22 Mayıs 2010
21 Mayıs 2010
12 Mayıs 2010
4-4-2 Siyaset

Sağ üstteki mavi kravatlı abimiz, David Cameron, İngiltere'nin yeni dönem başbakanı. Pek futbol hayranı (!) olarak bilinmeyen Thatcher'dan sonra iktidara gelen 4. isim. Thatcher sonrasında 90'ların iktidarı olan John Major ise Chelsea taraftarı. Buna rağmen Stamford Bridge'e geldiği maçları genellikle Chelsea'nin kaybetmesinden sonra, totem yapan taraftarlar, Major'ı her maça geldiğinde yuhalamaya başlarlar. Ondan görevi devralan Tony Blair ise söylediğine göre Newcastle United'lı.
Bu noktada belirtmem lazım ki, İngiltere'de öyle aman aman tuttuğum bir takım yoktur. Yakın çevremde Chelsea'yi, Liverpool'u fanatiklik derecesinde takip eden, destekleyen veya tutan, doğru fiili siz seçin, adamlar var. Hatta Manchester United dövmesi olan bile var. Öyle ki, televizyonda Chelsea - United varsa, thrash talk'un haddi hesabı yoktur, kendini İngiltere'de Türkçe dublajlı bir pub'da zannedebilirsin. Neyse, dediğim gibi yok bu derece takıldığım bir takım Yu-Key'de açıkçası benim için, ama bir sempatiden bahsedersek çirkin insanların memleketi Newcastle'ı severim der, Blair biraderimin omzuna bir pat atarım.
Blair'den koltuğu devralan Gordon Brown ise biraz daha muhafazakar bir taraftar. İskoçya doğumlu bir İngiliz olan Brown, bilindiği kadarıyla şu an İskoç 2. liginde bulunan bir Raith Rovers taraftarı. Bu takımı nerden hatırlıyorum diyen varsa, belki Foden'ın Last King of Scotland kitabını okumuş olabilirler, hikayenin ünlü doktoru Nicholas Garrigan da bir Raith Rovers taraftarıydı.
Tekrar başa dönelim, yeni başbakan David Cameron'a. Cameron da, futbol geleneği olan bir aileden geliyor. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda final oynayan ve en parlak zamanlarını geçiren Aston Villa'nın o dönemki kulüp başkanı Sir William Dugdane'in yeğeni.
David Cameron gibi Aston Villa taraftarı olan enteresan ünlü isimler arasında Ozzy Osbourne, Tom Hanks, Prens William ve Amy Winehouse var. Değişik bir kitle.
Bu noktada belirtmem lazım ki, İngiltere'de öyle aman aman tuttuğum bir takım yoktur. Yakın çevremde Chelsea'yi, Liverpool'u fanatiklik derecesinde takip eden, destekleyen veya tutan, doğru fiili siz seçin, adamlar var. Hatta Manchester United dövmesi olan bile var. Öyle ki, televizyonda Chelsea - United varsa, thrash talk'un haddi hesabı yoktur, kendini İngiltere'de Türkçe dublajlı bir pub'da zannedebilirsin. Neyse, dediğim gibi yok bu derece takıldığım bir takım Yu-Key'de açıkçası benim için, ama bir sempatiden bahsedersek çirkin insanların memleketi Newcastle'ı severim der, Blair biraderimin omzuna bir pat atarım.
Blair'den koltuğu devralan Gordon Brown ise biraz daha muhafazakar bir taraftar. İskoçya doğumlu bir İngiliz olan Brown, bilindiği kadarıyla şu an İskoç 2. liginde bulunan bir Raith Rovers taraftarı. Bu takımı nerden hatırlıyorum diyen varsa, belki Foden'ın Last King of Scotland kitabını okumuş olabilirler, hikayenin ünlü doktoru Nicholas Garrigan da bir Raith Rovers taraftarıydı.
Tekrar başa dönelim, yeni başbakan David Cameron'a. Cameron da, futbol geleneği olan bir aileden geliyor. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda final oynayan ve en parlak zamanlarını geçiren Aston Villa'nın o dönemki kulüp başkanı Sir William Dugdane'in yeğeni.
David Cameron gibi Aston Villa taraftarı olan enteresan ünlü isimler arasında Ozzy Osbourne, Tom Hanks, Prens William ve Amy Winehouse var. Değişik bir kitle.
07 Mayıs 2010
Islak Adam
Geçtiğimiz haftasonu Tottenham, 1 puan gerisindeki City deplasmanına giderken, son Şampiyonlar Ligi bileti için alacağı bir beraberlikle dahi işini görebilirdi. Daha iyisini yaptılar ve kazandılar. 1962'den beri, yani 48 yıl sonra, ilk kez en büyük kupa için oynayacak kuzey Londralılar ve bu başarıyı maçtan sonra tam anlamıyla "ıslattılar".
18 Nisan 2010
Batug.com - Kapılar açılsın çatışmalar başlasın
Sezon başında yaptığımız çalışmanın tadı damağımızda kalmıştı, bütün sezon Pistons gibi yattıktan sonra biraz çalışalım dedik. Ortaya bu çıktı...
Alın kucağınıza laptopu, girin tuvalete, saatlerce okuyun.
http://www.batug.com/playoffs2010/magazine/index.html
Alın kucağınıza laptopu, girin tuvalete, saatlerce okuyun.
http://www.batug.com/playoffs2010/magazine/index.html
10 Nisan 2010
Kılasiko Muhabbetler

Hakkaten bayılttın sayın Türk spor kamuoyu.
8 Mayıs 2008
Francisco Franco terk-i diyar eyleyeli 28 sene olmuş. 28 sene sonra birileri gelip, onun ismini duymaktan bıkmaktan belki de, "Franco yüzünden herkes Barça'lı, ne banal şu insanlar, ne alakası var futbolla.." diye bana göre yarı marjinallik maskeli yarı saçma argümanlarla Madrid sempatisini sebeplendirirken, aslında Barça tarafından gelen "faşist"in takımını niye tutuyorsun suallerinin önünü kesmek istemiş olabilirler. Belki de bunun nedeni bu sorular gelmeden önce, "Bak kardeşim, ben de kültürlüyüm, ben de biliyorum İspanya İç Savaşı'nı. O yüzden baştan Franco'yu ağzıma alıyorum ki, bana bunu bilip bilmediğim artisliğine girme." mesajını vermek istiyor. Aslında hakikaten etrafta inanılmaz sinir bozucu "entel" kisvesi altında her futbol muhabbetinde alttan alta Barcelona ve siyaseti sokan tipler var. Doğrusu tarih konuşuyorsak tarih konuşalım, futbolsa futbol. Anlatmak istediğim, "Neden Madrid'i tutuyorsun?" sorusu "Franco yüzünden mi Barça tutuyorsun?" sorusu kadar saçma. Altyazılar ne yazarsa yazsın, katillere, ezilenlere, yasaklara, anti-demokratik uygulamalara, yenen haklara yabancı olmayan bir ülkede, bu duruma sempati ya da en azından saygı gösterenlere de yol göstermeyin, rica ediyorum. Devir değişti, herşeyin daha hızlı ilerlediği bir zamanda yaşıyoruz. Yakın tarih aslında bize o kadar da yakın gözükmüyor artık. Bu da gayet normal. Futbolu futbol için sevenler, Real Madrid gibi bu dünyanın kült organizasyonlarından birini sevmek, ona sempati duymak için bir şeyler savunmak zorunda değilsiniz. Tarihi işin içine karıştırıp, manipule etmek, bir şeyleri yok saymak, bu uğurda emek hatta can verenlere, hayatının en güzel eseri pahasına vatan bellediği yerden sürgün yiyen Gamper'e, Cruyff ve Di Stefano transferlerinin perde arkasına, Picasso'nun Guernica'yı boyarken harcadığı zamana doğru fermuarı çıkarıp işemektir. O da hiçbirimizin haddi değildir. En güzelini Higuain söyledi, "Yeterince sevinmedik, çünkü rakibi aşağılamaya gerek yoktu." İşte Real Madrid'i bu yüzden sevin. Barcelona sevgisini de asla küçümsemeyin.
05 Nisan 2010
36 faktörlü Blatche

Bu mesaja sebep olan aşağıdaki videoyu sevgili Orkun yolladı, heyecan seviyesi İBB - Ankaraspor maçından hallice olan Washington - New Jersey maçının son saniyelerindeyiz. Blatche'nin kariyerinin ilk triple double'ını tamamlaması için bir ribaunda ihtiyacı var ve bunun farkında. Gerisini siz izleyin, ben fazlasıyla güldüm.
08 Mart 2010
Motivasyon

“He punched me in the chest and he was yelling, ‘I need you. No more feeling sorry for yourself.”’*
Atlanta Hawks'a karşı ikinci yarıda alınan bir mola sırasında, Wade, sorunlu genç yıldız kategorisinin yeni temsilcisi Michael Beasley'nin iplerini gevşetmesine yardımcı oluyor. Bu moladan sonra son 2 dakikada üstüste 7 sayı atan Beasley, son çeyreği de 14 sayıyla tamamlıyor ve Miami, son şampiyon Lakers'tan sonra, 12 sayı geriden gelip Atlanta'yı da yenip, galibiyet serisini 3 maça çıkarıp, play-off yarışına devam ediyor.
Son 3 maçta Wade'in istatistikleri ise, 33.3 sayı - 5.0 ribaund - 12.0 asist - 2.3 top çalma - %49 FG.
*Göğsüme vurdu ve 'Sana ihtiyacım var. Kendin için üzülmeyi bırak.'" diye bağırıyordu.
Atlanta Hawks'a karşı ikinci yarıda alınan bir mola sırasında, Wade, sorunlu genç yıldız kategorisinin yeni temsilcisi Michael Beasley'nin iplerini gevşetmesine yardımcı oluyor. Bu moladan sonra son 2 dakikada üstüste 7 sayı atan Beasley, son çeyreği de 14 sayıyla tamamlıyor ve Miami, son şampiyon Lakers'tan sonra, 12 sayı geriden gelip Atlanta'yı da yenip, galibiyet serisini 3 maça çıkarıp, play-off yarışına devam ediyor.
Son 3 maçta Wade'in istatistikleri ise, 33.3 sayı - 5.0 ribaund - 12.0 asist - 2.3 top çalma - %49 FG.
*Göğsüme vurdu ve 'Sana ihtiyacım var. Kendin için üzülmeyi bırak.'" diye bağırıyordu.
27 Şubat 2010
Kalbini mi kırdım, afedersin..

Olay, İngiltere'nin ve belki de dünyanın en büyük tabloid gazetelerinden biri olan Sun'ın Kazım'dan dilediği özür. Sun diyor ki, "Biz senin seks skandalı yüzünden gönderildiğine dair balıklama bir haber yaptık birader, ajansların (kaynağı Türkiye olan) yalancısı olarak. Böyle değilmiş, özür dileriz."
Kazım, dünyanın ilk genç, yetenekli ama displinsiz sporcusu değildi. İstanbul ghetto'larından çıkan, türkücüsünden başbakanına ünlüleri kanka yapanlar, Londra ghetto'sundan gelene tahammül edemedi. Attığı manşetler ve yaptığı haberlerle, bizim basına "Küstah İngilizler" kalıbının yerleşmesinde büyük emeği olan Sun gibi bir tabloid'in bu özürünü farklı bir şekilde ele almak gerek. Keza, Sun ne kadar tabloid bir gazete olsa da, bunun farkındalar ve herhangi bir ciddiyet iddiaları yok. Bu ve buna benzer süreçleri, Sun'dan çok daha edepsiz yöneten yerli mallarının sloganlarını veya iddialarını gözden geçirin bir de, hiçbiri ilkeli, ciddi ve dürüst haberciliğin kitabını yazmış olmaktan aşağı methiyeyi bile kabul etmez. Bu durumda benzer bir özürün haberin çıkış kaynağı olan yakın coğrafyadan çıkması sürpriz olur bu noktadan sonra, Kazım'ın otel odasında kelepçeli seks pozisyonları, oynamadığı maçları satışını, oradaymış gibi yapılmış haberleridir insanların akıllarında kalan ve bunun yalan olduğu ortaya çıkmış veya çıkacak olma ihtimali ilkeli, ciddi, dürüst ve youtube haberciliğimizi ne utandıracak, ne de sıkacaktır.
Seksi fotoğrafları için tıklayacaklar ve geçeceklerdir.
Edit: Eser Demet Akalın'a aitmiş, kendisinden özür dilerim.
18 Şubat 2010
29 Ocak 2010
Vahşi Atlar, Sürükleyin Beni
Barcelona formalı bir çocuk gördüm yolda. 10 yaşından gün almamış belli ki. Yakasına yapıştım hemen, fena hâlde kalayladım çocuğu. Çıkarttırdım formayı. Endüstriyel futbol eleştirisi yapan entel bir blogçuya daha ihtiyacı yoktu bu ülkenin. “Bugün Mourinho işinizi bitirecek,” dedim. Çocuk neden bahsettiğimi anlamadı bile. Neyse ki telefonum çaldı da kendi hâline terk ettim elemanı. Yoksa işin peşini bırakmazdım. Kafam fena hâlde bozuktu.
Arayan kadim bir dostumdu, Arda diye de bilinir bu ortamlarda. Önemli biridir, Mick Jagger’ı görmüşlüğü vardır. Öyle bir hikâyedir ki bu Kanat Atkaya’nın yazısına bile girmiştir. Hatta daha da garibi başka bir Arda hikâyeyi çalarak kendisininmiş gibi anlatmıştır. “Pası solda giden Prekazi’ye verdim, Prekazi gidiyor, ben gidiyorum” dedi karşıdaki ses ben bunları düşünürken. “Tutana aşk olsun” dedim. Ne demek istediğini anlamıştım. O da beni anlamıştı. İyi bir haberdi bu. Günün ilk iyi haberiydi henüz, tek olma ihtimali de yüksekti.
Inter’in on birini düşündüm. Bütün defansif orta sahaları doldurmuş Jose. Stankoviç oynasa daha iyi değil miydi? Zaten top genelde Barcelona’da kalmayacak mıydı? Pas pas pas bayıltacaklardı ne de olsa. Savunma anlamında ha Stankoviç oynamış, ha Muntari. En azından Sırp olanın hücumda büyük faydası dokunacak sana. Neyse Mourinho benden daha iyi bilecekti şüphesiz. Kafam bozuktu yine de.
Kafam ilk on bire bozuk değildi tabi sadece. Büyük heyecanla hazırlandığım maçın muhtemelen sıkıcı geçecek olması dışında kafamı bozan bir de eski kız arkadaşımla ilgili problemler vardı. Önceki gece hortlamıştı tekrar bunlar. Oysa evde abimin misafirleri olmasaydı (Rus kızlara misafir demek tüm yaşadıklarıma rağmen benim inceliğimdir, yoksa olmaz öyle misafir falan) ve ben de kendi odamda yatıyor olsaydım, televizyon, müzik falan derken hoş düşüncelerle uykuya dalacaktım. Uzun zamandır etrafta dikkati dağıtacak herhangi bir şey olmadan uyuyamıyordum. Ya kitap okuyarak uyuya kalmalıydım, ya da televizyon izleyerek. İstemiyordum ışığı kapatıp, yorganı çekip kendimle baş başa kalmak. Ama mecbur bırakıldım. Asıl sebep buydu işte. Kendimden korkup sabaha kadar şarap içmemiş olsam ve dolayısıyla uykumu alıp güle oynaya çıksam yola, ne Muntari’ye takacaktım kafayı bu kadar ne de Barcelona forması giymiş yavrucağa.
Önceki gece yapmamam gereken şeylerin sonucu olarak bozulan kafam ve bunu düzeltmek için çıktığım yolculukta artık otobüs durağına gelmiştim. Sıkıcı bekleme sürecini enteresan hâle getirmek adına kafamda oynamaya başladım maçı. Uzaklardan atılmış bir Sneijder golüyle başladı maç. Puyol’un kayarak yaptığı pas arası girişimi başarısız olunca topla buluşan Hollandalı ve onun yolladığı roketi ilk kez ağlarda gördüğü için ışınlanmaya ciddi ciddi inanan Valdez… Barcelona tam ikinci yarıda oyuna giren Iniesta ile eşitliği yakalayacaktı ki, otobüs geldi. Gol geçersiz.
Otobüs o kadar kalabalıktı ki içeride Efes-Panathinaikos maçı oynanıyor zannettim. Giriş de bedava. Zar zor adımımı attım içeri ve arkaya doğru ilerlemeye başladım. “Hop” dedi muavin, “ücreti ödemeyecek misin?” diye sordu. “Maç bedava değil mi?” dedim, anlamadı. “Çok kalabalık da, o bakımdan” diye açıklayıp parayı ödedim. “Arkada yer var” dedi. Muavinler her zaman arkada yer olduğunu zannederler. Bozmadım ben bu güzel hayali, varsın öyle bilsin.
İki tarafımdan preslenmiş bir hâlde tutunmaya çalışırken bir yandan da göz ucuyla hikâyeye bir de kız katabilmek için uğraştım. Güzelinden çarpmadı gözüme. Bir tane vardı ama onla da anca rap yapılır. Fazlası zarar. Örümcek Adam’ın birinci filminin başında Peter’in dış ses olarak söylediği bir laf vardı. Tam hatırlamasam da anlatmaya değer tüm hikâyelerin bir kızla ilgili olduğunu söylüyordu. İnanır mısınız, sırf bu yüzden sevdim o filmi. Çok ilgi duymam yoksa süper kahraman filmlerine.
İşte bu yüzden uğraşıyorum hikâyeye kız katmaya. Bunu kasıtlı olarak yapmak yazarın doğallığından ödün vermesi anlamına gelir mi? Gelir tabi. Gerçek bir hikâye anlatıyorum ayağı yaparken, olay ilginçleşsin de anlatayım diye gerçeği değiştirmeye çalışırsanız, bunun kurgudan pek bir farkı kalmaz. Ama kurgu da iyidir sonuçta. Bilim ile beraber güzel bir ikili oluştururlar. Yanına bir de ayran.
O kadar askere gittik, millet oradaki malzemeyle kitap yazıyor, stand-up gösterisi hazırlıyor, ben yazacak bir anekdot bile bulamıyorum. Gerçeğin ebesini gördüm orada, kendi ebemi de gördüm zaman zaman, fakat şöyle oturup da bir şeyler karalayacak iç huzuru bulamadım. Baya da plânlarım vardı. Bir dünya boş zaman, yazabildiğin kadar yaz. Öle yaz. Düşe yaz. Olmadı işte. Kız olmayınca işin içinde çıkaramadım tatmin edici bir hikâye. Etrafımda kız vardı aslında. Şöyle enteresan bir olay da yaşadım. Benim şoförle beraber karakoldan çıkıyoruz, rutin görevlerden biri. Oralardaki evlerde oturan bir taşra kızı dikkatimi çekiyor. 14-15 yaşlarında. Şoföre diyorum, “bak bu kız ileride çok güzel olacak ha, buradan kurtulmanın bir yolunu bulursa hele çok can yakar.” Gülüyor mülüyor çocuk da, pek tepki de vermiyor. Sonradan öğreniyorum ki bizim götveren şoför kızla yiyişiyormuş arada yukarıdaki parkta. Kız da güzel sahiden. Kızıl saçlı, doğal kızıl. Yapay kızıl zor zaten oralarda. Uzun boylu, endamlı, mavi gözlü. Bizim eleman ise bir o kadar çirkin. Şekerle kandırdı herhalde, bilemiyorum.
Otobüste kaldık en son, biraz daha ilerleyelim. Camdan dışarıyı seyrettim biraz boy avantajımı kullanarak. Kırmızı ışıkta durduğumuz bir ara güzel bir kare yakalamayı başardım. Güzel bir kız vardı, ince uzun. Düz saçlı böyle, saçlar memelerine kadar uzanmış. Üzerinde bir tang-top, beli açıkta bırakan cinsten. Sevdiğim bir giyim tarzı ki çok fazla göremiyoruz ülkemizde, görünce de bakıp geçmem, olayın derinliklerine inerim. Kız vermiş fotoğraf makinesini herifin birinin eline poz veriyor. Verdiği poz tam bir klasik, biraz tarif edeyim anlayacaksınız. Arkasını dönmüş, ama tam değil, yarım dönüş. Kafa dönebileceği kadar dönük, kopmak üzere. Suratta çalışılmış bir gülümseme. Eller belde, bacakların biri bir adım kadar önde. Öndeki bacak dizden hafif kırılmış durumda, böylece vücudun balansı o yöne doğru bozulmuş. Birçok kızın ratemybody’sinde var olan fotoğraflardan. Bu poz tüm kızlara bağışlanan doğal bir içgüdü olsa gerek. Temel üç güdüden bir tanesi budur belki de. Arka fon açısından ise şanssız baya bu kızımız, İncirli’nin oralar zaten, binadan başka bir şey yok. Yabancıydı büyük ihtimal, keza yaşanan olay yerli birine ait görünmedi bana hiç. Kızımız dedik az önce ama fark etmez, hepsi bizim kızımız. Efes tribününden tezahüratlar yükseliyor bu arada. Ne Yunan, ne Alman, hepsi de ibneler…
İnmek için ciddi bir mücadele verdim. Önce ilk rakibimi spinle geçtim, ardından sağa fake atıp sola hareketlendim. Karşımdaki altı kişilik barajın üzerinden aştım. Yere indiğimde diz çöküp keman çalma sevinci yaptım Gilardino misali. Artık özgürdüm ne de olsa. Tekrar sokaktaydım ve istediğim yöne gidebilirdim.
Abartmadım özgürlüğü, gitmem gereken istikamete gittim. Maç izlemekti asıl amaç ne de olsa. Çapa’nın dar sokaklarında ilerlemeye başladım. Queens’e benziyor demişti New Yorker bir arkadaş buralar için. Köhne bir sokağa döndüm ve hemen köşede sandalyesine oturmuş internete bağlanan biriyle karşılaştım. “Peki” dedim “vayırles ve kablonun olmadığı yerde nasıl internete bağlanıyorsun?”

Kadro zayıflıyor saat ilerledikçe. Sakatlar, cezalılar. Bazen geniş kadro kursan da fayda etmez işte. Film koyalım diyoruz, net bir karara varamıyoruz. En sonunda Emir Kusturica’nın Maradona’sını koyuyoruz. Farkını en baştan belli ediyor. Maradona’nın hayatını anlatmıyor Emir, onunla beraber yaşıyor. Biz de kameralar sayesinde izliyoruz. Sayısız detay var gülümseten, iç burkan. Ama iş Maradona’nın seslendirdiği “ole ole ole Diego Diego” şarkısına geldi mi kopuyor asıl. Yanık bir sesle okuyor şarkıyı El Diego. Eskilerden görüntüler geliyor ekrana aynı anda. Küçük kızın el çırparak tezahürata katılması müthiş. Daha da küçük olan ikinci kızın ekranda gördüğü babasını tanıması da yüzleri güldürüyor. Bu kızın şu an Aguero ile evli olduğu geliyor aklıma, canım sıkılıyor biraz. Diego kızlarını da sahneye alıyor zorla. Güzel bir aile tablosu çiziyorlar. Çok zor anlarda aileyi bir arada tutmayı başardığı anlatılıyor Claudia’nın. Sonuna kadar tutamamış tabi, boşanmışlar en sonunda. Kolay değil aldatan, kumar oynayan, kokain kullanan bir kocayı idare etmek, adı Maradona da olsa, Pele de olsa fark etmiyor. Sonunda Manu Chao, La Vida Tombola’yı söylerken gözler doluyor hafiften.
Öylece yığılmışız koltukta. Sabah olmasın diye kasıyoruz. Gözler kapanmasın diye muhabbete zorluyor herkes birbirini. Benim içimden Osman Yağmurdereli şarkıları geçiyor. Başkasının içinden şehirler geçiyor. Saat 7’yi 5 geçiyor. Hareket vakti.
Not 1: Bahsi geçen maç 16 Eylül 2009'da vuku bulmuştur.
Not 2: MC Ege'nin Barcelona yazıları güzel değil miydi?
25 Ocak 2010
Biraz da Erkekler

Eşleşmelere bakalım şöyle kısaca. Nadal-Murray albenisi en yüksek olanı kuşkusuz. Murray hâlen beklenen Grand Slam performansını sergilemiş değil ama oyunundaki gelişmeleri gözlemlemek mümkün. Her turnuvada bir noktaya kadar muhteşem oynayıp, sonra bir maçta bir anda mental çöküş yaşama klasiğini değiştirmek için iyi bir fırsat önünde. Daha agresif ve aynı zamanda daha kontrollü bir Murray gördüm şu ana dek Avustralya'dan. Nadal da sakatlık belirtisi göstermiyor ve kazanmak için burada olduğu kesin. Biraz sürpriz oynuyorum ve Murray diyorum bu eşleşme için.

Federer tahminini de araya sıkıştırmış olduk ama çok net bir tahmin değil bu. Hewitt'i yendiğini varsayıyorum ve Davydenko maçını düşünüyorum kafamda. Caner Eler'in anlatırken söylediği gibi sponsorlar ve medya tarafından pek ilgi gösterilmeyen, underrated kelimesinin sözlük karşılığı Davydenko, 2 hafta önce Doha'da yendiği Federer'i yine yenebilir mi, ona bakacak. "Ben her zaman kendi tenisime inanırım, ama tenisim bazen bana inanmaz" diyor. Fedon'un üst üste bilmem kaç seferdir Grand Slam yarı finaline çıktığını söylemeye gerek yok herhalde. Federer çifte şans diyorum.
Son eşleşmemiz Roddick-Cilic arasında. Del Potro'nun saf dışı kalmasıyla yolu hafiften açılan Roddick için çok önemli bir fırsat belki ama Ciliç karşısında ne yapacağını da pek kestiremiyorum. Roddick, son yıllarda göstermiş olduğu mental gelişimi bu tip maçlarda bir anda silip atabiliyor malum. Gönlüm Roddick'ten yana ama iddaa severler bu maçtan uzak dursun.
Ah Be Caroline

Yalnız benim bu kızı ilk izlediğim andan itibaren kafamı kurcalayan bir durum var. Blog'umuz önemli tenis yazar ve takipçisi Benicio ile bu konuyu birçok kez tartıştık zamanında. Birkaç kez birbirimize girdik zor ayırdılar. Konu Wozniacki'nin oyun stili. US Open finaline yükselirken son derece kolay bir yol izledi ve hep kendisi gibi genç tenisçiler çıktı yoluna. İsitkrarlı, az hata yapan oyunu etkileyiciydi belki ama Wickmayer, Oudin gibi genç neslin en iyilerini yenerken aldığı puanlar hem rakiplerinin hatalarından doğdu. Yanlış anlaşılmasın defansif tenise karşı değilim, Hıncal Uluç hiç değilim, ancak henüz çok genç ve gelişmekte olan bir tenisçinin maç boyu topları karşıya atmaktan fazlasını yapmasını beklerim. En azından denemesini.
Wozniacki henüz 19 yaşında ve dünyanın 4 numarası. Kadın tenisinin içine düştüğü yıldız sıkıntısının ve istikrarlı oynayan çok az dişi tenisçi olmasının bunda payı büyük. Sharapova toparlansa mesela, Henin ve Clijsters tam olarak olayın ritmine girseler, Ivanovic ve Jankovic'in muayyen dönemleri sona erse, Williamslar ve Ruslar'ı da katsak çorbaya, Wozniacki'nin Grand Slam kazanma şansı kalır mı?
Kalır ama bir şartla. Kendine artık bir vuruş geliştirmesi gerekiyor. Na Li'ye kaybederken bugün yalnızca 3 winner'ı vardı. Çinli ise 21 winner ile maçı domine etti. Peki Na Li çok mu kuvvetli? Hayır, değil. Wozniacki'nin en hızlı servisi Na Li'ninkinden 11 km/s daha hızlı. Antrenörleri daha iyi bilir herhalde diye düşünyorum elbette ama bütün maç savunma yaparak Grand Slam kazanılır mı? Ya da büyük bir tenis yıldızı olunur mu?
Nadal'ın komple bir oyuncu hâline gelmek için nasıl uğraştığını hatırlayalım. Kendisinden Sharapova gibi anırarak forehand winner'lar atmasını beklemiyoruz maç boyu. Ama Na Li tarafından da domine edilmesin. Üste çıksın biraz artık.
21 Ocak 2010
Nostalji 16 - Agassi & Sampras
Aussie Open '10 - Kızlardan Notlar


10 senelik veteranlardan, 29'luk İtalyan Alberta Brianti'nin yaptığı çıkış da çok enteresan. Brianti, en iyi sıralamasına sadece bir kaç ay önce ulaşmayı başardı ki, yaşının bayan tenisi için oldukça ileri bir yaş olduğunu söylemek gerek. Daha ileri gitmesine imkan vermiyorum ben, keza Stosur ona oldukça ters gelecek bir oyuncu. Hareketli, güçlü servise ve forehand'e sahip ve seyircisinin önünde oynayacak olması gibi avantajlara sahip Stosur.

Dellacqua'nın, Hırvat Sprem'i geçeceğini varsayarsak 2008'deki başarısını tekrarlaması için Venus'ü elemesi gerekecek 3. turda ki, şu anki formuyla çok kolay bir görev değil bu tabi. Hatırlarsınız, bu İtalyan - İrlandalı melezi Avustralyalı kız, büyük bir sürprizle Schnyder ve Mauresmo'yu eleyip 4. tur oynamıştı iki sene önce burada.
Bir diğer bahsetmek istediğim isim ise bir Belçikalı ama adı ne Clijsters, ne de Henin. Alp aşağıda onlardan bahsetmiş zaten. Wickmayer'den bahsedelim biraz. Son US Open'da yarı final oynayarak oldukça yükselmişti sıralamasını Yanina ama bu başarıdan sonra kort dışı olaylarla çok uğraştı aradaki kısa sürede. Yine Belçikalı Xavier Malisse'le beraber doping testi için yerini bildirmediği gerekçesiyle, 1 yıl ceza aldı. Sonra itirazı kabul edildi ve ceza kaldırıldı ama turnuvaya yetişmedi bu süreç. Bundan sonraki ilk turnuvasını Ocak'ta Auckland'da set vermeden kazandı. Ceza-itiraz işlemleri yetişmediği için elemelerden katılmak zorunda kaldı Avustralya Açık'a ama bu onu motive etmişe benziyor. Auckland'da yendiği seribaşı Pennetta'yı (büyük bir isim olmasa da, belli bir seviyede oynayan, istikrarlı bir oyuncudur) Melbourne'da da yendi. Öyle sanıyorum ki, 4. turda bir Belçika derbisi izleyebiliriz, Henin vs Wickmayer gibi.
20 Ocak 2010
Henin for President

Tabi asıl konumuz Henin olmalı bugün. Kaldığı yerden devam ediyor diyeceğim, ama tam olarak devam etmiyor aslında. Bayan tenisinde çok fazla görmediğimiz file önü oyununu eskisinden faha fazla kullanıyor mesela. Backhand'lerinde de eskisi gibi agresif değil. Yakaladı mı öldürüyor yine ama Steffi Graf tarzı slice'larla da baya bela oldu Dementieva'nın başına. Maç final setine gitseydi, o set de muhtemelen uzun süreceği için fiziksel durumuyla ilgili daha çok fikir sahibi olabilirdik. Eğer bu konuda bir problemi yoksa, dünya 1 numarasıyken bıraktığı yerden oyun kalitesi anlamında daha geride değil. Hatta dediğim gibi daha çok vuruş çeşidi kullanıyor ve şu an olmasa da sezon sonuna doğru eskisinden daha iyi bir duruma gelmesi mümkün.
Burada hepimizin merak ettiği şey belli. Clijsters'ın yaptığını yapabilecek mi? Venus'ü çok bir tehdit olarak görmüyorum artık. Oyun ritmini çok çabuk kaybediyor ve basit hatalara başlıyor. Clijsters, Henin, Wozniacki, Dementieva gibi kortun her tarafına yetişebilen tenisçilere karşı başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Bu durumda, çok büyük sürprizleri hesaba katmadan bir değerlendirme yaptığımızda elimizde dört adet şampiyonluk adayı kalıyor. Henin, Clijsters, Serena ve Safina.

Asıl karışık mevzu da tablonun diğer tarafından kimin geleceği zaten. Safina'nın şu ana dek Grand Slam kazanmamış olması onu pek ciddiye almamamıza yol açsa dahi, her an herkesi yenebilecek bir oyuncu olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak lazım. Clijsters US Open'da şampiyon olurken Safina'yla karşılaşmaması büyük bir şanstı, keza turnuvadan kısa bir süre önce Cincinnati'de Safina karşısında varlık gösterememişti. Safina, sinirlerine hakim olmayı becerebilirse çok zorlanmadan yarı finale kadar gelecektir.

Başlangıçtaki soruya geri dönelim şimdi. Bunu net olarak söylemese de Henin'in dönüşünde Clijsters'ın şampiyonluğunun ciddi etkisi olduğunu biliyoruz. Yani Henin de aynı şeyi yapmak istiyor. Ancak onun yolu daha zor çünkü Clijsters comeback yaparken ortalarda Henin yoktu ve Williams'ları yenmesi yetti. Oysa Henin'in önünde kendisinden önce dönmüş formda bir Clijsters, Grand Slam açlığını henüz dindirememiş ve kendini kanıtlamak için ciddi bir hırsa sahip Safina ve US Open'da aldığı kötü mağlubiyetten sonra bu turnuvayı çok ciddiye alan bir adet Williams var. Kazanmak için üçünü de yenmesi gerekebilir ki işte burada devreye Henin'in mental üstünlüğü giriyor. Daha doğrusu vaziyet eskiden böyleydi. Bu mental üstünlüğü kaybetmeye başladığı an tenisi bıraktı zaten. Ve şimdi tekrar döndüğüne göre kafasındaki problemleri halletmiş olmalı. Dementieva önünde sinirlerine çok hakimdi. Set puanı çevirdi, çok kritik oyunlar oynadı ve vuruşlarında herhangi bir tedirginlik yaşamadı. En başta belirttiğim gibi Dementieva'nın puanlara verdiği aşırı tepkilerin de yardımıyla maçın sonunu oldukça güzel getirdi.

