24 Mart 2008

Grand Slam Sunday

İngiltere'de ilk dört sırada yer alan takımları karşı karşıya getiren futbol günü herhalde herkesi tatmin etmiştir. Tahmin edildiği gibi Manchester United işi baya kolayladı. Tahmin edildiği gibi derken genel kanıdan bahsediyorum. Ben şahsen United'ın takılacağını düşünüyordum.

Bunun için sebeplerim vardı kendime göre. Liverpool, önceki senelerde de gözlemlediğimiz gibi sezon sonuna doğru mutlaka bir yükselişe geçiyor. Zaten Benitez'in Şampiyonlar Ligi başarıları da o çok eleştirilen rotasyonu sayesinde geldi bugüne kadar. Tüm takımların fiziki düşüş gösterdiği döneme diri oyuncularla giren Liverpool, sezon başında oynadığı futbolla çelişen bir şekilde sürpriz sonuçlar aldı hep. Sürpriz derken tırnak içinde veya sonunda parantez içinde bir ünlem olan sürprizden bahsediyorum. Yani Manchester'a çelme takması da futbola yakın kesim tarafından büyük bir sürpriz olarak değerlendirilmeyecekti süphesiz.

Maç maalesef benim beklediğim şekilde gelişmedi. Büyük bir hevesle, birasıyla, cipsiyle, Fox Sports'un orjinal anlatım opsiyonuyla (imkânı olanlar muhakkak bu opsiyonu kullansın, futbol kültürünün çok yüksek düzeyde olduğu bir ülkede spiker kalitesi de hayliyle muazzam) maça giren ben, pek sevmememe karşın Liverpool'un güzel bir futbol oynamasını istiyordum. Bunun sinyallerini verdi de aslında. Anderson'un muhteşem pası dışında Manchester çok etkin başlayamadı maça. Liverpool yavaş yavaş kontrolü almaya yeltenmişti ki (hatta Gerrard'ın kaleyi yokladığı bir top da var) saçma sapan bir gol yediler. Wes Brown'ın gol atmış olması yeterince absürd, fakat golün yeniş tarzı da en az golü atan adam kadar garip. Defanstan atağa katılan sürpriz bir adamı Liverpool gibi çok tecrübeli bir takımın bu kadar kolay unutması, devamında Reina'nın da hatalı çıkışıyla (kalesinde kalsa Brown'ın o golü atması imkansıza yakındı) bu sezon pek görmediğimiz şekilde Ronaldo'nun dahil olmadığı bir Manchester golü izledik.

Buradan sonra olanlar ise biraz garip. Henüz maçın başında sarı kart gören ve o dakikadan itibaren hafiften hakemle uğraşmayan başlayan Javier Mascherano belli ki maça garip bir psikolojiyle başlamıştı. Pozisyonlarda genelde zorlama gülüşleri içime kurt düşürmüştü daha baştan. Sonrasında ise kendisiyle alakasız bir pozisyonda hakeme yaptığı itirazdan ikinci sarı kartı gördü ve hiç beklenmedik bir anda oyundan atıldı. Maçtan sonraki açıklamasında küfür etmediğini, sadece normal bir uslupla hakemin kararını eleştirdiğini söyleyince de kafalardaki soru işaretleri arttı şüphesiz. Televizyondan da görebildiğimiz kadarıyla şiddetli bir itirazı yoktu ve normal bir diyalog gibi görünüyordu.

Steve Bennett, pek güvendiğim bir hakem değil. Anlamakta zorlandığım birçok kararı var ve bence çok ucuz bir kart çıkararak maçı o dakikada bitirdi. Mascherano'nun ne söylediğini bilemiyoruz tabi ki ama kırmızı kart dışarıya hiç adil görünmedi. Old Trafford'da 1-0 mağlupken, bir de 10 kişi kalırsanız zaten maçla ilgili pek bir umudunuz da kalmaz. Yani o kart dolaylı olarak maçı bitirmiş oldu.

O noktadan sonrasını konuşmaya pek gerek yok. Liverpool'un yorulduğu dakikalarda üst üste gelen goller farkı getirdi.

Neyse ki kursağımızda kalan hevesimizi geri getiren bir Chelsea-Arsenal maçı vardı. İki takımın da türlü sebeplerden ötürü son derece ciddi hazırlandığı bu maçın 90 dakikası boyunca hiç düşmeyen tempo herhalde herkes tatmin etmiştir. Chelsea biraz daha iyi gibiydi. Maçın başından itibaren sürekli Drogba'yı uzun topla beslediler ki, Drogba hakikaten inanılmaz bir biçinde bu topların hemen hemen tamamını kontrol etmeyi başardı. Attığı gole kadar girdiği pozisyonlarda başarılı olamayan ve topa kibar davranmayı beceremeyen Drogba'nın gol atacağı yine de bariz biçimde ortadaydı. Burada Arsene Wenger'i eleştirdiğim düşünülmesin, bu kadar istekli ve kuvvetli bir adamı sürekli olarak defansın arkasında veya sırtı dönük olarak defansın önünde topla buluşturmaya çalışan bir takıma karşı oynarken, bu konuda yapabileceğiniz çok da bir şey yok. Arsenal defansındaki Toure ve Gallas, ne fizik ne de çabukluk olarak Drogba seviyesinde değiller.

Bu durumun farkında olan Wenger de, mümkün olduğunca diğer oyuncuları Drogba'dan uzak tutmaya çalışarak onu forvette yalnız bırakmaya uğraştı ve başarılı da oldu. Hatta kornerden bir de gol bulunca tüm planları yolunda gidiyor gibi gözüktü. İşte o anda Avram Grant kendisinden beklenmeyecek bir değişiklik yaparak maçı çözdü. Muhtemelen daha basit düşünmüştür ve "geriye düştük, forvet sokayım" şeklinde bir düşünceyle yapmıştır bu değişikliği. Oysa gerçekten de yapılması gerek buydu, çünkü dediğim gibi uzun top taktiğini diğer hücum oyuncularını durdurarak çözmeyi başaran Arsenal defansı için, bu tip toplarda başarılı olabilecek ikinci bir oyuncu ciddi bir tehdit oluşturabilirdi. Evet, Anelka'dan bahsediyorum. Drogba kadar kuvvetli olmasa da, aynı onun gibi az paslı bir oyun düzeninde çok iş yapabilecek bir adam. Aslında maçların belli dönemlerinde bu ikili çok efektif biçimde kullanılabilir. Avram bu konuda biraz daha yenilikçi davranırsa, elindeki malzemeden çok farklı tip hücum stilleri oluşturabilir maçların gidişatına göre.

Neyse Anelka aşısı tuttu, ve biraz daha rahatlayan Drogba attığı iki golle maçı çevirdi. Belletti ve Anelka'nın girip Makalele ve Ballack'ın çıktığı oyuncu değişikliği esnasında tribünlerin Grant'i protesto edip, Jose Mourinho tezahüratlarına başlaması enteresandı. Doğal olarak seyirci ön yargılı ve o ana kadar da iyi oynayan iki oyuncu çıkınca ağır bir tepki gösterdiler. Ballack ve Makalele de durumdan duydukları memnuniyetsizliği saklamadılar. Tüm bunlar Avram Grant'in otorite sorunuyla ilgili. Yapması gerektiği için yaptığı bariz bir değişiklikte bile kimsenin onayını alamıyor ne yazıkki.

Chelsea'li oyuncuların skora tepkisi ise oldukça olumluydu. Bu takımın basında bu kadar sıkça yer alması ve hergün başka bir transfer ya da antrenörle kavga dedikodusunun çıkması takımı biraz daha birbirine yaklaştırmış gibi. En azından futbolcular aynı kafada, ve aynı sorunlardan şikayetçiler. Bazen böyle problemli ortamlar takıma ters etki yapabiliyor ve futbolculara birşeyleri kanıtlama dürtüsü yüklüyor. Drogba'nın golden sonra formasını çıkarması da bence bununla ilgiliydi.

Arsenal'le ilgili söyleyecek fazla lafım yok. Kapasiteleri ölçüsünde çok başarılı bir sezon geçiriyorlar, fakat daha önce de burada yazdığım gibi dar kadroları sezonun sonlarına doğru onlar için büyük problem oluşturacaktır. Şampiyonlar Ligi'nde de devam ettikleri için bence artık ana hedeflerini o yöne doğru çevirmek durumundalar. Arsene Wenger'in üzerinde durması gereken en önemli konu ise Van Persie'yi tekrar kazanmak olmalı. Uzun sakatlık döneminin ardından oynamaya başlayan bu adamın eksikliği özellikle kilit maçlarda ortaya çıkıyor ve Chelsea maçındaki Van Persie baya paslı göründü gözüme. Fabregas rüya gibi bir sezon geçiriyor ve bu noktaya kadar Hleb'le beraber Arsenal'i taşıdılar. (Diğer oyuncuların payını görmezden gelmiyorum, bence en kilit adamlar bunlar) Fakat artık işin zor kısmı başladı ve maçı çözebilecek adam sayısının 2 ile sınırlı kalması, bu iki adamdan her maç aynı performansı beklemekle aynı anlama gelir ki büyük haksızlık olur bu da. Bu yüzden Van Persie önemli, hatta sakatlık durumunu bilmiyorum ama Rosicky de önemli. Adebayor'u bu oyuncular arasına koyamıyorum büyük övgüler almasına rağmen. Belki adamı sevmediğim içindir, bilemiyorum.

Hiç yorum yok: