten yaklaşık 60 hakemin sözleşmelerinin bu sezon başında bitmesi, yeniden anlaşma için ortada bulunan ufak bir pürüzün giderilmesi yerine toplantıyı iptal edip yeni bir toplantı için de tarih ayarlamayan NBA yönetimi ve David Stern.
Halledilemeyen pürüz, her ne kadar ne kadar önemli bir detay olduğunu kestiremesem de, hakemlerin NBA ile yaptıkları toplu anlaşmanın bütçesinden yapılmak istenen indirimler arasında 700.000 $'lık bir fark bulunması. Bu sebeple, hakemler sendikası da 1999'da oyuncuların uyguladığına benzer bir lokavt uyguluyorlar.
İdareten hakemler hakkında oyunculardan koçlara, GM'lerden ligin eskilerine kadar herkes yorum yaptı, genelde de olumsuz fikirler belirtildi. Stern için ne yazık ki, belki de tercih etmeyeceği bir maç ve ortamda mevzubahis idaretenlerin ilk vukuatı cereyan etti.
Madison Square Garden'da NY Knicks ile Maccabi maç yapıyorlardı. Hazırlık maçından daha çok önem arz ediyordu mücadele, gelirler Migdal Ohr adında bir yetimhaneye bağışlanacaktı ve Migdal Ohr, İsrail'deki sayısız muhtaç çocuğa yardım elini uzatmış dünyanın en büyük yetimhanesiydi.
David Stern'ün yahudi olduğunu, hatta sporda gelmiş geçmiş en başarılı yahudilerden biri olduğunu, hatta ve hatta ailesinin bir çok üyesini İkinci Dünya savaşında kaybeden dinine bağlı bir yahudi olduğunu biliyoruz. Görüşlerini çok fazla etkilemeyecektir, ancak Gershon'un arka arkaya iki manasız teknik faul almasını -hatta bir tanesi lehlerine verilen bir kararda- ve atılması gerekirken 8 dakika boyunca sahayı terk etmemekte diretmesini, onu iknâ etmek için sahaya bir hahamın inmesini görmek çok da hoşuna gitmemiştir diye tahmin ediyorum. Belki yeni uygulamayı sorgulamak için bir fırsat olarak görür bu olayı.
Aşağıda bu yaz takip edebildiğim kadarıyla derlediğim, Stern'ün çiftlik ağası modelinde aldığı ve uygulamaya koyacağı bazı kararlar hakkında bilgi alabilirsiniz:
"Biraz daha yürüsen eve gidiceksin" kuralı olarak da bilinen pivot ayağı kuralı esnetildi:
- NBA to alter traveling rules
- Lebron James pleased to hear NBA is reconsidering rules on traveling
"Bench'teki oyuncu münakaşa sırasında sahaya giremez" kuralının esnekliğiyle hâlihazırda bir serimizin içine eden Stern, kenardaki oyuncuları bileklerinden prangalamaya kadar gidecek gibi:
- NBA tells players to take a seat
Oyuncuların saha içindeki davranışlarından saha dışındaki görünüşlerine el atan Stern (a.k.a. dress code), son olarak da cep telefonlarını karıştırma hakkını kendisinde buldu:
- New NBA rule prohibits in-game Twitter use
15 Ekim 2009
Tez antitez ve Ciara Feat
Tez Cengiz Semercioğlu’ndan geliyor, ünlü televizör eleştirmenü, özgürlük savaşçısü ve Ciara Feat’lerin dostü, Zaza Enden Tatü, youtube’ların hamisü…
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12416810&yazarid=105
Antitez ise ünlü tenör ve doktör ve daha bir sürü şey Ferhat Göçer’in sevgilisü ünlü sinema eleştirmenü cinobilü Ömür Gedik’ten geliyor.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12431606&tarih=2009-09-08
Sentez de Rammstein’dan geliyor. Ciara Feat’in daha öğreneceği çok şey var.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12416810&yazarid=105
Antitez ise ünlü tenör ve doktör ve daha bir sürü şey Ferhat Göçer’in sevgilisü ünlü sinema eleştirmenü cinobilü Ömür Gedik’ten geliyor.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12431606&tarih=2009-09-08
Sentez de Rammstein’dan geliyor. Ciara Feat’in daha öğreneceği çok şey var.
Ömürcüğüm Gedik ve Cengizciğim Semercioğlu’na naçizane tavsiyem; google’a Feat ailesi yazın, kendimi şanslı hissediyorum diyin, soyağaçları karşınıza gelecektir. Ordan alır yürürsünüz. Ha bir de wikipedia diye bir şey çıkmış, işe yarıyor arada bir.
ü
İstifa
Fatih Terim'in istifası doğal olandı. 10 maçta 15 puan toplayabilmek, İspanya'dan 15 puan fark yemek, Belçika ve Estonya'ya toplam 7 puan kaybetmek iyi bir performans değil. Futbol entellerinin fazlaca abartmasına rağmen, 3 - 4 iyi oyuncusu dışında vasat bir takımdı Bosna ve grubun iki seribaşından, yani Euro 2008'in iki yarı finalistinden sadece 1 puan almalarına rağmen 2 hafta kala garantilediler play-off'u. Ne kadar kibirli bulunacak olsa da, bu Türkiye'nin ikramıdır. Federasyonun bu tip bir performanstan sonra istifayı kabul etmesi de anormal bir durum değil.
Sadece Türkiye değil, Dünya Kupası dışında kalan geleneği olan futbol ülkesi. Danimarka 86. dakikada Liedson'dan golü yemeseydi ya da geçen haftasonu İsveç'e yenilseydi, bugün Portekiz değil İsveç gidecekti play-off'a. Sonuç olarak, son 10 yılı A milli takım olmak üzere, 1990'dan beri, 20 yıldır çeşitli yaş gruplarında İsveç milli takımlarında çalışan 61 yaşındaki Lars Lagerback istifa etti. Bu süre içerisinde İsveç, 5 büyük turnuvaya katılmayı da başarmıştı.
Eski kankaları Slovaklar'ın Slovenya'ya yenilmesiyle kupa dışında kaldı Çekler de. Euro 2008'den sonra Brückner kenara çekilince, yerini dolduramamışlardı zaten, Rada ve Straka fazla dayanamadılar. Sonra Sparta Prag'ın efsanelerinden Ivan Hasek geldi takımın başına. Eski bir futbolcu olmasına rağmen aynı zamanda bir avukat olan Hasek, takımın başına gelmeden birkaç hafta önce Çek Futbol Federasyonu'nun başkanlığına seçilmişti ve ilk icraati elemelerin sonuna kadar milli takımın başına kendisini getirmek oldu. Çekler, onunla daha iyiydi ama o sözünü tuttu ve elemelerin bitimiyle görevi bıraktı.
Bir diğer sansasyonel takım Hırvatistan'dı. Karizmatik hocaları Bilic'le, bize toslamasalar Euro 2008'de daha da ilerleyebilirlerdi. Elemelerde hem düşüşteki Ukrayna'nın arkasında kaldılar, hem de daha önce nikahlarına aldıkları İngilizler'den içerde 4, dışarıda 5 yediler. Basın, Bilic'ten çok futbolcuları eleştiriyor ama genç hoca da her an istifa edebilir.
7. grupta sadece Faroe Adaları'nı geçebilen, Avusturya ve Litvanya'nın arkasında kalan Romanya ise faturayı Mutu'ya kesti. Piturca'dan görevi enkaz halinde devraldığında Razvan Lucescu'nun yapabileceği pek birşey kalmamıştı, o da 5 yedikleri Sırbistan maçından sonra disko seferinde yakalanan ve kimseyle vedalaşmadan kamptan ayrılan Mutu'yu kadro dışı bıraktı.
Bulgarlar da uzun zamandır büyük turnuvalardan uzaklar. Güzel bir grup çekmelerine rağmen Trapattoni'nin İrlanda'sını geçemediler. Son maçta Gürcüler'e atılan 6 gol kimsenin gözünü boyamadı haliyle, Kıbrıs deplasmanında yenilen 4 golü unutmadı kimse ve eski Fenerbahçe'li Stanimir Stoilov'un kellesini istiyor taraftarlar.
İstifa iyidir, zihin açar, önünüzü görürsünüz. Gideni aratan gelenlerden sadece korkaklar çekinir.
İstifa iyidir, zihin açar, önünüzü görürsünüz. Gideni aratan gelenlerden sadece korkaklar çekinir.
Spor Skandalları #6: Requiem for a team: Sonicsgate
Gördüğünüz, Seattle Sonics'in taşınma sürecinin köklerine inen bir belgeselin trailer'ı. Premiere'i iki sinemada kapalı gişe yapılmış. 12 Ekim'de 120 dakikalık son kurgusu bedava internet premiere'ini yaptı.
Filmin kendi sitesi de .org uzantılı. Anlayacağınız, bir karşılık beklemeden, olayı bilen-bilmeyen herkesin bu spor skandalının detaylarına ulaşması ve öğrenmesi için yapılmış bir amme hizmeti de diyebilirsiniz. Sonics'in ünlü taraftarlarından, anlatıcısına, Gary Payton'dan Save our Sonics derneği üyelerine kadar pek çok isimle röportajlar var. Aşağıdaki adrese tıklarsanız filmin tamamını izleyebilirsiniz.
Not 1: Filmi izleyip daha fazlasını arayanlar, bu işin peşini son güne kadar bırakmayan batug.com neferi Alp Akbulut'un konu hakkındaki yazılarına da göz gezdirsinler:
31 Ekim 2006: Büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir
18 Aralık 2007: Le Grand Vert
5 Kasım 2008: Yağmura Veda
Not 2: Linki Can Birand vasıtasıyla gördüm, kendisine şapka.
14 Ekim 2009
Pilates olmak
Sacramento Kings oyuncusu Francisco Garcia'nın bileğinden sakatlandığını ve yaklaşık dört ay sahalardan uzak kalacağını duyanlar vardır. Peki neden sakatlandığını bilen? Sebep fotodaki egzersiz toplarından birinin, tam altındayken patlaması ve Garcia'nın kendi bileği üzerine düşmesi. Bu olay üzerine Sacramento Kings mevzubahis topların kullanımını yasaklamış, diğer 29 takıma da bu konuda bir uyarı göndermişler. Sütten ağzı yanan yoğurdu hakikaten de üfleyerek yiyor.
11 Ekim 2009
Yine Palermo
Bu maç hakkında çok şey yazılıp çizilecektir. Arjantin, mutlaka kazanması gereken maçta grup sonuncusu Peru'ya takılıyordu ki sahneye son haftaların popüler oyuncusu Martin Palermo çıktı. Kimin aklına gelirdi ki artık kariyerinin sonuna gelmiş, bu kadar yetenekli hücum oyuncusunun arasında tekrar milli takıma çağrılması bile ciddi bir tartışma konusu olan Palermo'nun El Diego'nun kurtarıcı meleği olacağı. Aslında birkaç akla uğramıştır muhakkak, Palermo'nun hatırlanacak işler yapmayı ne kadar sevdiğini düşünürsek.
Maç öncesi bahis sitelerinde maçın handikapı 2.25'ti. Yani Arjantin'in farklı galip gelmesi bu maçın normaliydi. Benim şüphelerim vardı, Arjantin'in farkı düşünecek bir durumda olmaması, 1-0'ı cebine koyup gitme isteği daha mantıklı gelmişti. Nitekim öyle gibiydi her şey. İkinci yarının başında bulduğu golün ardından kalesinde birkaç ciddi pozisyon gören Maradona bence yapması gerekeni yaptı ve Higuain'i çıkararak Demichelis'i aldı oyuna. 70'den sonra yağmurun abartmasıyla maç iyice çığırından çıktı ve oyuncular ayakta durmak için biz ise topu görebilmek için müthiş bir mücadele verdik. Peru ne hikmetse bırakmadı maçı ve 90'da golü attılar. Televizyonun dibine girmek zorunda kaldım golü görebilmek için. Böyle bir yağmur görmemiştim uzun zamandır.
Bu noktadan sonrası tarihin Maradona'ya gülümsemesiydi yine. Evet, herkes şoktadır, Diego'nun yüzünde anlamsız bakışlar. Nerede yanlış yaptığını bilemeyen bakışlar. Ve sahneye çıkan Palermo'nun 90+3'teki golü. Yağmurdan sırıl sıklam olan formayı çıkarırken zorlanıyor Palermo. Koca bir kariyeri bir maçta kaçırdığı üç penaltıyla hatırlanmak üzereyken önce 39 metreden gelen kafa golü ve ardından bu gol. Maradona'nın uçuşu jeneriklik. Dedim ya, tarih gülümsedi efsaneye. Daha geçen Bilgin Gökberk'in teknik direktörlerin gol sevinçlerinin usturuplu olması gerektiğini belirten bir yorumu dinleyip hak vermiştim. Ancak bu seferki bambaşkaydı. Yakıştı El Diego'ya.
Devamında Peruluların santradan direkt kaleye vurduğu top direğe değil de ağlara gitse o zaman olacakları düşünemiyorum. Arjantin kötü, o konuda şüphe yok. Akıcı bir futbol oynayamıyorlar, belli bir şablon yok. Belli bir on bir yok. Son dört Dünya Kupası'na güçlü girdiler ve hayal kırıklığı yarattılar. Bu kez sıkıntılı girecekler, tersi olabilir. Kendilerini kanıtlamak için uğraşacaklar. Maradona'nın motive edici etkisi Arjantin'i bir seferliğine de olsa turnuva takımı yapabilir. Bunu da buradan söylemiş olalım, "ben demiştim" diye link veririz sonra.
Maç öncesi bahis sitelerinde maçın handikapı 2.25'ti. Yani Arjantin'in farklı galip gelmesi bu maçın normaliydi. Benim şüphelerim vardı, Arjantin'in farkı düşünecek bir durumda olmaması, 1-0'ı cebine koyup gitme isteği daha mantıklı gelmişti. Nitekim öyle gibiydi her şey. İkinci yarının başında bulduğu golün ardından kalesinde birkaç ciddi pozisyon gören Maradona bence yapması gerekeni yaptı ve Higuain'i çıkararak Demichelis'i aldı oyuna. 70'den sonra yağmurun abartmasıyla maç iyice çığırından çıktı ve oyuncular ayakta durmak için biz ise topu görebilmek için müthiş bir mücadele verdik. Peru ne hikmetse bırakmadı maçı ve 90'da golü attılar. Televizyonun dibine girmek zorunda kaldım golü görebilmek için. Böyle bir yağmur görmemiştim uzun zamandır.
Bu noktadan sonrası tarihin Maradona'ya gülümsemesiydi yine. Evet, herkes şoktadır, Diego'nun yüzünde anlamsız bakışlar. Nerede yanlış yaptığını bilemeyen bakışlar. Ve sahneye çıkan Palermo'nun 90+3'teki golü. Yağmurdan sırıl sıklam olan formayı çıkarırken zorlanıyor Palermo. Koca bir kariyeri bir maçta kaçırdığı üç penaltıyla hatırlanmak üzereyken önce 39 metreden gelen kafa golü ve ardından bu gol. Maradona'nın uçuşu jeneriklik. Dedim ya, tarih gülümsedi efsaneye. Daha geçen Bilgin Gökberk'in teknik direktörlerin gol sevinçlerinin usturuplu olması gerektiğini belirten bir yorumu dinleyip hak vermiştim. Ancak bu seferki bambaşkaydı. Yakıştı El Diego'ya.
Devamında Peruluların santradan direkt kaleye vurduğu top direğe değil de ağlara gitse o zaman olacakları düşünemiyorum. Arjantin kötü, o konuda şüphe yok. Akıcı bir futbol oynayamıyorlar, belli bir şablon yok. Belli bir on bir yok. Son dört Dünya Kupası'na güçlü girdiler ve hayal kırıklığı yarattılar. Bu kez sıkıntılı girecekler, tersi olabilir. Kendilerini kanıtlamak için uğraşacaklar. Maradona'nın motive edici etkisi Arjantin'i bir seferliğine de olsa turnuva takımı yapabilir. Bunu da buradan söylemiş olalım, "ben demiştim" diye link veririz sonra.
08 Ekim 2009
Bologna 100. yıl forması
Gördüğünüz forma, Bologna'nın 100. yılı şerefine 4 Ekim'de oynanan Genoa maçında giyilmesi için tasarlandı. Üzerinde ana sponsor Macron'un ya da herhangi başka bir sponsorun reklamı yok. Klübün logosu da, tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi göğüs cebinin üzerine dikilmiş. Şortla kombinasyonu çok şık, keşke bir Türk klübü de böyle bir forma akıl etseydi.
05 Ekim 2009
Roma'da güzel bir pazar
Bu sezon İtalya ligi yayınlarının yılan hikâyesi olması üzerine, internetten maç izlemeyi istiyordum ama pazar 16.00 de çok ters bir saatti. Bu hafta Galatasaray maçı o saate gelince ve izleyemeyince Roma-Napoli maçına atladım. Pırıl pırıl bir hava, kırmızı Roma mavi Napoli, güzel maç.
Roma'nın ofansif anlayışı artarak devam ediyor, özellikle kanatlara fazlasıyla inip orada kalarak, oyunu rakip sahaya yıkmaya çalıştıklarını söylemek lazım. Vucinic kötü bir günündeydi, taşıdığı topları genelde olumsuz bitirdi, Totti'ye kale ağzında verdiği armut gibi bir pası dışarıda bırakırsak. Totti de şanına yakışmayacak bir gol kaçırdı.
Roma'yı beklediğimden iyi buldum ama Napoli de bir o kadar kötüydü. Donadoni gittiği her takımı batırmasına rağmen ısrarla iş buluyor. Napoli'nin kadrosu, kesinlikle CL vizesini zorlaması gereken bir kalitede. Bu seneki Cigarini ve Quagliarella transferlerinden sonra, dörtlü defans önündeki Hamsik ve Gargano ile çok beğendiğim defansif kurgularına, Lavezzi-Q-Datolo üçgeniyle ofansif güzellikleri de eklemelerini bekliyordum. Yerine, birbirinden kopuk, taktik disiplinden yoksun ve çok bireysel zorlamalar yapan bir ileri uç buldum, Hamsik ceza sahasına yaklaştığı dönemlerde iyi organize ediyor hücumu ama onun dışında vasatlar. Bu açıdan fazlasıyla Galatasaray'a benziyor Napoli, eldeki malzemeyle oynanacak futbol da belli, oyuncuların görevleri de ancak bir türlü istikrar yakalanamıyor.
Lavezzi'nin kalitesini ortaya koyduğu golünün üzerine Totti zeka dolu bir dokunuşla beraberliği getirdi ilk yarıda. Geçen hafta Palermo karşısında unutulmaz bir topuk pası vermişti. Kendisine yıllanmış şarap demek haksızlık olur zira gençliğini de biliyoruz. Ama bu kiloyla, bu fizik eksiklikle, bilek sakatlığından sonra bu kadar çekingenlikle bu performansı vermesi takdire şayan. İkinci yarı Roma tempoyu artırırsa sıçabileceğini farketti ve kazandığı toplarla hızlı çıkmaya başladı. Özellikle bekler oyuna çok dahil oldular ve Cassetti'den gelen pası şık önüne alan Totti ikinci golünü yağladı. Buradan sonrası ilginç: Totti golü atıp ufak bir sevinç yaşadıktan sonra kenara gitti, dakika 63 idi. yaklaşık 10 dakika tedavi gördü, oyuncu değişikliği yapılmadı. Sonra bacağında hayvansal bir bandaj ile geri girdi ve maçı tamamladı. "Büyük adam"
Juventus "4te4 başlayınca şampiyon oluyorlar" hedesi bütün entel futbolistlerin ağzında bir kere çalkalandıktan sonra puan kayıplarına başladı. Yani, forvetin Amauri-Iaquinta, en önemli eklemen fizik yeterliliği tartışılabilecek Diego, dört aydır kovamadığın Poulsen maça başlıyor ve şampiyonluk adayı oluyorsun. Böyle eski tip bir sistemle, özellikle hava şartlarının sertleşeceği kış deplasmanlarından Juventus'un puan çıkarmasını zor görüyorum. Hatta, CL temposu da arttıktan sonra, hadi Napoli'yi koç faktörüyle devre dışında bırakalım, Fiorentina ve Genoa'nın üstlerinde yer alması benim açımdan hiç sürpriz olmaz. Kadroları genel olarak yavaş, derin değil ve koç da çok tecrübesiz. Palermo Roma maçında ne kadar güçlü bir iç saha takımı olduğunu ispatlamıştı. Zenga'nın da yavaş yavaş Miccoli-Cavani forvetine döndüğünü görmek, Cassani-Balzaretti ikilisinin iki yönlü oyunu sebebiyle orta sahayı daha bir kutu modeline döndürdüğünü görmek sevindirici. Palermo da sezonu ilk 7-8 sıra içinde bitirme ihtimali kuvvetli olan takımlardan biri.
Inter ve Milan'a ayrı yazılarda değinmek istiyorum zira Milan'ın saha içinden çok daha fazla konuşulacak dalı var, Inter'i incelerken ise Mourinho'nun becerisi ve takımın yapısını ayrı tutmak gerekiyor. Milan zaten rezil rüsva oldu da, Inter'in kesinlikle beklediğim seviyede olmadığını söyleyebilirim. Bunda en büyük pay, sürati ve tek vuruşu ile yıldız olmuş Eto'o'nun, Crespo'dan çok üstün olmadığını düşündüğüm Milito ile partner yapılması, hafif arkaya çekilmesi, takımın en iyi oyuncusu olduğunu düşündüğüm (Ibra gittikten sonra tabi) Balotelli'nin dizginlenememesi gibi unsurlardır bana göre. Yani fiziksel olarak pek bir problem yok, Mourinho'nun bir senedir oturtmaya çalıştığı sistemde biraz ödün vermesi yeter gibi geliyor gözle görülür bir toparlanma için.
Genoa ve Fiorentina da daha sonraya. Chievo'ya diyecek söz yok. Bari'nin futbolu ve Lazio'nun düşüşü de kanımca sözü edilmesi gereken konulardır.
Hacı Yaman dünya ikincisi
Babamla annual öğle yemeklerimizden birisini yerken televizyonda denk geldik. TRT3, sol dipte "Dünya Bilardo şampiyonası - Kastamonu" yazan bir yayın yapıyordu. O an şaşırdık tabi, Kastamonu'da ne alâka dünya şampiyonası diye; ancak kısa bir süre sonra öğrendik ki zaten artistik bilardo şampiyonası imiş.
Kurallar tahmin edilebileceği gibi, üç bantta trick shot yapmak üzere kurulu, sayısını bilmediğim ama 100 civarında olduğunu tahmin ettiğim sayıda figür var. Bunların hepsi 5 puandan 10 puana kadar değerlendirilmiş zorlukları açısından. Maçlar beş set üzerinden yapılıyor ve her sette iki taraf da 10 değişik trick shot için üçer deneme yapma hakkına sahip.
Şampiyonayı geçtiğimiz yıl Diyarbakır'lı Hacı Arap Yaman kazanmış, bu sebeple bu sene Türkiye'de olduğunu tahmin ediyorum. Anlatıcılar "hacı, hacı" derken ortada müthiş bir samimiyet ya da müthiş bir espri olduğunu düşündüm, ama adamın adı gerçekten Hacı imiş. Tahmin ediyorum ki babadan izinsiz bilardo salonlarında başlayan bir aşkın profesyonelliğe döndüğü hikâyelerden biri cereyan etmiş. Yaman, memleketi Bismil'de başladığı bu hobiden kısa bir süre sonra kendisini Ankara'da bulmuş.
Final maçının ilk iki setini de almış ve şampiyonluğa gidiyordu ama son atışta Belçika'lı rakibinin yapamadığı baya zor barajlı bir atışı o da bitiremedi ve 2-1 oldu, sonra da kaybetti.
Bu kadar salon gençliğinin olduğu bir ülkede snooker nasıl oldu da üç bantın, amerikanın önüne geçti diye düşünenlerin aslında bu şampiyonayı izlemesi yeterliydi. Ortada müthiş bir heyecan var ama organizasyon gerçekten çok kötü. Kamera yerleştirmek, düzgün bir atmosferde maçları oynatmak -lise spor salonu yerine- bu kadar mı zor yahu? Belki artistik bilardo daha izlenebilir bir spor ama snooker'ın ışıltısı o kadar parlak ki... İnsan kendini kaybediyor doğrusu.
Nihayetinde Hacı'yı biz de tebrik edelim. Böyle bir adam da varmış. Kastamonu seyircisi de çok Avrupai idi, tebrik ediyorum.
Fergie'den ters gider
Real Madrid ne kadar iyi?
Barcelona ve Real Madrid’in gücü ve kadrosu üzerinden ölçülen bir ligde, bu iki takım dışında en güçlü olarak sayılabilecek Sevilla deplasmanında, henüz sekizinci maçına çıkmış Real Madrid, çok kötü gözükmesine ve Casillas’ın kahramanca kurtarışlarına sığınmasına rağmen son dakikada Sergio Ramos’un karşı karşıyayken yapabileceği düzgün bir vuruş kadar uzak kalıyor puana. Buna artık futbolun cilvesi mi denir, Real Madrid’in gücü üzerinden çıkarım mı yapılır, henüz söylemek için erken.
Ancak şunu itiraf etmeliyim ki, güzel kadro kurmuşlar. Her mevkiden yetenek fışkırıyor, tabiri caiz ise ışıl ışıl parıldayan bir kadro. Dün Ronaldo sakatmış, görece en önemli oyuncudan yoksun çıktılar. Sezon başında, mâlum transferler gerçekleştikten sonra, Real Madrid’e en uygun sistemin Benzema’nın tek forvet olduğu, arkasında Kaka’nın yer aldığı, Ronaldo’nun hücum bölgesinde serbest dolaştığı ve orta sahanın Diarra’lardan biri-Xabi-Gago üçlüsüne emanet edildiği 4-3-1-2 tarzı bir düzen olduğunu düşünüyordum. Yine de bu kadar rahat galibiyetlerle başlayacaklarını, ligde sadece iki gol yiyeceklerini söylemek için erken idi.
Manuel Pellegrini seçimine başlarda ben de epey şaşırıyordum, “Juande Ramos’un nesi eksik?” diyordum ama yavaş yavaş seçimin arkasındaki mantığı görmeye başladım. Juande Ramos da, Capello da, Ancelotti de belli olmazları olan, bazı oyunculara sırtını dönerse çok zor geri adam atan, sistemi esneklikten yoksun (hadi Capello’ya haksızlık etmeyelim) isimler. Pellegrini ise, bu isimlerin aksine, birden fazla yıldızı ve ofansif gücü harmoni içinde kullanabilen, takımın hücumu ve savunması arasında denge yaratıp oyunu ileride kurarak savunma yapan bir hoca.
Bu sezon Raul ve Guti’ye sık sık forma şansı vererek başlaması, hem takım içindeki muhtemel çatlak sesleri kıstı, hem onların tecrübesi bu yeni bir araya gelmiş takımı kaynaştırdı, hem de hücum alanında zenginlik kazandırdı. Guti hazretleri formasına fazlasıyla alışmış gibiydi, sahada yapmadığı olumlu veya olumsuz hareket kalmadı. Ancak, bu tercihin uzun vadede zararlı olmaması işten değil, Sevilla maçının bu kadar erken gelmesi ve gözden çıkarılabilecek bir deplasmanda bu durumun görülmesi hayırlı oldu, hem Madrid hem de Pellegrini için. Şu anda tahmin ediyorum ki mâlum değişiklikleri yapmak için daha fazla kredisi var elinde.
Sevilla – Madrid maçını bir saat geç yayınlayan NTV’yi kınıyorum. Elinde biri spor kanalı olmak üzere iki kanal bulunan bu kuruluşun, bu kadar yoğun olarak reklamını yaptığı bir ligin en önemli 3-4 maçından birini böyle hor görmesinin arkasındaki mantığı çözemiyorum. Voleybol finaline tamam, onu elbet yayınlayacaklar ama NTV’deki gecikmenin sebebi ne? Ben çözemedim, belki biri yorum olarak gerekçe yazar.
Sevilla hakkında çok fazla notum yok. Yıllardır olduğu gibi, kanatların performansına fazlasıyla bağlı oynuyorlar ve bu düzen kadro kalitelerini yansıtmıyor. Adriano'yu sağ beke koymak da ilginç bir tercih olmuş, Ramos'la tokuşturmak istemedi herhalde hoca ve güzel de oldu. Onun Navas'a taşıdığı toplarla ciddi pozisyonlar buldular. Zokora'nın da daha iyi bir oyuncuyla yer değiştirmesi şart, bu sistemin düzenli olarak işlemesi için. Dün Navas ve Perrotti neredeyse kusursuz oynadılar, özellikle Navas, Marcelo’yu hızıyla ve agresifliğiyle parçaladı desek yeridir. Bu yetenekte bir oyuncunun, Cazorla’lı, Riera’lı, Mata’lı İspanya’da oynamaması mantıksız geliyor. Fiziği zayıf, ancak süratini ve tekniğini beraber çok iyi kullanıyor. Kanımca Soldaki yansıması Capel’den bir gömlek üstün bir oyuncu. Çok uzatmayayım ama kendisini Galatasaray’lı Aydın Yılmaz’a benzetiyorum, düzenli forma şansı bulduğu takdirde kanattaki etkinliğini o da bu seviyeye çıkarabilir.
Kanatlar bu kadar iyi işleyince, akla Arbeloa sorusu geliyor tabii ki. O da Gago, Lass (Ercan Taner anlatmıyor diye üzüldük ama sevgilisi de yokmuş), RvN ve Ronaldo ile birlikte sakatlar arasındaymış. O da düzeldiğinde sol savunmayı kontrol etmeli çünkü Marcelo her ne kadar hız ve pozisyon alma konusunda fena olmasa da, kısa boyu ve savunma konusundaki diğer eksiklikleri ile bu tip üç hatta dört hücum oyuncusuyla oynayan takımlara karşı sırıtıyor. Özellikle deplasmanlarda, Madrid’in oradan gelecek hücum katkısına ihtiyacı olmayacaktır.
Son bir söz de Casillas’a. Birader sen nasıl bir adamsın? Dünya futbol tarihinde kale çizgisine bu kadar hâkim başka bir oyuncu var mıdır? 1970 Dünya Kupası’nda Pele’nin kafa şutuna Gordon Banks’in yaptığı kurtarış, tarihin en iyisi olarak anlatıldı yıllarca. Dün geceki kurtarışın ne eksiği var? İlk yarıdakini de sıkıştırmak gerek ama böyle bir etki yok maça, herhangi bir kaleciden.
Real Madrid’i beğendiğimi söyleyebilirim. Beklediğimden çok daha akıcı oynuyorlar, ancak bu tip deplasmanlardan çıkabilmek için topu daha olumlu kullanmaları şart. Barcelona’nın puan kaybedebileceği çok az takım var gibi gözüküyor, bu sebeple İspanya şampiyonluğu zor ancak CL’de Barcelona’yı yenebilecek iki takım varsa biri bu, biri de Chelsea’dir kanımca. Ronaldo'nun iki senedir ite kaka Messi'yle göğüs göğüse çarpışabileceği tek takıma gitmesi hakkında da aklımda birşeyler var. Yakında görüşürüz.
04 Ekim 2009
Neredeler #4 - Pascal Cygan
Arsenal formasıyla görmekten nefret ettiğim bir adamdı Pascal Cygan. Wenger'in transfer işine soğuk bakmasında önemli bir rol üstlendiğini düşünüyorum gösterdiği performanstan dolayı. Villareal'e gittiğinde de ehliyetimi aldığım gün kadar sevinmiştim.
Parlak kafasını ve performansını 2 yıl kadar Villareal'de sergiledikten sonra yedekte kalmaya daha fazla tahammül edemeyip lisansı elinde takım aranırken, İspanya 2. ligi takımlarından FC Cartagena ile anlaştı. ("Anlaşmış" demek daha doğru olur.) Bir dönem (Arsenal'den ayrılacağı zamanlar) adı Beşiktaş ile de anılan 35 yaşındaki Cygan'ın sözleşmesi sezon sonu bitiyor. Sol kaval kemiği kırık Baki Mercimek, ayakkabılarının bağcıkları birbirine düğümlenmiş Can Arat performansı arayan takımlara önerilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)