Şanssız kura, hırslı rakipler, çok zorlu bir derbi, ezeli rakibinin başarısının yarattığı baskı gibi birçok engelin üstesinden gelmesi gerekecek kısaca. Yapar diyorum ben.
13 Ocak 2010
Emmanuel Mbola & Zambiya

Muhtemelen kupanın en genç oyuncusu Mbola. Biraz araştırınca çocuğun zaten daha önce 11 kez milli olduğunu öğrendim. Avrupa'da olunca etkileyici oluyor ama Afrika'da (sadece Afrika mı, Türkiye de farklı değil, Türkiye'deki bütün lisanslı basketbolculara gizli bir anket yapılsa, sonuçlar sizi şaşırtır emin olun.) malesef yaş küçültme durumları oldukça yaygın. Ama olsun, kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur diyip, Mbola'ya geri dönelim.
Ülkesinde 15 yaşında Mining Rangers'ta oynarken, genç Fransız hoca Herve Renard tarafından milli takıma çağrılmış. Eleme maçlarında oynayan Mbola, Renard'ı haklı çıkarmış ve yazın oynanan Ruanda maçında galibiyet golünün asistini yapmış. 1-0 biten maçta, çalımlarla rakip ceza sahasında düşürülene kadar uzun bir dripling yaparak, gole çevrilemeyen bir de penaltı yaptıran Mbola, maçın oyuncusu seçilmiş. Finlandiya'dan Inter Turku oyuncuyu almak istemiş ama Finlandiya'da 18 yaş altında yabancı oyuncularla ilgili bir kısıtlama nedeniyle transfer yatmış ve Ermenistan şampiyonu Pyunik'e gitmiş. Yazılanlara göre Pyunik'te oldukça iyi gidiyormuş ve arka bahçelerindeki bu genç yeteneği farketmiş CSKA ve Spartak.
Bu akşam Tunus'la açıyor turnuvayı Zambiya. Bu yetenekli olduğu söylenen genç sol bek'i umarım oynatır Renard ve neyin ne olduğunu anlarız. Umarım kazanırlar da, tam 17 yıl geçti Gabon'la oynayacakları Dünya Kupası eleme maçından önce Zambiya uçağının düştüğü ve bütün oyuncularını kaybettikleri kazadan beri.
Kupa Afrika'sı, Sinek Valesi

Togo olayı çok can sıktı, bütün olanlara rağmen devam etmeleri için biraz daha uğraşılsa daha iyi olurdu. Biz demiştik, kaşındılar gibi yaklaşımlar yerine mağdur edilen oyuncular için çaba sarfedilmeli. Bu kıtanın insanının halinden yine bu kıtadakilerin anlaması lazım. Yıllardır cikletten çıkar gibi türeyen onlarca isyancı grup var Afrika'da bugün. Kimi petrol kuyularını ele geçiriyor/geçirmeye çalışıyor, kimi başka değerli kaynakları. Hükümetler ve diktatörler değişiyor veya değiştiriliyor. Amerikan, Rus, Avrupalı ve Çinli petrol ve silah şirketleri her taşın altındalar. Afrika'da birçok ülkede olduğu gibi, Angola'daki stadlarda da Çin imzası var. 40.000'den fazla Çinli işçi getirildi bu ülkeye inşaatlar sırasında. Angola'nın ne kadar zengin bir petrol ülkesi olduğunu söylemiş miydik? 27 yıl boyunca iç savaş yaşayan bir ülke, o kadar sürede neyi paylaşamadı veya paylaştırılmadı, çok ortada değil mi? İki ülkenin Marksist geçmişleri mi Çinlileri buraya getiren, yoksa kapitalist enerji tutkuları mı her taşın altından onların çıkmalarını sağlayan. Sudan'dan Çin'e yollanan petrolün, Darfur durumu süresince %60 artması tesadüf mü? Ödemeyi legal şekilde duble yol yaparak gerçekleştiriyorlar gözükse de, illegal gemilerle Darfur'a ikinci el silah, askeri araç vb. göndererek ne yapıyor olabilirler; yapılan kaldırımların, yolların üzerinde yürüyecek insanların öldürülmesine yardım ederek. Ortadoğu'dan farklı bir durum yok ortada. Neyse.


Kaydol:
Kayıtlar (Atom)