19 Haziran 2009

Böyle elime düşersin!


Nadal ve Hewitt, Fransa Açık'ta üçüncü turda eşleşmiş ve Nadal, sanki boş bir kortla oynuyor gibi, 6-1/6-3/6-1 süpürmüştü. Fakat sonra sakatlık etkisini artırdı, dizi uzun Soderling maçında iflas etti ve hâlen Wimbledon öncesi deneme turlarında. Çimin ısınma turlarından Hurlingham Club'da Hewitt'e 6-3/6-4 mağlup oldu Nadal, maç sonunda da ikili arasında samimi gözüken ancak pis kokan bir kare kaldı. Kimbilir ne tür bir laf sokmuştur Hewitt, bilemiyoruz.

Sercan Yıldırım kaç eder?


Fenerbahçe'nin Bursa'lı Sercan Yıldırım için ciddi görüşmeler içinde olduğunu biliyoruz. Son Mehmet Topuz macerasından sonra haklı olarak Bursaspor en az 7,5 milyon €'luk bir teklifi masasında görmek istiyor. Fenerbahçe de ama takasla, ama parayla bu işi çözmeye niyetli gibi.

Çünkü Sercan, futbolumuzun yıllardır görmediği bir yetenek (en azından böyle düşünmemiz için yeterli sebep var). Çok hızlı, gol vuruşlarında seçici, hızını topla da koruyan, şimdilik doğal olarak fizik eksiklikleri bulunan bir yıldız adayı. Bursaspor da onu çok doğru zamanda süsledi ve şimdi istedikleri tip satıcıyı oynayabilirler (tok, aç).

Peki Sercan Yıldırım 7,5, kuvvetle muhtemel 10 milyon €'ya kadar çıkacak bir bonservisi hak ediyor mu? Öncelikle bu kadar yükselen fiyatın baş sorumluları olarak, Florentino Perez'e özenip transfer piyasasının tozunu alan yöneticilerin payı büyük. Yıllardır milli takımda oynamayan, üç takımın sürüklediği bir ligde takımıyla ezberi bozamamış, bazı özellikleri dikkat çekse de henüz büyük takıma adaptasyon konusunda soru işaretleri barındıran Mehmet Topuz'un, o kadar naz-niyaza rağmen 9 küsür milyon ettiği bir ortamda eder. Ancak, 1990 doğumlu Sercan'ın hakkında bu paraları konuşuyorsak, Balotelli, Miralem Pjanic, Macauley Chrisantus, Levan Mchedlidze, Lulinha gibi kendilerini şimdiden ispat etmiş futbolcular için nasıl rakamlar konuşuruz merak ediyorum. Bugüne kadar yurtdışına satılan en pahalı Türk futbolcunun, 8,7 milyon € ile Gökdeniz Karadeniz olduğunu da hatırlatmak gerek!

Sercan'ın açısından bakarsak, Arsenal, Man Utd, Man City (Tugay!), Hamburg gibi klüpler tarafından da istendiği biliniyor. Ben olsam ya Bursaspor'da kalır, ya da Arsenal opsiyonunu zorlarım. Birincisi, Fenerbahçe'ye gittiği takdirde bu muhtemelen kariyerinin son büyük transferi olacak. İlk 11'i bıraktım, Güiza ve Semih'li düzende yedek klübesinde bile yer bulmakta zorlanacak, genç oyunculara özel bir antreman tekniği ve programı geliştirilmediği için de olduğu yerde sayacak. Arsenal'de en azından kupalarda oynama şansı ve Arsene Wenger gibi bir hocanın ellerinde yoğurulma şansı var. Bursaspor'un daha az para kazanmayı göze alıp, kendi yetiştirdiği yeteneğin daha üst seviyelerde yer bulmasını sağlamasını tercih ederdim.

18 Haziran 2009

Röyksopp @ Efes One Love


Geçen seneki asparagastan sonra, bu sene harbiden geliyorlar. Ve baktığım kaynaklarda yanlış görmediysem, Robyn de yanlarında olacak. Güzeeel, güzel.


Vision One - Junior (2009)


There was a time when all the shadows of these tall buildings
Would throw their cape around each corner of their grassy feet
And one by one, each new shade, would cover the green way back;
Allowing changes that we could not have foreseen

Everybody let us kiss upon the world, we created
Let us rest our eyes up by the great machine, as we wave goodbye
Feel the evening breeze caress your smile, the cities are dying
As we watch it falling to a modern state, a modern time

Remember when we hear the distant sound of human life?
A zillion noises whip our eyes that travel through the sky
And one by one, each little sound, has faded away with time,
Allowing changes that we could not have foreseen

Everybody let us say goodbye to all, our emotions.
'Cause there's nothing left to say that we're humane, when we're left behind
It's to late to think that we can worship hu-man emotions
'Cause we've already evolved into machines, in our minds

17 Haziran 2009

Tenisçiler nasıl hazırlanır?


Bir tenisçi, mental ve fiziksel açıdan ciddi anlamda hazır olmalıdır önemli bir turnuva öncesinde. Günlerce üst üste beş setlik maçlar, 4-5 saatlik mücadeleler, 20-30 vuruşluk rallilerin altından kalkmak için kusursuza yakın işleyen bir vücut şart.

Mental sertlik, doğuştan gelen bir özellik. Ne kadar turnuva oynasanız, antrenman yapsanız, psikolojik destek alsanız da kafaca belli bir yere kadar hazırlanabiliyorsunuz. Efsane tenisçilerle iyi tenisçiler arasındaki farkı yaratan da genelde mental unsur oluyor. Kimseye Nadal gibi bütün toplara koşmayı, Federer gibi 15-40 gerideyken kendi oyununu oynamayı, backhand slice ile lob atmayı öğretemezsiniz.

Fiziksel açıdan, olay biraz daha basit. Tenisçilerin neredeyse tamamı aynı yöntemleri kullanıyorlar. Birincisi, bol su içmek. Molalarda, antrenmanda, ısınırken, evde otururken, dışarıda takılırken sürekli su içiyorlar. Maçlarda suyu istemeye istemeye içtiklerine şahit olmuşsunuzdur. Bunun sebebi, içmek zorunda oldukları için içmeleri.


İkincil olarak, beslenme alışkanlıklarını sayabiliriz. Tenisçiler, tıpkı yüzücüler gibi, yoğun antrenman ve maç temposunu kaldırmak için bol miktarda protein, karbonhidrat ve su almak zorundalar. Suyu belli bir düzen içinde içtiklerinden bahsettik. Tenisçilerin tamamına yakını bir beslenme uzmanıyla çalışıyor ve düzenlerinin dışına çıkmıyorlar. Karbonhidrat ihtiyacınızı, büyük bir tabak makarna, bol mayonezli bir sandviç, büyük boy pizza gibi normal bir insanı doyurmaktan öteye gidecek menülerle karşılayabiliyorsunuz. Protein ihtiyacı ise maç içinde yenilen muz, çikolata, rengini görüp anlam veremediğimiz yoğunlaştırılmış enerji jelleri vasıtasıyla karşılanıyor. Bir tenisçinin, bir yüzücüden farkı, maçların daha uzun sürmesi ve oyunlar arasında oyuncuların oturup dinlendiği molaların bulunması. Bu sebeple protein deposu olan muz çok önemli. Diğer ihtiyaçlar da enerji jelleri ve içecekleri ile karşılanıyor.


Enerji içecekleri, bir tenisçinin menüsünün en önemli parçası. Gatorade, Powerade bizim de bildiğimiz, özellikle uzun süren müsabakalarda oyuncunun vücut ısısını kontrol altında tutan high-carb içecekler. Bunların bir de protein içerenleri var, Accelerade gibi. Bu tip içecekleri kullanırken vücudunuzu tanımanız çok önemli, zira fazla ya da erken kullanım metabolizmanızı alt-üst edebilir.


Bir saatin altında süren maçlarda enerji içecekleri tavsiye edilmiyor. Suyun yeterli olacağı söyleniyor. Çünkü enerji ihtiyacını karşılamış bir sporcunun vücudundaki karbonhidrat miktarı normal seviyededir. Tenisçiler de genelde ilk set sonrası renkli enerji içeceklerini çıkarır ve keyiflerine bakarlar. Büyük su şişesi içindeki içecekler de büyük oranla marka reklamından kaçmak için şişeye aktarılmış, bazen de tozlu karışımlar olarak şişelenmiştir.

Tony & Eva


Eva Longoria & Tony Parker
7 Haziran 2009, Philippé Chatrier Court, Paris

RG 2009 ve Federer'in zafer süreci


Federer’in kariyerindeki tek eksik parça, herkesin dimağında değişmez bir yeri olan, o özel toprak kortta alınacak bir şampiyonluk kupası idi. Sonunda bunu başardı, her ne kadar kucağına düşmüş gibi olsa da. O kupayı kaldırırken ve bir yandan izleyenler olarak biz de “Nadal olsaydı…” ile başlayan yorumlar yaparken, kendi kendime sordum: Acaba çok mu şey istiyoruz Federer’den?

Öncelikle Nadal. Bu turnuvaya sakat sakat geldiğini, Madrid finalinde bu ufak gibi gözüken sakatlıkların çok sıkıntısını çektiğini biliyoruz. Bu sakatlıklar büyük oranda yıllardır süregelen uzun maçların, yorucu turnuva temposunun getirdiği ağırlıktandı, finalde Federer’e yenilince gündeme yerleşti ama aynı adam, yarı finalde Djokovic’i yenmek için dört saat kortta kalmış, iki çok yorucu tie-break kazanmıştı. Cumartesi oynanan bu yarı final maçının da dört saat sürdüğünü ve bu turnuvanın best of three oynandığını da belirtmek gerek. Sonuç olarak Nadal, normal şartlarda toprakta en fazla bir set vereceği Soderling’e elendi.


Nadal sakattı, yorgundu, Federer kadar hazır değildi ve Madrid’i kaybetti. Federer, yaklaşık iki buçuk senedir tüm konsantrasyonunu Fransa Açık şampiyonluğuna yoğunlaştırmış durumda ve bunun meyvesi kadar çürüğünü de yedi. 2007 Hamburg’da rakibinin 81 maçlık serisini bitirdiği maçtan sonra Fransa’da varlık gösterememiş, sonra bir düşüş dönemine girip sadece Roland Garros’ta değil, Avustralya Açık ve Wimbledon finallerinde de rakibine geçilip, bir numarayı kaptırmıştı.

Madrid, bu sezon Federer’in kazandığı ilk turnuva oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Avustralya’da ağladıktan sonra çok iyi bir rehabilitasyon dönemi geçirmiş, ufak tefek turnuvalarla kendini strese sokmadan doğru bir hazırlık yapmış. 2009 RG boyunca çok sert, ne yaptığını bilen, rakibini okuyarak oynayan, kısacası eski model bir Federer karşımızdaydı. Karşısındaki kimsenin oyunu dikte etmesine izin vermedi, mesela Haas karşısında geri düştüğünde çabuk toparlanıp hemen kendi oyununu adapte etti, Del Potro karşısında alçak toplarla fileye gelip, kısa toplarla rakibi koşturdu. Tekniği kısıtlı Soderling zaten kolay lokma idi, o aşamaya geldikten sonra. Bu sert görünüm, Federer’in sağlam bir Nadal karşısında kazanmasını sağlar mıydı? Büyük ihtimalle hayır. Federer uzun rallileri, rakibe göre oynamayı, stabil maçları sevmiyor ve Nadal karşısında da bunu değiştirmek zor. İnsanların “Federer’in backhand’i” muhabbetine bu kadar takılmasının sebebi de bu. Federer belki de dünyanın gördüğü en baba backhand’e sahip ama yine de Nadal’ın fizik gücüne ve oyun istikrarına karşı çok işe yaradığını söyleyemeyiz.


Nadal önümüzdeki çim sezonu için dizini hazırlayadursun, Federer en büyük emelini gerçekleştirdi ve artık tamamlamak istediği son bir hedef kaldı: Geçen sene, her ne kadar elinde olmayan sebeplerin payı olsa da, kendi çöplüğünde Nadal’a yenildi ve bu onu çok yaraladı. Neredeyse bir sezon süren bir toparlanma süreci geçirdi. Federer’in, kelimelerle tarif edilemeyecek kariyerini taçlandırmak için aklında böyle bir son olduğuna eminim. Ama bu, Fransa Açık şampiyonluğu gibi olmazsa olmaz değil. Önce Wimbledon’ı geri alıp, sezonu tamamlayabildiği kadar iyi tamamlayıp tekrar bir numarayı almak asıl hedefi olacaktır. Nadal sakatlıktan geri döndüğünde onun da hesapları olacak elbet. Çekişmenin geçen sezonki tadına tekrar ulaşması zor; ancak en azından iki tane daha baba maç izleriz.

14 Haziran 2009

Do this! - 2

Oklahoma City Thunder:

Draft’te ne yapmak istediklerine göre değişir; ama ben olsam Swift ile cüzzi bir kontrat imzalarım, diğer takımların da bu işe taş koyacağını zannetmiyorum. Green ve Durant harika bir ikili, üzerine takım kurulacak adamlar; ancak Russell Westbrook’un daha ciddi, daha sistemli bir ortamda ne kadar verimli oynayacağından çok emin değilim ve ilk iki sıra pas geçerse Rubio’yu atlamam. Swift’i bir kenara koyarsak eldeki uzunlar Nick Collison ve Nenad Krstic, vay vay vay. Gelecek sezonda da bu takımdan birşey beklenmemesi gerektiğinin farkındayım; ancak amaçsız bir sezon daha geçirmemeliler, kesinlikle. Hem Durant, hem de Green ligdeki üçüncü sezonlarına girecekler ve mental gelişimlerinin önemli bir kısmı da takımın yapacağı somut (galibiyet-mağlubiyet derecesi) gelişimle de doğrudan alakalı. Bu yüzden, çok da suyunu çıkarmayan bir meblağ ve uzunluktaki bir kontratla Swift’i bench’te tutmak gerekir. Swift kimdir, ne iş yapar, çok da mesele değil, takımın cap’i müsaitken cüzzi bir yatırımı daha hak eden bir fiziğe sahip. Öte yandan draft’tan Thabeet ile çıkılmazsa; Rasho olur, Orlando’nun Hedo hakkındaki tutumuyla da alakalı olarak Marcin olabilir, orta karar, sesini çıkarmadan işini yapacak bir uzun daha şart. Earl Watson ve Chucky Atkins’in ’10 yazında biten 10 milyon dolar civarı kontratları da yazın ya da sezon içinde kullanılmalı, draft’tan Thabeet gelirse bir pg-sg için, başka biri gelirse de savunma yapan, makul sayıda ribauntunu alan bir c için.



Memphis Grizzlies:

Kadro o kadar boş ki çok da yapılacak hamle gelmiyor aklıma. Boşluktan kastım nitelik değil, nicelik. Blake Griffin dedikleri kadar iyi çıkacaksa çehre değiştirebilirdi; ancak Ricky Rubio da hiç fena değil. (Memphis’te oynamama falan gibi şeylere itimat etmiyorum açıkçası, oynamıyorsa da takas eder alırsın şık bir adam.) Her yerde Ricky Rubio’nun adı geçiyor, laf arasında şunu da belirteyim: Rubio bence bu ligi çok bekletmeden sallayacak bir herif, farazi konuşuyor gibiyim ya da daha çok kahve ağzına benzedi; ancak iddiamın altını çizeyim istedim. OJ çok güzel herif, Mike Conley’i bench’imde isterim, peki ya Marc Gasol’e ne demeli? Ama draftten geleni de sayarsak, 2 tane büyük potansiyel, 2 tane de güzel gençle takım kurulmuyor takdir edersiniz ki. Free Agent’lardan da tutulacak adam yok ne yazık ki. Diğer takımlardaki Free Agent’lar arasından da piyasada fark yaratıp, sonra da cakasını satacak kalibre de adam da pek yok. Vasat adamlarla kadroyu doldurup, sezon ortasında 2010 gazındaki bir takıma Darko+Gay’i postalayıp, pota altında etkili bir adamı kadroya katıp bir top 3 pick daha kovalanılır mı, bence kovalanır. Bütün bunlar gerçekleşirse, Grizzlies önünü görecektir.

Ps: Rudy Gay son dönemlerde gördüğüm en tırt oyunculardan biri, bazı Nba kliplerinde bir değil, iki kere gözüküyor olması da kaderin bir cilvesi heralde.



Minnesota Timbervolwes:

Ooo babalar, bu nasıl kadro ama ya. Pota altı güzel, Craig Smith’ler falan; ama takımın gardları Bassy ve K-Oll, olmaz böyle! Yine tutmanın pek anlamı olmadığı free agent’lar var elde, aslında aklı evvelin biri çıkıp Rodney Carney’e büyük para vermezse, bench’te tutulacak bir herif kendisi. Jason Collins’in de korkunç kontratının sonuna geldik hayırlısıyla, basketbolu bırakacaktır umarım. Brewer sağlıklı dönerse, Foye, Miller, Gomes falan güzel herifler. Bassy de ilk 5 çıksın çok problem değil; ama güzel bir back up lazım. Yaklaşık 4 dakikadır free agent listesini inceledim baştan sona, şak diye alınacak biri gözüme çarpmadı. Ramon Sessions falan mantıklı bir hedef olarak gözükmedi. Mike Miller’dan vazgeçilir mi, bence geçilir; pazarlanmaya çok uygun bir kontratı var ve ortaya ne koyduğundan da çok emin değilim. Kevin Love’un olmasını bekleyecekler nasıl olsa ve bu arada Foye, Brewer, Gomes’e 3’er 5’er dakika daha fazla vermek, Mike Miller’dan 2 üçlük, biraz akıl beklemekten daha mı mantıklı acaba? Seneye bu zamanlar beni öldürün bunu söylediğim için; ama aklı başında bir koç ve şık bir pg’yle bu takımın çehresi çok değişir. Bu noktada pek çok Timbervolwes taraftarından ayrılıyorum sanırım; ancak bir outsider olarak görüşüm bu yönde. Ya aslında potansiyelli çok adam var 2-3 pozisyonlarında, draft’te de anladığım kadarıyla bu kadar yukarıdan seçilmeye değer bir pg yok Rubio dışında, koy baba pick’i Miller’ın yanına, güzel paket ha, şekil değiştirecek adam alınır.

13 Haziran 2009

Yaya Toure


Hakkında bildiğimiz çok fazla şey yok gibi. Yediği yemekten, takıldığı restorana, beraber olduğu kadına dair önümüze sunulan futbolculardan değil. Abisinin, Arsene Wenger piyangosu çarpan futbolculardan Kolo Touré olduğunu biliyoruz. Peki Yaya abisi kadar şanslı mıydı, futbol kariyeri açısından? Hayır. Çok daha taşlı yolları teperek geldi Barcelona'ya.


Aslında yolları birbirine benziyor. Yaya, birçok vatandaşı gibi Avrupa'ya ilk olarak "resmi Fildişi bağlantısı" olarak da adlandırabileceğimiz Jean-Marc Guillou vasıtasıyla ve Beveren klübüyle ayak bastı. Eski Fildişi antrenörü olan (Fildişi'nin altın jenerasyonunun ergenliğini tamamlamadığı dönemlerde bu görevi yaptı) Guillou, Belçika'nın çalışma izni konusundaki esnekliğinin de katkısıyla, şu an Avrupa'nın önemli klüplerinde oynayan pek çok Fildişiliyi bu klüpte topladı. Kolo da bu isimlerden biriydi, Beveren'in feeder klübü olan ASEC Mimosas'ın genç takımında yetişmişti ama Arsenal'deki deneme periyodunda göze girince orada kaldı ve kaptanlığa kadar yükseldi. Yaya ise Beveren'den 2 milyon € karşılığında Metalurgh Donetsk'e geçti ve bu iki klüpte toplam dört sezon geçirdi.


2005 yazında 1,2 milyon € karşılığında Olympiakos'a gitti, 25 maç oynayıp kendini gösterdi ve fiyatını üçe katlayarak Monaco'nun yolunu tuttu. Bu transferin öncesinde abisinin klübü kendisini bir denemeye tabii tuttu ama imza attıracak kadar etkilenmedi. Monaco'da geçen bir sezonun ardından fiyatını tekrar katlayarak Barcelona'ya gitti.

Barça'da da bu sezonun başında bocaladı, ilk sezonunda as kadronun isimlerinden biri olarak sayılmasına rağmen, Pep'in revizyonunda yerini Busquets'e kaptırdı. Yılbaşına doğru işler normale döndü ve Yaya, sadece orta sahayı toparlayan bir dinamo değil, aynı zamanda savunmanın ortasında ve kenarlarda da oynayabilen bir joker olarak kendini ispatladı. Bu noktada Olympiakos'a transfer olduğu rakamı tekrar hatırlatmakta fayda var: 1,2 milyon €!

Forza Binali Yıldırım


Bitmeyen bir hikâye: Ne işiniz var elalemin internet sitesinde?

12 Haziran 2009

Yaratıcı İngiliz - 3

Ada'dan sezonun enteresan tezahüratları, bir nevi kompileyşın,

"There's only one Vince Grella, ella, ella, hey, hey, hey."

Rihanna - Umbrella melodisiyle, Ewood Park'ta Rovers taraftarı yeni oyuncuları Grella'yı selamlıyor.
"Don't you wish your midfield had Kompany?"

City tribünlerinden Kompany'ye Pussycat Dolls (Don't Cha) bestesi.

"How many special people came? How many flights we had to change? Where were you when we were in Chennai? Hit for four with his first ball, then got Gambhir and The Wall. Where were you when we were in Chennai? Somewhere you will find him, taking loads of wickets, in a Swanny Super Over in Chennai. Somewhere you will find him, taking loads of wickets, in a Swanny Super Over, a Swanny Super Over... Because some people believe that we shouldn't even come here at all...but you and I will never die, and Graeme Swann is just the reason why, why, why, why."

Kriketçi Graeme Swann için biraz (!) fazla emek sarfedilmiş bir Champagne Supernova uyarlaması.
"Whoh-oh Theo Walcott, Theo, Theo Walcott. He's an Englishman at Arsenal."

Emirates'te takımlarının nadir yerli oyuncularından biri olan Walcott'a Sting'den okuyor Arsenal taraftarı, Englishman in New York.

ve benim favorim,

"When the ball hits your head and you sit in row Z, that's Zamora!"

Dean Martin'den That's Amore'yle söyleyin içinizden, harika. Bravo Craven Cottage, bravo Fulham!

Yaratıcı İngiliz - 1
Yaratıcı İngiliz - 2

10 Haziran 2009

Nostalji 9 - Legend on the grass


Bob Marley, Am/Jam (Amerika ve Jamaika) takımıyla birlikte, Haiti karması karşısında. Yer: Miami. Yıl: 1980. Kansere yakalandığını öğrenmeden birkaç hafta önce.


fotoğraf: David Brooks - pobm

07 Haziran 2009

Çocuklar gibi şen



Arjantin 1 - 0 Kolombiya
Dk. 56: Diaz

06 Haziran 2009

United We Win

The NBA Finals 2009 are here. It is time to unite behind our leaders in Phil Jackson and Kobe Bryant. Kobe's entire career and legacy can be cemented with a 4th title. This is about the city behind...

04 Haziran 2009

Hata.

Kusturica’nın Maradona filminden bir parça görüntü bulup koymuştum bloga. La Vida Tombola’yı söylüyordu Manu Chao, Maradona’nın karşısında, sokakta. Emir Kusturica zannetmiştim Maradona’nın sırtına dokunan adamı. Sedat söyledi Douş’tan duymuş, o adam Kusturica değilmiş. Hata yapmışım. Yakın renkleri ve suratları karıştırırım zaten. Belgesi aşağıda. Hiç de benzemiyor Kusturica’ya ortadaki adam. Komutan Logar’dan geliyor:

- Kimsin sen?

Sé que iré al Madrid, soy muy feliz


Başlıktaki sözler Kaka'nın ağzından çıkmış AS'ın anasayfasına göre. Madrid'e gideceğimi biliyorum, çok mutluyum diyor. Ki ezeli rakip Marca da aynı haberle açılıyor. Perez bu sefer başardı gibi. Milan'ın alacağı para €65M. Fakat Berlusconi taraftarların klubü kafasına yıkabileceğinin farkında. Haftaya yapılacak seçimler öncesi tifosilerin oyunu kaybetmekten korkuyor. Madrid resmi açıklamanın bir hafta sonra geleceğini söylüyor, sebep? Tabii ki seçimler. Bu noktada ufak bi katakulliyle Chelsea'nin €73M'luk bi teklif yaptığına dair yalan haber atılıyor ortaya. Niyet belli, bu bir hafta "Chelsea mi? Madrid mi?" sorularıyla harcansın isteniyor. Abramovich ilk dakkadan çıkıp haberi yalanlayınca bu plan da suya düşüyor tabi. Berlusconi'nin de kaçacak yeri kalmıyor. Madrid şehrinin Ronaldo rüyası hiç gerçekleşmeyecek belki; ama yeni kahramanları geliyor.

03 Haziran 2009

Oryantasyon


Villarreal'in yeni hocası Valverde, soyunma odasını geziyor. Konsept güzelmiş.

Shaq

Yeni saç stiliyle Shaq. George Jefferson'a özenmiş. Eski iki takımı finallerde, favorisi Magic.

01 Haziran 2009

Konferans finallerine ilişkin

30-31 mayıs ikibindokuz, cumartesipazar

orlando-lebron


hola. doğu-batı finallerini zevkten robota dönmüş halde izlerken ara sıra kendime gelip not aldım, şimdi de aradan seçtiklerimi saçıyorum.

...

orlando finale çıktığında stanvan’de ses tamamen kısılmış olacak. ballı adaçayı öneriyorum, bi parmak konyak ekleyip içsin (baş ya da orta... parmak). stan bence sezonun da en iyi koçu. her maçı kendine düşen tarafından nakış gibi işliyor. takımını eline uyan, yakışan, alışıp ustalaştığı bir âlet gibi kullanıyor. bir enstrüman, makina, herneskimse, anladınız. kumanda hidayet. koçun iradesi takıma ondan geçiyor. en iyi işleyen parça. zihinsel olarak çok iyi, yüz üstünden doksanbeş. ben bu kadarını tahmin etmemiştim, daha ziyâde fiziksel açıdan tökezler, playofflar yaklaşırken sakatlanır yahut buralarda pili azalır sanıyordum. sezonun tamamını çok iyi geçirmiş olduğunu şimdi geriye bakınca gayet açık görebiliyorum. kafası vücudunu korumuş, eksiklerini de kapatıyor. buna basitçe asist ortalamasının artması diyoruz fakat hakikaten de biraz basit kaçıyor.

geçelim, kafasının serinliği hido’nun en büyük silahı. sadece sakin, öfkeden uzak kalmasından değil, artık maça küsmemesinden, sahiplenmesinden bahsediyorum. mecik maçı sonuna kadar kovalayacaksa hidayet bunu önce yapıp sonra takıma da yaptıracak kişinin kendisi olduğunu biliyor. sorumluluk almak diye ağızlarda sakız olan kavram bence işte bu... meselâ; genelde dinlendiği ikinci çeyrekte oynayıp takımı maçta tutarken dördüncüye de kendini saklayabilmek... yoksa maçın sonlarında kaldırıp atmak değil. hidayet takımın kumandası için stanvan’in seçtiği özel eleman olarak görevini başarıyla yapıyor ve koçunun karakterini takıma yayıp sahaya koyduruyor. koçun basketbol karakteri, özel elemanın özel becerilerini kıçının keyfine değil ama vaziyete göre sergilemesine imkan tanıyor. sentez mükemmel. hep birlikte bütün maçı örümcek gibi örüyorlar (rafer hariç, o da çıkma parça zaten). sahada ortaya çıkan toplam değer, takımın kağıt üstündeki herhangi bir çeşit tanımlamasını çok çok aşıyor. bu duruma halk arasında kısaca ‘sürpriz’ deniyor, saksının almadığı birçok durumda kullanıldığı gibi.

oysa nedir, sana bana sürpriz, işin arkasında iyi çalışan beyinler var, en arkadaki birçoğumuzunkinden iyi çalışıyor, bir gün filceksın’ınkini de mağlup edecek, herhalde seneye filan. bu sene de ederdi ya, ayıptır söylemesi fil’in cihaz daha büyük (saşa değil, takımın tamamı). ... nereden nereye geldim ya... diyeceğim: finalde nihayet iki harbi takımla iki klâs koçun akıllarının mücadelesini izleyebilirim diye seviniyorum. ha, cavs çıkmaz mı?

çıkmasın ya. eksiklikler ortada, hatta ortada takım yok sadece eksiklik var. altı senede lebron’un üstüne anca gecekondu diktiniz be, yuh! sonra kevz başarısızmış, şanssızmış. drafttan allah’ı seçseler getirip bir dallamayı başına koç dikecekler. şimdi düşünüyorum da, lebron gibi bir cevher, deve taşağı iriliğinde bir ham elmas, nasıl olur da işlensin diye maykbravn’a emanet edilir? hu iz maykbravn? kafakoçluk tecrübesi lebron’un son dört sezonundan ibaret bi eleman. mj nasıl yetişti, bilrasıl’ın koçunu hatırlıyor musunuz, karim kolejden itibaren kimlerin tezgâhından geçti, şak basketbolu nerde öğrendi? erman’ın, orhun’un, harun’un hocaları?.. dön konuya; peki ya lebron’un basketbol ustası kim? lise koçu? maykbravn? zydrunas? co-smit? yoksa deniferi mi? evet, cevap?.. hah. işte bu noktadan itibaren artık klivlınd ile ilgili gevelenip durulan soruların cevaplarına ulaşılabilir, ben çekiliyorum.
... ... ...

it işeyip sıçsın, ben de biraz dolanayım ikimiz de rahatlayalım diye dışarı çıktık, hava nefis, sokaklar tenha ve çöplerle dolu, her yer çiş kokuyor. geri geldik. horlando için iki çift lafım daha var;

1- beşinci maçın biryerlerinde, stanvan’in klivlınd’a bitirmeye gelmiş olduğunu çaktığımda kafadan hayranlık ve takdir hormonları salgıladım. aynı dakikalarda maykbravn da oyuncularına dvayt’a yapılacak savunmayı anlatıyordu: ‘-sarılın ya da bırakın atsın.’ nıhahahaha, bu ne lan!

2- hidayet final mevepe olur mu diye konuşuluyor, niye olmasın, yarından itibaren her şey olabilir, tabii önce bu gece de bi son saniye oyununu imzalayıp maçı alsın. hatta şutu sokan o olursa alt çeneyi çıkarıp yüzünü eliyın gibi yapsın, beyaz mamba olsun. ya da bej mamba... sonra mevepe de olur hayırlısıyla, stanvan’in yanı güzel. iyi oyuncu için iyi koç gibisi var mı ya?

...

üç saat sonra altıncı maçı izleyeceğim, bir-iki not daha eklerim. sıra batı’da.

la


--olay şu konuşmayla başladı...
ben: -leykırz bence işi bitirir bu gece.
müge: -işallah.

-- seri bittiğinde kobe’nin pau’ya gidip kafayı koynuna gömmesi mühim bir işaret. sonra da koçla takım arkadaşlarıyla kutlaşması. yine artizlik yapıyor biliyorum ama ne yapalım, kobe bu kadar. esas23’e en benzemiş oyuncu gördüğüm, heyhat, o kavun kafasının içinde kendi beyni var. her şeye rağmen işi kaptı elbet. pau’nun kıymetini en az fil-ceksın kadar bildiğinden eminim. kobe’nin boş üçlükleri atamaması ne acayip. esas23’te de yok muydu benzer durum?

-- baynum’a maçlardan önce ekstra kuvvetli duble espresso içirmelerini tavsiye ediyorum. bol kafein ona iyi gelecektir. ya da sktretsin, iki tane eks atsın, basketi bırakıp dağa çıksın lama olsun. kardeşim kerimabdülcabbar laf söylüyo sana, aç kulağını dinle. hareketleri öğrenmişin, iyi, dönüp atıyon da, kafayı öğren asıl kafayı! neyse, iyi çocuk aslında, düzelecek, büyük oyuncu olacak. önümüzdeki yıllarda bolca iyi pivotlar izleyeceğiz. sıkıntılı devir bitti.

-- ayvırsın’ın denver’a ne faydası oldu diye merak edenler... cevaplıyorum: ceyarsmit. hepten batık bir tipti, corçkarl ile ve bazı oyuncularla arası berbattı, eline geleni sallardı ve flipmöri değil rodnivayt olacak gibiydi. ayvi geldi ve bu tipe abilik etti. kendinden birşeyler bulduğundan olabilir. iyi oldu. çok yetenekli eleman, hebâ olmadı.

-- antonikartır’ı yine gördüm sahada. corçkarl mevzuuna girmek istemiyorum şimdi, dalga geçecek zamanım yok, şu açıdan diyorum, bu antoni ve onun gibileri böyle playoffun üst turlarında maçta oynarken gördüğümde beynimin bir bölgesinde soğuk bir kıvılcım çakıyor, orada voltaj düşüyor ve nörotransmitır geçişi iyice yavaşlıyor, çünkü yollarında belirip büyüyerek kendini tekrarlayan ‘neden?’ sorusunun etrafından dolaşmak zorunda kalıyorlar. bu durum, ilgili oyuncu kenara alınana adar sürüyor, sonrasında kendimi maçın akışına kaptırmamın da yardımıyla hafifleyerek geçiyor. geriye ince bir sızı kalıyor. corçkarl’ın beynime attığı bir çizik daha. antoni kartır, jakvoğn, corçkarl, bu adamlar niye var? neden bu ısrar? basketbolla ilgilenme ısrarını kasdetmiyorum, bana ne, ben basketten para kazanma ısrarını diyorum. gidin. lan konudan iyice açılmışım ha... derekfişır da gitsin. onlardan biri değildi, onlar gibi oynuyor, onlar gibi oluyor. sanki basketi bırakıyor.

-- renaldobalkman uzaktan bazen tarık mengüç’e benziyor. ya da ben artık iyice kafayı sıyırdım. neler yazıyorum lan!

-- orkun çaunsi’ye şansi deyince köpek çağırırmış gibi oluyor, eheh. maçlara bakarken çok eğleniyorum, özellikle orkun-kaan ikilisinde, makara bol, sohbet güzel, uzatmayayım onüstündendokuz. sağolsunlar. ismail de güzel anlatıyor, o başka ekolden tabii, genç nesil olarak gayet de güzel temsil ediyor. orkun ekolünü kendi oluşturuyor bence. çok iyi oluyor gibi. kaan’la ikisi, kendi dilimde enbiey maçı-yorumu dinlediğim en iyi ikili diyebilirim. dedim. başka diyeceğim? var bir tane daha: maç anlatırken laf kesmeyin abicim. orda yanınızda baba bişey anlatıyor, başı var sonu var tam ortasında, laank araya girmeyin ‘-lebron yetişip blokluyooor!’ diye haykırarak... onlar hep oluyor. laf kesecek hareket bir maçta bir-iki kere olursa olur, diğer olanlar emin olun abinizin lafını skipatmaya değmez. benden söylemesi, siz yine bildiğiniz gibi yapın. gerçi kaan’ın da umrunda değil ya. ben diyeceğimi bi ara derim diyor. diyor da bi ara.

-- mvp tartışmalarında hidayet geyiği dönüyor, bence gasol da isabetli bir aday. kobe’nin lebron’un âkibetine uğramamasının nedeni. ki o durumda kobe’nin lebron kadar sağlam duracağını sanmam. fil, pau’nun götürdüğü yere kadar gidecek. o da sonlarda faulleri atmaya baksın, eksiği bu. (yazının merhabası gasol’un şerefine.)

...

maçı kaçırdım, iki saat sonra akşam on-oniki kemiksiz özeti izleyeceğim, şu ana kadar sonucu bilmemeyi başardım, iki saat dört saat daha dayanırım ama yazı o kadar dayanmaz, yarına sarkarsa da ne olur bilemem, o yüzden paketi bağlayıp gönderiyorum, fiyonk niyetine de dostça bir öneri: mecik kaybetmiş ise ve yedinciyi de verirse benden soğumamak için bunu bir mizah denemesi kabul edebilirsiniz. ortada gülünecek birşey göremeyenler benden rahatlıkla soğuyabilir. ve sessizce. iyi finaller. hadi eyvallah.


fotolar: AP & Getty via Yahoo sports
iletişim için: batug@hotmail.com

Tout Simplement

Bu haftasonu ellerinde croissant'ları, Fransa'daki kitapçıların "yeni gelenler" reyonlarına bakanlar, Claude Makelele'nin Tout Simplement isimli otobiyografisini gördüler. Zaire'de doğan, daha sonra eski futbolcu babasıyla Paris'in yolunu tutan ve Chelsea, Real Madrid gibi perde arkası hep merak edilen takımlarda, uzun bir futbol kariyeri yapacak bir adamın otobiyografisini okumak isterim açıkçası ben. Ya da güzeller güzeli karısı Noémie Lenoir'yı nasıl tavladı, bir diğer öğrenmek istediğim mevzu.

Gelelim kitabın asıl ilgi çeken bölümüne. Spoiler verme demeyin, o kitabı edinmeniz uzun sürer. O zamana kadar da ya unutursunuz ya da bir yerlerde okursunuz zaten. Makelele'ye göre, Mourinho'nun Chelsea'den ayrılmasında John Terry'nin de rolü var. Yazana göre Mourinho'nun son sezonun başlarında Terry'nin kondüsyonu oldukça kötüydü ve bu dönemde oynama süresiyle ters düştüler Mourinho'yla. Bunun üzerine Terry, transfer listesine konulmak isteyerek bir nevi ya o ya ben mesajı verdi kulübe ve Terry'nin ayrılmasını kabul edemeyecek olan Abramovich ve Kenyon , zaten iplerin gergin olduğu Mourinho'nun görevine son verdiler.

Makelele'nin bu bombası, cumartesi günkü FA Cup finalinden hemen önce patladı. Terry ve Chelsea'ye göre yok böyle bir şey. Ama Makelele'nin verdiği bazı isimler de var. Mesela Makelele, Mourinho'nun kovulacağını 1 gün önce, Drogba'dan öğrendiğini söylüyor. Yine Mourinho'nun kovulduğu gün, Portekizli kondüsyoner Rui Faria, Terry'nin önderliğinde bazı oyuncuların Mourinho'dan şikayetçi olduğunu söylüyor Makelele'ye. Terry'nin sırt problemleri ve kötü kondüsyonu dolayısıyla Mourinho'nun kaptanına kendisine dikkat etmediği takdirde, yeni stoperlerinin Alex ve Carvalho olacağını söylediği bir diğer detay yazılanlarda. Ve Makalele'ye göre Ballack veya Sheva'yla aynı durumda değildi Terry, Chelsea'deki belki de tek bulaşılmaz oyuncuydu ve Mourinho'da bu hareketiyle ona savaş ilan etmişti.

Makalele bu arada kitapta Mourinho hakkında da iyi şeyler yazmamış, bunu da belirtmek lazım. Mourinho'yla beraber başarının geldiğini ama takım içindeki arkadaşlığın tamame bozulduğundan bahsetmiş. Önce bazı oyunculara, yıldız muamelesi yaparak dengeleri bozduğunu, son sezondaysa bu oyuncuların isminin kendinkinin (Mourinho'dan bahsediyor) önüne geçmesine dayanamadığını yazmış.

Terry de tam tersinden bahsediyor. Jose'nin kovulacağını duyduğu gece, geç saatlerde Drogba ve Lampard'la beraber Abramovich'i arayarak, onu ikna etmeye çalıştıklarını söylüyor. Kitap işi ortaya çıktığında önce Makalele'yi aramış Terry ama ulaşamamış, Mourinho'yla konuşmuş.

Dallas gibi, değil mi? Altta kitaptan bazı pasajlar koyuyorum meraklısına,

"I thought Mourinho was practically untouchable, but a lot of players had complained about him, notably John Terry,'' "When John Terry let his discontent be known to [chief executive Peter] Kenyon and asked him for an immediate transfer, (owner Roman) Abramovich reacted immediately: the departure of Terry was totally unimaginable, from the point of view of the supporters, the players or the club owners. Mourinho was packing his bags.'' "I got the news from Didier Drogba. 'He'll be sacked tomorrow,' he told me. I was so surprised. I thought Mourinho was practically untouchable … The next morning at Cobham, our new training centre, it was chaos. There were photographers everywhere, journalists trying to get in touch with me, even helicopters flying over our heads.

"Most of the players were together in the changing rooms. I met Rui [Faria], our physical trainer, and asked him if everything was OK. 'No, no Claude. The rumours are true. The coach has been fired.' I asked him why and he explained a lot of players had complained about him, notably John Terry. I then learnt Mourinho had told the club's captain that he was going to be left on the bench for a few matches to give him enough time to recover from a back operation he'd undergone in the middle of the previous season [in December 2006].

"John let it be known that he was OK to play on but Mourinho insisted. He told him his [Terry's] level of performance was suffering because of his back problems and repeated clearly that he [Terry] would be replaced until told otherwise. He even pointed out that the central defence would, from now on, be Ricardo Carvalho and Alex. War had been declared."

"He believed – rightly, in my opinion – that by giving his all in the second half of the previous season, even though he was in great pain, he deserved more playing time in order to find his optimum playing level. Mourinho had provoked a 'clash' too far. Had it been me, [Michael] Ballack or [Andriy] Shevchenko it might have passed but, if there is one person who is untouchable at Chelsea, then it is John. And Mourinho knew.

"So why take such a risk? Because he'd had enough and was looking for a way out? As it was always, when John Terry let his unhappiness be known to [the chief executive Peter] Kenyon and asked him for a transfer, Abramovich reacted immediately. The departure of Terry was unimaginable from the point of view of the supporters, the players or the owners. Mourinho was asked to pack his bags."

Torino düştü


20 yıldır bir türlü belini doğrultamayan güzide klüp, son iki haftadaki mağlubiyetlerle bir kez daha B'de. Anılarla yaşıyoruz...