26 Haziran 2008

2002'den 2008'e, ne değişti?


Garip bir milletiz. Her büyük uluslar arası turnuva, her ulaşılmamış başarı, her tarihi galibiyet sonrası bunu düşünmüşümdür. Fikrim bir kez daha sabitlendi, kendimden örnekle hatta. Milli takımımızı her büyük turnuvaya soru işaretleriyle yollarız, kadro beğenmeyiz, her maç ardından radikal fikir değişiklikleriyle kafamızı bulandırırız. Her söylenene “Hmm, doğru lan galiba” tepkisi verip başka başka açılar keşfeder, bu açı hesaplamalarının her birinde öncekinin derecesini unuturuz. Dediğim gibi, bu havadan dimağ sarsan maçlar sayesinde çıkamadım dün geceye kadar. Şimdi sıcağı sıcağına medyanın ve federasyonun, dahası başbakanımızın ve cumhurbaşkanımızın yarattığı havayı üfleyip Milli yönetimimizin doğru ve yanlışlarına bakmak istiyorum.

Milli futbol takımımız uluslar arası alanda en büyük gurur kaynağımız, sevincimiz, reklamımız oldu yıllar yılı, ama büyük başarıların arkasında hep travmalar oldu, hem bireysel hem takımsal olarak. Diğer büyük başarımızın cereyan ettiği 2002 ile başlayalım. Gelmiş geçmiş en güçlü jenerasyonumuz, en yetenekli ve derin kadromuz, kafa olarak en hazır oyuncularımızla girmiştik eleme sürecine. Oldukça zayıf grubumuzdan, müthiş deplasman derecesine rağmen, içerideki efsane İsveç mağlubiyeti (88-90) ve Makedonya beraberliği (Alpay “hat-trick” Özalan) yanında garip Slovakya beraberliği ile anca ikinci olabilmiştik. Hatta aynı gece ülke olarak Eurobasket’teki Hırvatistan zaferine yoğunlaşınca İsveç faciasına yeterince üzülememiştik. Sonuç: yine playoff, yine playoff.


Dünya Kupası öncesi havayı hayal meyal hatırlıyorum. 5-0’lık Avusturya maçı takıma olan inancı artırmış, medya “Türkiye’ye %30 oynasak yeter” diyen Roberto Carlos’a yüklenmişti. Bu inanca rağmen, Emre Aşık ve Bülent Korkmaz’ın arkasına Ümit Özat’ı libero olarak çakıp ultra savunmacı bir takımla Brezilya karşısına dikilmemiz garipti. Bu akıllarda kalsın, sonrası hatırlardadır zaten. Şanssız mağlubiyetlere yeni bir halka, şefersiz Rivaldo, kabus Kosta Rika maçı, son dakikada boş kaleyi pas geçen Winston Parks, Brezilya’ya Kosta Rika’ya yatmasın diye baskı –en ilginci de bu, garip bir umutsuzluk vardı herkeste bu maç hakkında, sonuç 5-2 olunca sarsıldık.

Çin maçında açılan takım, Japonya’ya İtalyavari bir galibiyetle selam edip Senegal’i ezince hedef kupaya yöneltildi. Brezilya karşısında tıpkı dün gece olduğu gibi çok iyi oynamıştık, Hamit’in orta sahadaki bağıran varlığı o akşam turnuvanın yıldızı Hasan Şaş’ın omuzlarındaydı, Ronaldo’nun burnu Rüştü’nün piknikte bile kurtaracağı bir topken fileleri gördü, İlhan’ın kafası direği yaladı ve elendik. O turnuva aslında bu turnuvanın da bize inceden inceye verdiği mesajı sokmuştu kafamıza. Bazı takımların kadro kalitesi ve derinliği asla İtalya, Brezilya, Arjantin ya da Fransa seviyesinde olmayacak. Ancak yetenekleri doğrultusunda agresif oynayan, iyi hazırlanan, birbirine güvenen oyunculardan kurulu her takım turnuvada umulmadık başarılara ulaşabilir.


Bu turnuvaya gelelim. Önce tebrikler. Bütün maçlarda oynayan Hakan Balta’ya, parmağındaki sakatlığa rağmen bütün maçlarda oynayan, bana göre bu turnuvanın kahramanı Hamit’e, yüksek beklentilerin altında ezilmeden sakatlanana kadar istikrarlı futbol oynayan ve Çek Cumhuriyeti maçındaki unutulmaz golü atan Nihat’a, İsviçre maçındaki golüyle takımı ateşleyen, Çek Cumhuriyeti maçındaki golüyle itekleyen Arda’ya, formunu sezon sonrasında bu turnuva için muhafaza eden Semih’e teşekkürler. Fatih Terim beklediğimiz gibiydi, yorumlarıyla, yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla kafa karıştırdı ve takımdan ne beklememiz gerektiğini asla bilmememizi sağladı. Diğer bir yandan, bu fikirden de destekle ülkenin en büyük teknik direktörü olduğunu bir kez daha ispatladı. Kelimelere yanlış döktüğünü düşünsem de, bu takıma aşıladığı çok önemli bir psikolojik sağlamlık var. Yetenekli bir takımız, stoperimiz ve kalecimiz uzun yıllardır sorun olsa da diğer mevkilerde derin sayılabilecek bir kadro çıkarabiliyoruz, bunun ışığında birbirimize güvenirsek ve istikrarlı olarak agresif bir futbol oynarsak her turnuvada başarılı olabiliriz.

Bunu fark etmemiz için yine ilk 90 dakikayı boş geçmemiz gerekti. Stoperi ve kalecisi soru işareti olan bir takımın yapması gereken ilk şey agresif oynamaktır. Geriye yaslanmak, hızlı adamlarla açık alan yakalamaya çalışmak asla becerebildiğimiz bir şey olmadı; Portekiz maçının özelinde herhangi bir rakibe karşı bu anlayışla çıkmak intihar olurdu, zaten turnuvadan elenmemizle sonuçlanan birkaç kritik pozisyon da geriye yaslandığımız dakikalarda gerçekleşti. Orta sahayı hem dikine oynama becerisi olan, hem fizik gücü yüksek ve rakibi orta alanda bozacak oyuncuları Aurelio’nun yanına döşeyerek kurmamız gerekiyordu, bu tarife uyan tek oyuncu olan Hamit’i sağ beke hapsederek ikinci hatasını yaptı. Hem de İsviçre maçının belli bir bölümünde, o bölgeyi savunması gereken Sabri orta sahada amok koşuculuğu yapıyordu.

Hatalar yavaş yavaş düzeltildi ve İsviçre maçındaki beklenmedik Arda füzesi Terim’i uyandırdı. Bu noktadan sonra Terim turnuvayı domine etmeye başladı. Öncelikle açıklamalarıyla yaratılan havayı bozup, takımın rahat oynayacağı bir psikolojiyi destekledi. En büyük karakteristik özelliğimiz olan zora girince umudu kaybetmeyi ve tabiri caizse mabadı yere sermeyi neredeyse göremedik.

Neredeyse diyorum zira Atv’nin rüya kadrosu neredeyse yediğimiz her golden sonra beş dakika kadar maç anlatmayı bıraktılar. Yalçın Çetin tüm zamanlardaki favori spikerimdir ama Erdoğan Arıkan ve Kerem Öncel olmadı. Selçuk Yula nedir, anlamadım. Uğur Meleke’yi çok az kullandılar. Maçı babam anlatsa şu ekibin yokluğunu hissetmezdim –Yalçın baba hariç.


Çek Cumhuriyeti maçında da Hamit’in etkin olduğu bölgeye çekilmesi kilit hamle oldu, orta sahayı hallaç pamuğu gibi attı, üç golün de hazırlayıcısıydı, Nihat ve Arda gollerde enfes vuruşlar yaptılar –bu da özlediğimiz görüntüydü. Hırvatistan bizi daha çok andıran, maçı beraber oynayan, iyi savunma yapan ve çabuk çıkan bir takımdı, övündüğümüz kondisyonumuz son dakikalarda bizi biraz zorladı, Semih’in golü anlatılmaz. Zaten anlatmak için izlemek gerek, topun kaleye girdiğini anlayabildiğim saniyeden itibaren minder dövüyordum, İsviçre maçındaki halimi hatırlayınca komik geliyor şimdi. Yağmur altında debelenen takımı izlerken, Volkan topun ilerlememek için isyan ettiği zeminde sıfıra inmiş Derdiyok’un üstüne koşarken “Yahu biraz daha zekasıyla oynayan, şu ortamda maçı idare etmeyi becerebilen, 2-3 tane tek pası üst üste koyabilen bir takım istiyorum, çok mu?” diye söyleniyordum kendi kendime. Arda’nın golünde tavuk gibi bakıyordum televizyona, gol benim için sürprizden de öteydi, o golle birlikte takımın kendine olan güveni de yavaş yavaş büyüdü Almanya karşısındaki büyüleyici 91 dakikayı geride bırakana kadar.

Sonuç olarak yarı finale geldik. Portekiz maçında pas yapamayan takıma hayıflandık, İsviçre’nin havasında yanına uzun kollu bir şey almayı unutan sevgililer gibi çaresiz oynayan oyuncuları görünce sinirlendik. Hani bazı takımlar sistemleri dahilinde hesap dışı bir kırmızı kartta, olağan dışı bir hava koşulunda, önemli bir oyuncunun kötü oyununda ne yapmaları gerektiğini bilmezler. Ama bizim takımımızın bu duruma daha hazırlıklı olması gerekirdi. Çünkü bu turnuvaya gelen ekibin en önemli özelliği fizik gücüydü, üstüne Amerika’lılara yüklettik, sonuç olarak biraz daha dirençli olmalıydık. Çek Cumhuriyeti’ne karşı galibiyet beklemiyordum, onlar da işin özü 2-0’ı yakalayınca biraz gevşediler ama orda olmayan direnç burada oluştu ve yine Türk futbolunda alışık olmadığımız 15 dakikalık yoğun baskımızla maçı aldık. Dahası, 2-2 makul bir skor olmasına rağmen agresif oynayıp kroki durumdaki rakibe son şaplağı atıvermemiz beni çok etkiledi. Hırvatistan maçındaki epik son da güzeldi ama normal şartlardaki bir maçta test edemedik kendimizi, bu da biraz sezildi yarı finalde.

Eksik kadroya ve tahmin edilebilir kadro yapısına rağmen, Terim faktörü devreye girdi ve bu durumu da avantaja çevirmeyi başardık. Almanya maçına nasıl çıkacağımız ya da nasıl oynayacağımız hakkında en ufak bir fikrimiz bile olmadı bu sayede. Ama gerekeni yapıp agresif oynadık, rakibi orta sahada boğduk ama savunmada pozisyon bilgisi eksikliği bir gole –neredeyse ikincisine- mal oldu. İkinci gol rüya gibiydi ama sonrasında en iyi yaptığımız şeyi, sakin kalmayı beceremedik ve basit bir savunma pozisyon hatasıyla Lahm’dan gol yedik. Sağlık olsun diyelim, bu bile fazla geldi.


2002 ve 2008 arasında taze benzerlikler sezdiğim için girmiştim yazıya, uzadı. Geri dönelim, 2002 takımının yıldızı Hasan Şaş, Galatasaray’la da iki çok başarılı sezon geçirmiş ve adını dünyaya ezberletmişti (© Fatih Terim). 15 milyon dolara mı gider, 25 milyon dolara mı gider derken takımda kalmış, üstüne kontratının son senesi olduğu için yeni hoca Terim’le sorunlar yaşamış ve zar zor kadroya girmişti. Sonrası malum, zoraki imza, performansta serbest düşüş ve 26 yaşında heba olan bir gelecek. Arda da aynı sendromu yaşayacak gibi duruyor menajer belası sebebiyle. Israrla Avrupa’ya pazarlanmak isteniyor, kafası bulandırılıyor, olmayan teklifler yaratılıyor. Ben Türkiye ligine mensup bir oyuncunun asla 20 milyon € gibi bir bedelle transfer yapamayacağından emin gibiyim. Hayırlısı olsun, Hasan’ın durumuna düşmesin.

Yine o turnuva sonrasında da çok yetenekli ve genç bir jenerasyonumuz olduğu, bu yarı finalden sonra Euro2004’ü silip süpüreceğimiz konuşuluyordu gaza gelmiş medya mensuplarınca. Çok uçmamak, yere basmak ve ikinci bir Letonya faciası yaşamadan ilk hedefi Dünya Kupası’na katılmak olarak koymak çok mühim.

Fatih Terim’i övdük ama bu takımdan ayrılması kendisi için, dolayısıyla Milli takım için hayırlı olacaktır. Kafasında soru işaretleri olduğunda performansının nasıl etkilendiğini biliyoruz. Bu konsantrasyonu bir daha sağlayacağı konusunda şüpheliyim, bu sebeple Napoli’ye yerleşip orada asıl hedefini kovalaması çok daha akıllıca.

Çok genç ve yetenekli bir kadromuz olduğunu düşünmüyorum. 2002’de de görüşüm sabitti. Takımı sürükleyen oyunculardan Davala ve Ünsal 29, Şükür 31, İlhan 27, Hasan 26, Tugay ve Bülent 32+ idi, hala kalecimiz ve stoperlerimiz problemdi ve istikrarlı bir kadromuz yoktu. Bu kadroya neredeyse hiç dokunmayarak hazırdan yedik ve hazıra dağ dayanmaz. Aynı hataya bu sefer düşülmemeli. Başa kim gelecekse bu takımın yıldızlarından Nihat’ın 29, Tuncay ve Hamit’in 26 olduğunu, Arda dışında geride kalanların bir sonraki turnuvaya nerede olacaklarının garanti olmadığını, stoperlerimiz ve kalecimizin 2002’den daha da belirsiz durumda olduğunu bilmesi gerek. Topal, Balta, G. Gönül –ah bir sakatlanmasaydın-, Arda ve Hamit iyi bir çekirdek ama uçmak için yeterli değil.

Son olarak, bu başarıdan kim nemalanacaksa n’olur oyuncuların ve teknik ekibin önüne geçmesin. Hasan Doğan’a şimdiden ayar oldum ama işin içine Başbakanımız da sızıyor. Biraz açılalım, doktoru bekleyelim. Dahası aklıma gelince yazarım işallah.

Not: Bu aralar Sultanahmet’teyim. Hayranlarımı bekliyorum.

Hiç yorum yok: