31 Ocak 2008
Baron does New Orleans
Hornets'in dokuz maçlık galibiyet serisini, eski oyuncusu Baron Davis'in takımı Warriors bitirdi. Warriors'ı ne kadar beğendiğimi daha önce yazdım, bu skor sürpriz oldu diyemem ama maçta sürpriz olan bir şey vardı benim için, Baron'un yuhalanması.
"Nobody likes to get booed," Davis said. "It wasn't really motivation. It was kind of distracting, but at the same time you've just got deal with it. I expected it, so I just dealt with it."
Aslında bu Baron'un eski takımıyla ilk deplasman maçı değil ama katrina felaketinden ve Hornets'in batıya alınmasından sonra ilk kez New Orleans'ta oynuyor Warriors formasıyla. Seyirci tepki verse de Baron moralini düzeltecek bir şey bulmuş.
"It was pretty loud when they were booing, but I heard some people cheering and it's good to see some familiar faces and people rooting me on, telling me they appreciate everything I've done for the community," Davis said.
"I still come back in the summertime. I just don't let people know I'm here. I still do things in the community, help people that were torn apart from Hurricane Katrina. I still have close ties to this city. I love this city. I think it was a great city before Hurricane Katrina and it will continue to be a great city afterward."
Açıkçası böyle şeker gibi bir adamın, hem de bu takımla playoffta tur geçmişliği olmasına ve bu serilerde yükün büyük kısmını omuzlamasına rağmen yuhalanmasını anlamak güç. Her oyuncunun motive olamadığı, sakat geçirdiği dönemler olur ama Baron'dan ziyade onu bir hiç uğruna memleketine gönderen Hornets yönetiminin de bu işte payı olduğunu inkar etmemek gerek. Belki de maçın ilk saniyesinden itibaren her Baron'a top geldiğinde yuhalayanlar "Elimizde senden iyisi var, sana artık ihtiyacımız yok!" mesajını vermek istediler ama Baron kendi mesajını vermiş oldu.
30 Ocak 2008
Nostalji 1 - Ruud Gullit & Francesco Toldo
28 Ocak 2008
Gönüllerin Şampiyonu Olmak
Grand Slam'lerde sürekli olarak kafaya oynayan sporcular için seyirciyi de arkasına almak önemlidir. Avustralya seyircisi mülayimdir yine ama bir Fransa'da herhangi bir ters durumda başına geleceklerin genç bir teniçinin kariyerine ciddi etkileri olabilir. İkinci bir Martina Hingis vakası istemez sanıyorum Nole de. Umarım bu konuya dikkat eder.
Zagreb 2008
Erkeklerden başlayalım. Kazanan Tomas Verner oldu. Süpriz kabul edebiliriz bunu keza geçen sezonun dünya ve Avrupa şampiyonu Brian Joubert ile iki kez dünya şampiyonluğu kazanmış Stephane Lambiel'i daha iyi görmeyi umardık. Joubert, şu anda bu dalın en popüler ve en sevilen ismi. Yumuşak vücut hareketleriyle buza cuk oturan Fransız maalesef hazırlık dönemini hastalığı nedeniyle çok kötü geçirmişti. Her zaman başarıyla yaptığı dörtlü toe loop ve dörtlü salchow'da sorun yaşayan Joubert felaket bir serbest program sergileyince bronzda kaldı. Joubert'in aksine serbest programı fena yapmasa da, kısa programda altını dolduran (üçlü axel'da düştü) yakışıklı İsviçre'li Lambiel ise bence olması gereken yerde bitirdi. Çok overrated gördüğüm bu adamın spin'leri bu kadar hızlı ve etkileyici olmasa buralara asla gelemezdi. Ama işte dönüşler önemli bir yer tutuyor puanlamada ve gösterinin genel estetiğine de çok büyük bir katkısı olduğundan vasat jump'lara rağmen güzel puanlar çıkarabiliyor Lambiel. Yalnız serbest programda yaptığı dörtlü toe loop-ikili toe loop-ikili loop kombinasyonu muazzamdı.
Tomas Verner ise çok ekstra bir şey yapmamasına karşın rahat bir şekilde birinciliğe ulaştı. Kısa programda axel'ı ve kombinasyonu en temiz yapan sporcu olarak Joubert'in 3.5 puan önünde serbest programa girince yine de akıllarda soru işareti kalmıştı. Serbestte ise akıllı bir iş yaptı ve kendini zorlamayarak öncelikle hata yapmamaya kastı. Joubert'in çok formda olmadığını ve kusursuz bir performans çıkaramayacağını tahmin ediyordu muhtemelen.
Bu kategoride mücadele eden pek bilinmeyen Türk sporcu Alper Uçar ise kısa programda 29. olarak serbest programa kalamadı.
Kızların müsabakasında ise kalite bence heriflere oranla daha yüksekti. Lambiel'in eski sevgilisi Carolina Kostner zorlansa da ünvanını korudu ve bir kez daha Avrupa Şampiyonu oldu. Ama en heyecan verici an Sarah Meier'in serbest programıydı. Costner'e yetişmesi pek olası görünmüyordu ancak öyle bir performans sundu ki, ben şahsen kazandı dedim. Ama tutturamadık tabi, o kadar da anladığım söylenemez bu işten zaten. Finlandiya'nın sevimli sarışını Kiira Korpi madalya alamazken, Laura Lepisto bronzu götürdü. Bu iki sporcunun önümüzdeki yıllarda üst taraflara abone olacağını tereddütsüz söyleyebiliriz. Ruslar ekstra yetenekli bir kaç isim çıkaramazlarsa, bayanlar kategorisine bir Fin ambargosu gelecektir, keza Carolina Kostner'in öyle geçilmeyecek bir isim olduğunu düşünmüyorum. En hoş süpriz ise bir süredir ortalıkta görünmeyen 2004 Avrupa Şampiyonu Julia Sebestyen'in 4. bitirmesiydi. Hatta biraz da haksızlık yapıldı gibime geldi. Madalyayı hakediyordu sanki.
Tuğba Karademir ise serbest programda beklenenden çok hata yaparak 11. bitirdi. Açıkçası kısada kendisini ve tüm sporcuları izledikten sonra 8. olabileceğini düşünmüştüm. Bir dahaki sefere artık.
Çiftlere girmiyorum, pek takip etmem, yalan yanlış şeyler yazmayalım.
Bu arada sevindirici bir haber vereyim. Evgeni Plushenko bir dahaki sezon tekrar müsabakalara katılmaya başlayacak. Amacı ise 2010 olimpiyatlarını kazanmakmış. Hayırlısı diyelim.
Son olarak da, artistik patinaja olan genel hakimiyeti, verdiği temel bilgiler, jump'ları tanımlamasıyla kablo tv'cilere Eurosport'un orjinal sesini aratmayan Dağhan Irak'a da buradan tebrik ve teşekkürlerimi iletiyorum.
Rumble in the Jungle
JW'in babası Didier Tsonga, insanların değil ülke isimlerinin değiştiği Zaire ya da yeni adıyla Kongo'lu eski bir hentbol oyuncusu. 1974'te, yaşadığı Brazzaville'den başkent Kinşasa'ya gelebilmek için sallarla Kongo Nehri'nin geçen binlerce Zaire'liden biri. Amacı Rumble in the Jungle'ı yani George Foreman - Muhammed Ali maçını seyredebilmek, stadyuma giremese de günlerini yerel halkla içiçe geçiren Ali'nin yakınında olabilmek. Didier Tsonga hentbol oynayabilmek için Fransa'ya yerleşmeden önce, 20 Mayıs Stadyumu'nda "Ali Bomaye!"(Ali, Kill Him!) diye bağırmış ve efsaneyle beraber fotoğraf çektirebilmiş şanslı bir adam. 11 sene sonra doğan oğlunun büyüdükçe 1974'teki o efsanenin yüzünü ve inatçılığını alması ya tanrının bir armağanı ya da efsanenin Evelyne Tsonga'yla muhtemel bir münasebetini olarak açıklanabilse de Ali'nin 1984'te Parkinson olması bizi sevimsiz 2. şıktan kurtarmakta. Nadal'ı sürklase ettiği yarıfinal maçının jeneriği, King of Clay vs. King Clay olabilirdi bak, şimdi aklıma geldi.
Tsonga'nın finale kadar oynadığı oyunla seyircinin de onun yanında olacağını tahmin ediyordum, öyle de oldu. Korta çıktığında inanılmaz bir gürültü koptu, o an dizlerinin titrediğine eminim Tsonga'nın. Djokovic ise daha sakindi, hatta seyircinin Tsonga'ya kaydığının farkında ve belki de bu yüzden suratı biraz asıktı. Sadece bir servisçi olarak nitelendirmenin biraz haksızlık olacağı Tsonga, yine de oyununun en güçlü tarafı olan servisini kırdırarak başladı ilk oyunda ki, bu ne kadar heyecanlı olduğunu gösteriyordu. Ama daha sonra, biri hemen sonraki oyun olmak üzere, iki kez kırdı Djokovic'i ve seti de baseline'ın gerisinden inanılmaz bir forehand passing shot, ardından da spektaküler bir lob'la kazandı. Turnuva boyunca gördüğüm en iyi puanlardan ikisiydi bunlar ki Tsonga bunu final maçında arka arkaya yapmıştı. Ama sonra Djokovic en önemli iki özelliğini masaya koydu ki, bunlar maçı ona getirdi. 2.setten itibaren inanılmaz return yapmaya başladı ki şöyle anlatayım. O ara Tsonga'nın ilk servislerinin oyuna girme oranı %75'ler seviyesindeydi, ki bunlar çok güçlü servislerdi, ama Djokovic çok iyi return'lerle oyunu kontrol altına aldı. Tartışılabilir olarak, tamamen subjektif görüşüm, Agassi'den beri gördüğüm en iyi return'cülerden biri Djokovic ki oyun stili olarak baseliner bile değil. Ama all-around stili ve diğer bir önemli özelliği mental dayanıklılığı rakibini çok yıpratıyor. Tsonga da yıprandı ve sonuç olarak Djokovic gerçekten de hakettiği bir şampiyonluk kazandı.
Djokovic'in Federer'le karşılaştırıldığı bu günlerde, hiç de fena olmayan bir karnesi var. AO'ı kazanan en genç 4. tenisçi oldu.
Mats Wilander, 1983 | 19 yıl - 111 gün |
Stefan Edberg, 1985 | 19 yıl - 323 gün |
Mats Wilander, 1984 | 20 yıl - 109 gün |
Novak Djokovic, 2008 | 20 yıl - 250 gün |
GS karnesi de oldukça iyi, genç yaşına rağmen Wimbledon ve RG'da yarı final, US Open'da final ve AO'da şampiyonluk gördü. Federer'in ilk GS'ini 22 yaşında kazandığını düşünürsek, etkileyici dememek imkansız, gelişimini de göz önüne alırsak. Tsonga kazansaydı, efsanevi Arthur Ashe'den beri GS kazanan ilk siyahi tenisçi olacaktı, olamadı.
26 Ocak 2008
Garnett'den karşılama
KG don't do the handshake and all that 'Nice to see you' before the game.
Bunun yerine karın kasının çekmesi sonucu maçın bitimine dört dakika kala acı içinde gittiği soyunma odasından geri döndü ve yeni aşkı Celtics'in maçı kazanması için son topta yere atladı. Tommy point!
Bu arada;
"I've been in the league long enough to know that players who come back are going to be attacking," Rivers told his players. (Bravo lan!)
Eski kankalar Rondo-Perkins ve Jefferson'ın muhabbetleri de içimi açtı. Şubat'ın sekizinde KG ilk kez başka bir takımın formasıyla Minnesota'da maça çıkacak. İlginç olacaktır.
25 Ocak 2008
Underdog
Her şey 2001'de, Arnaud Clement'le başladı. Bandanası ve renkli gözlükleriyle uzun süre tam bir plaj apaçisi izlenimi çizen Clement 15. seribaşı olmasına rağmen, set kaybetmeden çeyrek finale kadar çıktı. Elediği isimlerden biri de 20'lik toy Roger Federer'di. Çeyrek finalde favorilerden Kafelnikov'u, ardından yarı finalde de 0-2 geriden gelip Grosjean'ı yenip sürpriz finalistler serisini başlatmış, ama finalde Agassi tarafından süpürülmüştü.
2002'de başka bir hikaye ve başka bir kahraman vardı. 2002 aslında apayrı bir turnuvaydı, öyle ki çeyrek finallere gelindiğinde ilk 6 seribaşı elenmiş, yerlerine 4 tane unseeded oyuncu vardı. En büyük sürpriz, evindeki GS'e 1 numara olarak gelen en büyük favori Hewitt'in, turnuvanın hemen öncesinde su çiçeği geçirmiş olmasının da etkisiyle, ilk turda elenmesiydi. Genç yetenek Federer'se 11.liğe kadar çıkmıştı ve bu sefer 4. turda Haas'a elendi. Bu kadar sürprizi değerlendiren İsveç'li Thomas Johansson 16. seribaşı olarak çıktığı finalde Safin'i yendi ve 27 yaşında, daha sonra kariyeri boyunca bir daha çıkamadığı GS finalini şampiyon olarak bitirdi. Johansson'un bu şampiyonluğu belki gereken saygıyı görmedi ve görmeyebilir de, zira finalde karşılaştığı Safin dışında oynadığı 6 oyuncunun 4'ü unseeded, diğer 2'si de sıralama olarak kendinden düşük isimlerdi ama bu onun kabahati değil, dolayısıyla benim de pek umrumda değil.
2003'teki sürprizin sahibi bir Alman'dı bu sefer. Şansının da yardım etmesine rağmen, zor maçları da kazanarak finale kadar çıktı Rainer Schüttler. O sezon tenisi bırakacağını açıklayan Krajicek'i eleyip 3.turda iddialı Safin'le eşleştiğinde, turnuvanın sonuna gelmiş olabileceği belirmişti belki de kafasında. Ama maçtan önce Safin ciddi şekilde sakatlandı ve 4. turda da rastalı Blake'i geçip çeyrek finale kaldı Schüttler. Bu noktada da ara verirsek, turnuva da enteresandı Schüttler dışında. 6 ay sonra Wimbledon'da ilk GS'ini kazanacak olan Federer, yine 4.turda, bu sefer Nalbandian'a, bir kez daha dünya 1 numarası olarak evine dönen Hewitt de 4. turda sempatik Fas'lı Younes El Aynaoui'ye elenmişti. Bu turnuvanın bir diğer sürprizi de aslında 31 yaşında unseeded olarak yarı finale kadar çıkan Güney Afrika'lı Wayne Ferreira diyebiliriz. Schüttler önce çeyrek finalde Nalbandian'ı, sonra da El Aynaoui'yle son seti 21-19 biten 5 saatlik bir maçtan çıkan Roddick'i eleyerek finale çıktı ki, 2003 Roddick'in asıl çıkış yaptığı sezon olarak değerlendirilebilir ve zaten o sezonun ilerleyen kısımlarında 1 numaraya kadar çıkacaktı. Finaldeyse 2001'in benzeri bir tabloyla Agassi, Clement gibi Schüttler'inde hayallerini ezici bir oyunla yıktı.
2004, Federer Era'nın başlangıcıydı ve sürpriz olarak değerlendirebileceğimiz tek olay Marat Safin'in sakatlık sonrası muhteşem geri dönüşüydü. 2007 AO'da sakatlandıktan sonra o seneki bütün GS'leri kaçıran Safin, unseeded girdiği turnuvada finale kadar geldi ve Federer'e kaybetti. Çeyrek ve yarı finalde kazandığı 5'er setlik Roddick ve Agassi maçları turnuvanın belki de en iyi maçlarıydı.
Belki sürprizlerin anlatıldığı bir yazıda 2005'in çok yeri yok ama izlediğim en iyi turnuva olarak, kontenjandan dahil ediyoruz araya. Maçları tek tek anlatmaya gerek yok, ayrı bir yazı çıkar ortaya, inşallah başka zaman. İlla bir yere bağlayacaksak, 2008'in diğer sürpriz ismi Djokovic'in de ilk AO'ı aynı zamanda. 18'lik Nole, Safin'e çerez olmuş ilk turda.
Ve 2006. Kıbrıs'lı unseeded Marcos Baghdatis daha da büyük bir sürpriz yaptı, yukarıdaki meslektaşlarına nazaran. 2005'teki o tantana arasında unutulabilir ama orda da 19 yaşındaki bir oyuncu için iyi sayılabilecek bir oyun oynamış, Federer'e toslamıştı 4. turda. 1 sene sonraysa yine arkasına aldığı Yunan seyircilerle, bu sefer daha da ilerisine gitti ve macera maçların ardından finale çıktı. Stepanek ve Roddick, ağır favori çıktıkları maçlarda geçemediler 20'lik Baghdatis'i. Ljubicic ve Nalbandian'ı da 5'er setlik maçlardan sonra finale çıktı ki, yarı finaldeki Nalbandian maçında 0-2'den geri geldi. Finalde de ilk seti almasına rağmen, Federer bu sürprizin daha ileri gitmesine izin vermedi.
2007, Fernando Gonzalez'in yılıydı AO'da. Harika bir turnuva oynadı. Hewitt, Blake, Nadal ve Haas'ı arka arkaya toplamda sadece 1 set vererek yendi ki forehand'i inanılmazdı finale kadar. Ama ne yazık ki finalde karşısında Federer vardı, gerisini anlatmaya gerek yok.
Ve geldik bu seneye. O yüzden Federer'in karşısına bu sene kimin çıkabileceği tahminleri başlamıştı turnuvadan önce. Tabi kimse Tsonga'nın final şansını konuşmuyordu doğal olarak. Sadece bir yazı vardı ki, okursanız göreceksiniz, Tsonga'nın final yolu çok güzel bir şekilde tahmin edilmiş. İnanılmaz değil mi? Tabi ufak bir detay, yazı onun için değil, Murray için yazılmış. Şaka bir yana Tsonga'ya daha önce değinmiştik, inanılmaz bir turnuva geçiriyor. Pazar günkü finalde Nole kadar şansı var. Djokovic-Federer maçına da değinmek gerek. Öncelikle Djokovic'i tebrik etmek gerek, son US Open finalinden dersini oldukça iyi almış. Mental olarak çok olgun bir maç çıkardı ve daha da enteresanı Federer'e karşı daha önce hiç kimsenin cesaret edemediği kadar forehand'ine oynadı. Bu taktik çok akıl karı değil bana kalırsa ama belki Federer de bunu beklemiyordu ve normalde yapmadığı hatalar yaptı. Ama burada Cahit Yavuz gibi "şu toplar girse her şey daha farklı olabilir" edebiyatı yapmamalı kimse. Bir dip not daha Djokovic henüz set kaybetmedi.
20 Ocak 2008
Sania Mirza
Bu Mirza'nın karşılaştığı ilk sorun değil. Bir panelde, "seksin evlilik öncesi veya sonrası olması değil, güvenli olması gerektiği" gibi doğum kontrolü konusunda ciddi bir eğitim görmesi gereken bir ülkenin gençlerine güzel bir şey söylemesine rağmen, İslami kesim tarafından taşlanmadığı kaldı. Tenis kıyafeti yüzünden tehditler aldığını tahmin etmek de güç değil. Temsil ettiği insanlar tarafından dışlanmış durumda.
Bir yandan bunlarla uğraşırken, diğer yandan Avustralya Açık'ta 3. tura kadar gelerek en iyi derecesini egale etti. Şimdiyse 21 yaşında sporu bırakmayı düşündüğünü söylüyor.
19 Ocak 2008
Aussie Open'dan
İlk turu hızlı bir şekilde geçersek, en büyük olay şüphesiz Andy Murray'di. Henman'ın da artık köşesine çekilmesiyle, tüm Ada basınını arkasına aldı Murray. Açıkçası geçen sene yine burada, 4.turda Nadal'a elenmesine karşı çok iyi izlenim bıraktığında, herkeste büyük beklenti birikmişti. Geçen sene ilk turda sadece tek oyun vererek aldığı maç, turnuva tarihinin 68'den beri en farklı kazanılan maçıydı. Daha sonra gelen sakatlıklarla RG ve Wimbledon'ı kaçırıp, US Open'dan da erken elenmesine rağmen, sezon sonu iyi bir form yakalamıştı ve 2008'e de iyi başlamasıyla bir anda İngilizler ondan final beklemeye başladı. Murray çok yetenekli bir tenisçi ve sadece 20 yaşında ama mental olarak baskıya çok dayanıklı bir yapısı yok. Üstüne bir de ilk turda karşılaşması en ters adamlardan biri olan Tsonga'yla eşleşti ve elendi. Tsonga'dan da bahsetmemek olmaz, onu ilk kez geçen sene burada Roddick'le yaptığı ilk tur maçında, Grand Slam tarihinin en uzun tie-break'ini (20-18) oynadıklarında dikkat çekmişti. O zamanlar 21 yaşında, uzun bir sakatlıktan yeni çıkmış ve sadece 212. sıradaydı. Formunu sürdürüp 4 tane challenger turnuvası kazanıp, daha prestijli turnuvaların elemelerine ismini yazdırdı. Benim onu ilk doğru dürüst izlemem de, son Wimbledon'dan önce yapılan Queens turnuvasına dayanıyor. Orada son şampiyon Hewitt'i yendiği maç da ismini bir kenara not almamı sağladı, ki sonradan öğrendiğim, Queen's de oynarken yine İngiltere'de başka bir turnuvada daha oynuyordu ve 2 günde 5 maç oynayıp, hepsini kazanmıştı ki Hewitt maçının iki setinin de tie-break'e uzadığını ekleyelim. Sonra da ceset gibi çıktığı maçta, sonraki paragraflarda yine değineceğim bir başka genç yetenek Cilic'e elenmişti. Tsonga'nın en büyük özelliği tabi ki Muhammed Ali'ye olan inanılmaz benzerliği. Tenisine gelirsek, çok güçlü bir servisi var. Çoğu güçlü servisçinin aksine kortta oldukça hareketli olan bir oyuncu, ritmini ve moralini bulduğu zaman çok etkili olabiliyor. Oyundan çabuk düşmesi, mental dayanıksızlığı ve istikrarsızlığı en büyük eksiklikleri. Tsonga genç yaşta yaşadığı ciddi sakatlıktan önce de profesyonel tura nasıl bir giriş yapacağı merak konusu olan bir yetenekti. Juniors turnuvalarında 2003'te Baghdatis'i yenerek US Open'ı kazanıp, diğer GS'lerde de en az yarı final oynamış biri. Belki 4. turda Gasquet karşısında elenebilir ama bir sene içerisinde 212'den 38'e çıkması onun İngiliz medyasının sandığının aksine çantada keklik olmadığını göstermeye yeterli bir kanıt.
2. turun en iyi maçı olarak Safin-Baghdatis'i gösterebilirim. Sevdiğim bir çok oyuncu vardır ama Marat'ın ayri bir favorim olduğunu söylemem gerek. 2-0 geri düştüğü maçı 5.sete taşıdı ama yine rakibini değil, kendisini yenmeyi başaramadı. Sakatlık dönüşü çok ciddi bir özgüven sorunu var, Marat kazandığı efsanevi AO'da en büyük silahı özgüveniydi bana kalırsa. O günden bugüne sayısız koç değiştirdi, sayısız raket kırdı. Valencia'da yaşayıp, azılı bir Valencia taraftarı olmasının da bunda parmağı olduğunu düşünmeye başlamadım değil.
3.tursa halen devam ediyor. Tipsa-Federer maçı epiklik sınırlarında. Sabaha karşı Blake, Safin'in yapamadığını yaptı. Grosjean'ı inanılmaz bir comeback'le geçti. Rakibi bir başka süpriz, Marin Cilic. Cilic, Ivanisevic sonrası, o klasta olmasa da o protipte Karlovic, Ancic, Ljubicic gibi adamlar çıkaran Hırvatistan'ın son çıkan adamı. Yağmurdan dolayı kapalı kortta oynanınca maç, ibre daha iyi servis atana kayacaktı tabi ki ve bu da Cilic'di ve o da son finalist Gonzalez'i rahat eledi, Gonzo aslında o finalden sonra nerdeyse hiç bir şey yapmadı 2007'de. Cilic'in Blake'e karşı hiç de az olmayan bir şansı var bana kalırsa, Grosjean'a karşı başladığı gibi başlarsa Blake.
3.tur bununla da sınırlı kalmadı. Yine Tsonga gibi turnuvaya en iyi derecesine çıkarak gelen Kohlschreiber, Roddick'i harika bir maç sonunda yendi. 2008'e Auckland'ı Monaco ve Ferrero gibi adamları yenerek kazanan Kohlschreiber, harika bir tek el backhand'e sahip. Oyun yapısı olarak da saygı görmesi gerektiğini düşündüğüm bir stili var. Rakibine göre oynamaktan ziyade, kendi oyununu dikte ettirmekte çok başarılı. Geçen sene de Nadal'a 2. turda elenmesine karşın aynı oyunu ortaya koymuştu ama karşısındaki dünyanın en iyi savunma yapabilen oyuncusuydu. Roddick maçını daha iyi anlamak için aslında rakamlar da yeterli gelebilir. Roddick'in yaptığı 42 ace, onun kariyerinin en iyi rakamıydı ama yetmedi. Oyuna giren toplar Kohlschreiber'ın hanesine winner olarak yazıldı devamlı. Roddick'e çok ters gelen bu stil, bize aslında çok yabancı değil. Tek el backhand'ini Federer'i adeta imite ederek kullanıyor Kohlschreiber. Bu kadar çok backhand winner, Roddick'in dengesini altüst etti. Eğer return'leri Federer'in yarısı kadar iyi olsa Kohlschreiber'in, Roddick'i daha kısa sürede yollayabilirdi eve. Roddick'i de çok suçlamamak gerek, harika servis atmasına ve çok az sayıda basit hata yapmasına rağmen, karşısında hayatının maçını oynayan biri vardı. Üstüne son iki sette hakemle ve Alman seyircilerle devamlı münakaşaya girdi. Bu arada AO'da geçen sene olduğu gibi bu sene de çizgi hakemleri ve baş hakemler yine tepki çekti. Roddick'in haklı olduğu durumlar vardı verilen kararlarda. Kurallara göre ralliye devam eden oyuncu itiraz edemez. Yani gelen bir topa dışarda olduğunu iddia ederek itiraz edeceksiniz, o topa vurmamalısınız. Bu kuralın maç içerisinde yanlış uygulanmasından sonra sert bir şekilde diyaloğa girdi Roddick hakemle, hakem de açıklamaya girmeden görmezden gelince bu tepkiyi Roddick çok sinirlendi. Heceleyerek bağırdı önce, sonra aptalsın dedi hakeme ve çocuklar okula devam edin yoksa sonunuz bir başhakem gibi olur tarzı birşeyler geveledi. Bu hırs aslında onu biraz da oyunda tuttu. Çevirdiği 5 maç sayısından ilki bu itirazdan sonraydı ve bunu 239 km/s'lik bir ace'le yaptı. Kohlschreiber çeyrek finale çıkacak gibi duruyor, Nadal'ın karşısına. Buna yakın bir performans göstermeli oyuna ortak olmak için.
Ve Federer-Tipsa maçı sona erdi. Kimsenin aklına gelmeyecek bir skorla kazandı Federer. 2-1 geri düştüğü maçı 5. sete götürüp, 10-8 aldı son seti. Tipsarevic, Sırp tenisinin Ivanovic, Jankovic, Djokovic üçlüsünün ardından sessiz bir şekilde ilerleyen 4. önemli ismi. Tsonga için Ali dedik, Tipsarevic de Gattuso'ya oldukça benziyor. Üst düzey oyuncular için hep ters gelebilecek bir adam. Bir şekilde maçları yılan hikayesine çevirebiliyor, rakibinin kendisinden iyi veya kötü olması önemli değil. Geçen sene burada Nalbandian'ı ilk turda 5 set oynatmak zorunda bırakmıştı. Wimbledon'da Ferrero'ya elenene kadar ilk 3 turda toplam 15 set oynamıştı. Maçlara tutunmak konusunda oldukça sağlam bir oyun karakteri var ama oldukça istikrarsız bir oyuncu. Ama bugün servisinde yaşadığı problemlere rağmen, geçen sene set vermeden şampiyon olan Federer'e yaptıkları uzun süre unutulmayacak. Bu gibi durumlarda insan teniste beraberliğin de olmasını istiyor.
Bayanlarda da süprizler var tabi ki. En son US Open'da Sharapova'yı eleyen 89 doğumlu Polonyalı Radwanska, bu sabaha karşı dünya 2 numarası Kuznetsova'yı da çok rahat bir şekilde kurbanlarının arasına ekledi. Bu kızda iş var. Takip ettiğim diğer isimlerden 90'lı Alize Cornet 2. turda Hantuchova'ya elendi, beklediğim çıkışı bir türlü yapamadı. Yine 90'lı, parlak Juniors cv'siyle Danimarkalı Caroline Wozniacki'nin de bu gece 4. tura çıkması şaşırtıcı olmayacak. Bu sene yine çıkış beklediğim Victoria Azarenka, Serena'yı geçemedi 3. turda. Serena 4. turda yukarıdaki jenerasyonun yıldızı Vaidisova'yla oynuyor. Gönüller onun ve Sharapova karşısındaki Dementieva'nın yanında. Bu arada dikkat çeken bir olay Dementieva'nın servislerindeki gelişme. Umarım kalıcı bir gelişmedir çünku bu Elena'nın oyununun bilindiği üzere en büyük handikapı ve bu gelişme onu favoriler arasına sokar. Bu arada şu ana kadarki performanslarıyla dikkat çeken diğer iki kızımız da şu ana kada Patty Schnyder ve Mauresmo'yu eleyen ev sahibi Casey Dellacqua ve elemelerden gelerek 4. turda Henin'ın karşısına çıkacak olan Tayvan'lı Su-Wei Hseih.
Bugünün asıl maçı Hewitt-Baghdatis, kazanan Djokovic'in rakibi olup 4. turun en sert eşleşmesine girecek.
Masters II
Yarı finallerin ilk eşleşmesi, sezon boyunca farklı rotalarda ilerleyen iki sporcu arasında olacak. İlki, geçen sezonu çok iyi kapatan ve bu sezonda, bıraktığı yerden devam eden sempatik adam Selby, rakibi ise sezonun formsuz ismi; fakat kariyeri tartışılmaz Doherty. Şüphesiz ki şu ana kadar turnuvanın en etkileyici performansı Ken Doherty’den geldi. 38 yaşındaki İrlandalı, çeyrek final maçında favori Murphy’i 4-1 geriden gelip yenerken, tam 3 kere 100+’lık seri gerçekleştirdi. Çok sabırlı ve taktiğe dayalı oyun tarzıyla bilinen Doherty’nin, bu kadar uzun seriler yapıyor olması rakibi Selby için çok korkutucu olmalı; ancak Selby ile ilgili en sevdiğim şey olan soğukkanlılığı, eminim ki yine son frame’lere kadar gidecek bir maç izlememize neden olacak. Kalbim, son dönemde hep yüzüp yüzüp kuyruğuna gelen Selby’nin (En azından doğduğu yerin takımı olan Leicester City’i tutuyor; rakibi Doherty gibi Manchester United taraftarı değil. Bir takım nasıl bu kadar antipatik olabilir?!) bu maçı kazanmasından yana.
Diğer mücadele ise, bence çok süpriz iki isim arasında olacak. Turun en beğenmediğim oyuncularından Stephen Lee, göreceli olarak kolay bir fikstürden, etkileyici performanslar sergileyerek yarı finale geldi. Lee’nin basitçe, yetenek bazında ilk 16 oyuncusu olmayı hak etmediğini düşünüyorum. Rakibi Marco Fu ise, sağlamcı stili ile Ding Junhui’yi geçmeyi başardı; ancak karşısında vasat bir Junhui olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Tıpkı, yaklaşık 5 sene sonra, 147 yapma şansını basit sayılabilecek bir siyahı gereğinden fazla kesen, moral olarak çökmüş bir Peter Ebdon’ı eleyen Lee gibi, Fu da yetenek olarak kıyas kabul edilemeyecek kadar altında olduğu Junhui’yi rahat geçti.
Junhui, Alp’in de bahsettiği gibi turun en yetenekli birkaç oyuncusundan biri, genç yaşına rağmen; ancak kökeninin sosyokültürel getirilerinden yoksun bir Çin’li ne yazık ki. (Ya da bizi kandırdılar; çelik gibi sinirlere sahip, inanılmaz disiplinli uzakdoğulu sporcuları gösterirken, karate filmlerinde.)
Fu-Lee mücadelesi, düşük kalitede geçmesini beklediğim bir maç; ancak az bir farkla da olsa daha yetenekli ve daha iyi bir taktiksel beceriye sahip olduğu için Fu’nun finale yükselmesini bekliyorum.
Masters, şu ana kadar çok keyifli gidiyor; umarım turnuva öncesinde speküle edilen, pek çok oyuncunun sahip olduğu sağlık problemleri ya da Fu-Lee eşleşmesinden çıkacak oyuncunun üç gün üst üste maç yapacak olması performansları etkilemez ve final mücadelesi de turnuvanın adına yakışır.
64 Kareye Sığan Bir Hayat
Küçük yaşta kendi kendine başladığı satrançta kendini geliştirerek soğuk savaş döneminin en büyük rekabetlerinden biri haline gelen bu oyunun ABD tarafındaki en başarılı ve belki de tek temsilcisi olarak kazandığı ünü kişisel problemlerini kazandığı başarıların önüne geçirerek daha da kalıcı hale getirdi.
Sovyet oyuncuların domine ettiği satranç dünyasında hepsinin arasından sıyrılarak Amerikalılar için soğuk savaşın en büyük gurur kaynaklarından biri olmasına rağmen hayatının son dönemini Amerikan karşıtı olarak ve tabii ki bunun karşılığında ülkesi tarafından dışlanarak geçirdi.
Satrançta strateji ve eğitim gibi temel konularda devrim niteliğinde yeniliklerin gelmesini sağlamış, hayatını 1500 yıllık bu oyuna adamış gerçek bir satranç ustasıydı. Beraberliklerin kolayca kabul edilmeye başladığı, hesapların satranç tahtasının dışına taştığı satranç dünyasında mat olurken bile beraberlik kabul etmeyecek derecede agresif bir oyuncuydu. İyi bir satranç oyuncusunun sahip olması gereken araştırmacı bir ruha, kazanma arzusuna ve hepsinden önemlisi elbette müthiş bir zekaya sahipti. Bu kelimeyi kullanmayı çok sevmiyorum ama bir başkasına daha iyi uyacağını sanmıyorum. Gerçek bir fenomendi.
İleride satranç kariyeriyle ilgili daha detaylı bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Huzur içinde yatsın. Öteki dünyadaki satranç ustalarını şimdiden mat etmeye başlamıştır.
18 Ocak 2008
Ding!
Evet, yazımın konusu Ding Junhui olacaktır. Birkaç entry önceki O'Sullivan incelemesinde bahsedilen göze hoş gelen stilin bir benzeri de bu Çinli'de var. Yani eğer Ronnie'nin veliahtı gibi klişe bir tabir kullanacaksak, bu tabire en yakın adam Ding Junhui'dir.
Genellikle baba oyuncuların yaşlı başlı adamlar olduğu bu sporda tecrübenin ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ding ise yalnızca 1987 doğumlu. Tabi babasının gazıyla 9 yaşından beri snooker oynadığını, hatta işi bir üst seviyeye taşımak için ailesinin evlerini satarak tüm varlıklarıyla Ding'i desteklediğini düşünürsek, zaten seneler öncesinden snooker camiasının böyle bir adamın geldiğinden haberi olduğunu da varsayabiliriz. İnsanları etkilediği ve göz önüne çıktığı ilk turnuva ise wild card'la katıldığı Londra Masters, yani şu an devam eden turnuva. Henüz 18 yaşında bile değilken ilk turu geçmesi ve akabinde Stephen Lee'ye 5-2 öndeyken kaybetmesi onu geleceğin şampiyon adayı hâline getirdi.
Her fırsatta idolünün Ronnie O'Sullivan olduğunu söyleyen Ding, mâlesef Ronnie'nin kötü özelliklerine de sahip. Oyun stili, hızlı düşünmesi, olağan dışı potlarıyla iyi bir gününde herhangi bir adamı yenebilcek kapasitedeyken, aynı zamanda moralinin çok çabuk bozulması ve soğukkanlılığını çabuk kaybetmesi sebebiyle favori çıktığı herhangi bir maçı da kaybedebilecek ruh halinde kendisi. Mesela geçen sene Shangai'da (yanlış hatırlıyor olabilirim) kötü gittiği bir maçta, bir frame'de masa çok uygunken ve 147 şansı varken (hem de kendi seyircisi önünde) kısmen basit bir topu kaçırdı ve top cepten geri dönerken gelişine bir daha vurarak tüm zamanların en saçma faullerinden birini yaptı. Lafı geçmişken söyleyeyim, yakip takipçilerin hatırlayacağı gibi geçen seneki Masters'ta 147 yapmışlığı vardır.
2006'da kazandığı Kuzey İrlanda Trophy ile 20 yaşından önce sıralama turnuvası kazanan üç isimden biri oldu. Bunu yapan diğer adamları söyleyince Ding'in kalibresini daha iyi anlayacaksınız: Ronnie O'Sullivan ve John Higgins.
Geçen sene finalde Ronnie'ye kaybettiği Masters finali de oldukça enteresandı. Roket'in en iyi performanslarından biri olarak kabul edilen maçta, seyircinin de biraz üstüne gelmesiyle 12. frame'de 8-3 malupken göz aşlarına engel olamayan Ding, çok inandığı ve çok iyi başladığı bir maçın elinden kayıp gitmesinin üzüntüsünü yaşıyordu. Hiç düşünmeden iş olsun diye vuruşlar yaparak frame'i kaybeden ve sonrasında O'Sullivan'ı tebrik eden Ding'in garip davranışı herkesi şoke etti. Beraber kol kola içeri giden ikili masaya geri döndüğünde Ronnie maçı kazandı. Ding'in daha sonra kendisine sorulduğunda olaya getirdiği açıklık ilginçti: "Ben maçı best of 17 zannediyodum."
Neyse fazla da uzatmayalım. Daha bu adamı senelerce izleyeceğiz ne de olsa. Bir Britanya sporunda Çin'li olarak üst düzey bir seviyede yer aldığı için adamı ayrıca seviyorum. (Bu konuda tek değil tabiki, başkaları da var. Marco Fu mesela.) Ve O'Sullivan'ın erken elendiği turnuvalarda "artık izlenmez" demek yerine, Ding Junhui'ye bir şans verilmesi gerektiğine inanıyorum.
Ben bu satırları yazarken Ding, şu an Marco Fu karşısında 5-3 geride ve ıstaka da Fu'da. Yani elenmeye yakın görünüyor mâlesef. Sevdiğim adamlardan bir tek Stephen Lee kaldı, tam izleyemedik, Ebdon karşısında çok iyi oynamış diyorlar. Ama sanki Marco Fu kazanacak gibime geliyor turnuvayı.
Sounds of Aussie Open - 5. Gün
Kortta tribün yapmak, Baghdatis ve biber gazı
Yukarıda iyi başladı dedim ama aslında yine olaylı başladı demek daha doğru. Tribünler tabi ki. Çok geriye gitmeye gerek yok. 2006'da Baghdatis'in finale kadar gelmesiyle dikkat çeken, her maçında arkasına ateşli bir taraftar alması ve oyun içerisinde sorun yaratan bu tribün işi sorgulanmıştı. Geçen sene daha açılış gününde, tribünde şirket yapan Sırplar ve Yunanlar, Hırvatlar'la yumruklaşmış, 150'ye yakın kişi korttan atılmıştı. Bu sene de yine daha ilk turda, Gonzalez-Economidis maçında tenis işine iyice sarmaya başlayan Yunanlar, hakemin ihtarlarına rağmen maçla alakasız ayrı bir şov işine girince polis müdahele etti. Kriket veya rugby maçlarında daha önce bu tip bir durumla karşılaşmayan, Avrupalı meslektaşlarına göre daha bir tecrübesiz Melbourne polisi de biber spreyiyle tribüne girdi ve içlerinde Baghdatis'in kuzeninin de bulunduğu grup dışarı atıldı.
Genelleme yapmadan önce biraz da Melbourne hakkında konuşalım. Melbourne, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yüksek göç alan Avustralya'nın belki de en entarnasyonel şehri. İngilizler'i saymazsak, büyük bir Yunan ve İtalyan nüfusu var. Yine benzer sebeplerden dolayı Kıbrıs'tan hem Rum, hem Türk göç alan; kısaca her 3 insanın 1'inin yurtdışında doğduğu bir şehir. Farklı kültürlerin bir arada yaşadığı her şehir gibi, Melbourne'de de konservatif ve milliyetçi cemaatler olması kaçınılmaz. Yılda sadece bir kez, AO'la dünyanın ilgisini çeken bir şehirde ön plana çıkmayı isteyen kanı kayanayanlar tahmin edilebilir bir durum olarak da nitelendirilebilir. Bunu kafamızdan sallamıyoruz tabi ki, 2006'da Baghdatis bile kendisine tribün yapan Hellas Fan Club için tenisi bilmediklerini, kortta nasıl davranmaları gerektiğini onlara anlatmaya çalıştığını, televizyonda gördükleri futbol tribünlerini örnek aldıklarını söylemişti. Bu seneki biber spreyi olayının ardında da bu durum var.
Sonra Baghdatis'in videosu ortaya çıktı. Seks kasedi değil tabi. Yukarıdaki biber spreyi olayında gözaltına alınan Hellas Fan Club'ın başkanı Chris Vlahogiannis ve Baghdatis bir barbekü partisinde, sarmaş dolaş tezahürat yapıyorlar, ellerde meşalelerle. Tezahüratlar, "Turks out of Cyprus!" ve "Greece! Greece and Macedonia should be together!" manasında. Şu an Avustralya'da manşet haberlerden biri bu. Yunan dernekleri, Baghdatis'in o an milli marşı söylediğini, tezahüratın birden başladığını, videoda da Baghdatis'in ağzının gözükmediğini falan söyleyip kıvırıyorlar. Türkler, işin ırkçılığa dönüştüğünü, Baghdatis'in Melbourne'de iyi anlaşan Türkler ve Yunanlar'ın arasında hır çıkaracağını neden gösterip turnuvadan men edilmesini istiyor. Bir Yunan takımı olan South Melbourne FC’nin başkanı Leo Athanasakis de Vlahogiannis’in daha önce 10 sene boyunca takımlarının maçlarından men ettikleri bir baş belası olduğunu söylüyor. Kortlar herkese açık tabi ama gerginlik seviyesi Avrupa’nın yanında Susam Sokağı gibi kalan yerlerde holiganım şekli koyuyorsan, biber spreyi çekince de ciğerine, ağlamayacaksın.
Baghdatis'in dedikleri de ortalığı daha da ısıtacak gibi. Özür dilemedi ve ülkemin çıkarlarını düşünüyorum vs. diyerek herkesin yumuşatmaya çalıştığı olayı biraz daha tahrik etmiş. Economidis'in maçında atılanları da savunmuş. Marcos ülkesinin çıkarlarını düşüneceğine, 2006 finaline saygı göstermeyenlere kendini nasıl kanıtlaması gerektiğini düşünmeli. Bakış açısının da çözülmesi gereken bir durumun çözüm aşamasına yardımcı olup olmadığını da düşünmeli. Kısacası bir GS sırasında kort dışı şeyler düşünmemeli. Bu arada görüntüler geçen seneye ait. Baghdatis'i aslında severim, eğlenceli bir adamdır kortta. Ancak bu videoyu izledikten sonra göstermeye çalıştığı gibi bir adam olmadığına kanaat getirdim. Demek istediğim, böyle gürültülü maçlardan sonra mikrofonlara tribündekilere şaşırmış şekilde konuşması kendiyle çelişiyormuş.
Bu tatsız konuyu kaparken, elde kalan kortta biber spreyi kokusu ve bir tenisçinin siyaset merakı. Sonra Roddick'in Baghdatis tribünü için yorumu geliyor aklıma, keyfim yerine geliyor.
"It’s going to be my hot chicks against his sweaty dudes."
16 Ocak 2008
İkiz kuleler
Çiftler tenisiyle pek sağlıklı bir ilişkim yoktur, eğer kortun içinde değilsem. 4 kişiyseniz, iskambil destesi yerine elinizde raket varsa ve kort sayısında bir problem varsa, ortaya konulacak güzel bir iddia ve karşılıklı laf atmalarla güzel bir aktiviteye dönüştürülebilir tabi. Raket kelimesini gamepad'le değiştirirsek, Playstation'a da oturtulabilir bu cümle. Ama profesyonel çiftler maçları için aynı şeyleri söyleyemem, sevmiyorum işte. Yanlız değilim çok şükür de, yayınlanmıyor maçlar. Ünlü oyuncuların katılmadıkları, katılsalar da partnerlerinin 3-5 kuruş kazanmalarına yardım etmek için katıldıkları, her geçen sene daha da önem yitiren bir olay. Her neyse, dediğim gibi, ilgilenmem ve bu yüzden takip de etmem.
Sonuca gel derseniz, Federer ve Nadal'ın yanlarına birilerini alarak (Lopez ve Wawrinka olabilir) yaptıkları çiftler maçından beri ilk kez bir çiftler maçıyla ilgilendim. Turun en uzun iki oyuncusu AO öncesi, beraber çiftlere katılacaklarını açıklamışlardı. Biri bu senenin en iyi çıkış yapan oyuncularından biri, 2.08lik Hırvat Ivo Karlovic. Diğeriyse US Open'da Federer'i ace manyağı yaparak bir set almayı başaran, 2.05'lik ABD'li John Isner. Bu boy avantajı sayesinde, turun en güçlü servis atan oyuncularından ikisi. Tenis tarihinin en uzun çiftler takımını oluşturdular. Boylarıyla doğru orantıda aldıkları gazla, iddialı girdikleri çiftlerde ilk turda elendiler. Isner, teklerde de ilk turda Santoro'ya elenerek kolejine geri döndü. Amerikan spor sisteminde kolejlerin rolü, tenis için ayrı bir yazıda irdelenmeli, not düştüm. Karlovic yola devam ediyor. Önemli olan boyu değil, işlevi diyip, boktan bir şekilde yazıyı kapıyorum.
Ronnie&Masters
Önümüze konulan bu yayın ve bilgi akışı imkanları dolayısıyla, bu çok da bizden ögeler taşımayan sporu hayatımıza katmış durumdayız; ancak benim asıl ilgimi çeken tarafı, mental ögelerin göreceli olarak, sonuca en çok etki eden spor olması. Ancak, eminim ki bir adamın varlığı, diğer bütün snooker oyuncularından daha çok ilgilendiriyor pek çok takipçiyi.
“I am so peed off with the game and I am bored with it. I would rather be planting a few shrubs in the garden. Hopefully the match gets abandoned and maybe John Virgo and Willie Thorne come out and play a few trick shots. I really don't care.”
Göze en hoş gelen bilardo stiline sahip olmasının yanında, Arsenal taraftarı bu “manik depresif” herifin, odasındaki akvaryumunda köpek balığı besleyen ya da hobi olarak piyano çalan, Bulgaristan’ın Kara Deniz kıyılarında yazlığa sahip olan rakiplerinin haricinde çok gel gitli bir hayata sahip olması da ilgiyi üstüne toplamasının başlıca sebeplerinden.
Babası cinayet sebebiyle müebbet hapis yatarken, O’Sullivan’ın, pek çok diğer oyuncu gibi çelik gibi sinirlere sahip olmasını bekleyemeyiz. Ya da Sicilyalı annesinin vergi suçları yüzünden pek de temiz olmayan bir sicile sahip olması, Peter Ebdon’ın inanılmaz uzun oyunlarını izlerken, kendisine pek de yardımcı olmuyordur herhalde.
Uzun süredir turnuva kazanamazken ve eski etkinliğini kaybetmiş muamelesi yapılırken, yarı finalin “deciding frame”’inde 147 yapabilen, final maçında ise sezonun en formda oyuncusunu masaya gömen adamın, son dünya şampiyonluğunu kazandığı 2004 finalinde, eski koçu (ki o sıralar, finaldeki rakibi Graeme Dott ile çalışıyordu.) Derek Hill’in, maçın başlamasına 15 dakika kala soyunma odasına gelişini bahane ederek, maçın ilk 5 oyununu kaybetmesini açıklamaya çalışan adamla aynı kişi olduğuna inanmak güç.
"I went all emotional during the match as well and when it went to 14-8 I was thinking of my dad watching the final on television in prison. I am sure he will be sitting in his cell chuffed to bits. I can't wait to go and visit him - and this title was for him. Now I just want to go and see my dad this week, chat to him and be in his company. That's the most important thing."
Aynı O’Sullivan, son dört finalinde yer aldığı turnuvaya, Masters’a ilk turda veda etti, Maguire karşısında. Yazının çıkış noktası ve varmaya çalışacağı yer bambaşkaydı; ancak bir takım sebepler yüzünden uzunca bir ara vermek zorunda kaldım ve Masters’ın başlangıcına yetiştiremedim, yazıyı. Bu sebepten, üst taraftaki kısmı gelecekteki yazılara temel olarak kabul edip, günaşırı keyifle okuyalım; ancak ben, “Snooker ile ilgili yazılar” programımı yakalamak için Masters değerlendirmesine geçmek zorundayım.
Öncelikle pek çok oyuncuda mevsim şartlarının bir getirisi olarak, soğuk algınlığı şikayetleri var. Ayrıca, ismi çok prestijli olsa da “Noel” ve yeni yıl gibi önemli günler yüzünden, oyuncuların antreman programlarına sadık kalarak hazırlanmalarının zor olduğu bir turnuva, tarihi itibarı ile, Masters. Bu sorunların ikisiyle de boğuştuğunu deklare eden Shaun Murphy ilk maçında, Ali Carter’ı eledi, beklendiği gibi. Şu ana kadar başarısız olduğu tek turnuva Masters, Murphy’nin büyük turnuvalar içerisinde. Bu sezona da iyi başladı; ancak sağlık problemlerinin durumu hakkında net bir bilgi yok. İkinci turda Doherty ile oynayacak ve bence maçın favorisi. Her ne kadar, çocuğunun doğumundan sonra mental açıdan güçlendiği iddia edilse de, Doherty’nin bu sezonki performansı bu maç için pek de umut vermiyor.
Öte yandan, Hendry’i eleyen Selby, Maguire ile karşılaşacak ikinci turda. Selby çok sevdiğim bir adam ve hususi bir entry hak ediyor ve bu maç, turnuvanın en zevkli maçlarından biri olacak, kuşkusuz. Sezonun en formda isimlerinden ikisi olmalarının yanı sıra, çok benzer stillere sahip olmaları da maçı heyecanla beklememin başlıca sebeplerinden. Tempoyu arttırabilirse Selby alır, yoksa ortada maç.
Şimdilik belli olan çeyrek final eşleşmeleri bunlar. Diğer eşleşmeler için Marco Fu ve Peter Ebdon rakiplerini bekliyorlar. Masters ile ilgili update’ler devam edecek, umarım.
"I’m just taking this tournament one match at a time, but I must admit that as a Londoner, to win it would mean everything. I used to come here as a kid to watch Jimmy White and Steve Davis, so just to play in it is a dream." - Peter Ebdon
15 Ocak 2008
Sounds of Aussie Open - 2. Gün
14 Ocak 2008
Sounds of Aussie Open - 1. Gün
13 Ocak 2008
Aussie Open 08
2008'in ilk Grand Slam'i, bu gece start alıyor. İlk tur maçlarını takip edememem için bütün koşullar mevcut, yine de şansımı deneyeceğim. Yine güzel bir GS olmasını bekliyorum Melbourne'de. İlk tur kuralarına şöyle bir baktım, geçen senenin finalistleri Federer ve Gonzo bu sefer aynı tabloda, bu da ancak çeyrek finalde karşılaşabilirler demek. Federer'den US Open'da hayvani servisleriyle set alan, 2.05'lik John Isner ilk turda Santoro'yu geçebilirse tekrar Federer'le oynayacak. Santoro servisçilere karşı direnebilen bir adam, başkası gelseydi 1.turda Isner süpriz adayım olabilirdi aslında. O tablonun komşusu daha renkli. Eski bir şampiyon (Safin), eski 2 finalist (Hewitt&Baghdatis), Djokovic, Ferrer ve Nalbandian var bu çeyrekte. İlk 4 tur bu çeyreği kan götürecek yani.
Neyse, bu gece başlıyoruz. Zaman buldukça bir şeyler karalalayacağım, turnuva boyunca.
Sırp güzeli
Ana Ivanovic son zamanlarda Balkanlar'dan çıkan en güzel şey sanırım. Bu da kendisini benim favori bayan tenisçim yapması için yardımcı olacak bir sebep. Sharapova'nın süperstarlık tasladığı bir ortamda, Ivanovic'in popülaritesi her oynadığı turnuvayla birlikte daha da artıyor. Snob Rus, sempatik Sırp kızına kaptırıyor erkeklerin rüyalarındaki başrolünü. Maria'ya duyulan sapıkça hardcore duygular, Ana'yla daha romantik bir seviyeye iniyor, aslında çıkıyor. Striptiz direğinde servis atan havalı sarışın, bana tiyatroda drama oynar gibi bakan utangaç esmerin return'lerine takılıyor. Tamam, kendimi kontrol altına alıyorum.
Sharapova bilindiği veya tahmin edildiği üzere dünya üzerinde en fazla kazanan bayan sporcu. Hatta bu konuyla, tenisten daha alakalı gibi geliyor bana, "I'm both an athlete and a bussinesswoman." derken. Sadece 20 yaşında, tenisten kazandığı para 10 milyon dolar'ken, spor dışı yıllık kazancı 20 milyon dolar civarında. Ama ben onda sadece kazanmayı isteyen bir yetenekten çok, sweet-16 partisini düşünen dejenere bir Amerikan kız çocuğu özentiliğini görüyorum.
"People seem to forget that Anna Kournikova isn't in the picture anymore. It's Maria-time now." demişti Sports Illustrated'da Kournikova'nın yerini aldığında. Tenis açısından koca bir hiç olan Kournikova'yı kendine rakip görmesi, hangi alanla daha çok ilgilendiğini ortaya koyuyor ama bana göre artık Ana zamanı geliyor, artık ilk GS'ini almalı bu sene. Yonex'le ilk büyük sponsorluk anlaşmasını yaptı. Sharapova gibi Amerika'da yaşamayan biri olarak, paralı sponsorların şu ana kadar çok yanaşmadığı biri. Ama Japon Yonex'in verdiği para açıklanmasa da, bayan tenisinde yapılan en büyük anlaşmalardan biri. Neyse ki Aussie Open başlıyor, özlemiştim onu.
Cristiano Ronaldo vs Bugatti Veyron
Nike'ın reklamlarını sevmeyen yoktur heralde. Hemen hemen hepsi kült olmuştur. Çok geriye gitmeden; Elvis ve Cantona'yı buluşturan kafes futbolu serisi, tankerde futbol, Joga Bonito'lar, Henry vs Manchester United vs, ve son olarak da bu.
Ronaldo'nun ayağındaki, Nike Mercurial Vapor IV. Teknolojisini bilemiyorum, çok da etkili olduğunu zannetmiyorum. İbrahim Üzülmez'e Beckham gibi orta kestiren bir ayakkabı çıkarırlarsa, teknoloji diye ona derim ben. Onun için de Nike değil, işin içine NASA falan girmeli.
Bu ayakkabıyla daha hızlı koşulabildiğini iddia ediyorlar heralde. Keza, Ronaldo'ya bu cicileri giydirip, Bugatti Veyron'a karşı drill yaptırıyorlar. Arabalara ilgi duymayan ya da Bugatti Veyron'u Fransız bir sprinter sananlar olabilir. O yüzden kısa olarak tanıtalım bebeğimizi. Adını, Bugatti takımıyla Le Mans'ın meşhur 24 saat süren yarışını çook eskiden kazanan Fransız yarışçı Pierre Veyron'dan alıyor bu milyon euro'luk alet. Tarih dersinde Fransız'ların bir çok kez savunmak zorunda kaldığını hatırladığımız Alsace-Lorraine bölgesinin ilkinde, Bugatti merkezinin yanındaki fabrikada Volkswagen tarafından el yapımı olarak üretiliyor, Alman teknolojisi. Benzin istasyonunuz varsa durmayın alın derim, 100 kilometrede 100 ytl'lik benzin içiyor bu 1000 beygirlik meret. Cristiano Ronaldo biraz daha eski, 85 model. O da Madeira'da el yapımı, daha nadir bir parça. Adını bir yarışçıdan değil, Ronald Reagan'dan alıyor. Real Madrid onun için 50 Bugatti Veyron parası önerdi, kabul edilmedi.
Her neyse, konuya dönersek, reklam amacına ulaşıyor. Ronaldo, Veyron'u geçiyor. Nasıl mı? CR7 çakallık yapıp erken başlıyor, sürücü arkadaş da arabanın hakkını verse fena olmazdı, ne diye anlatıyorum ki, izleyin görün.
10 Ocak 2008
Mami Juve'ye...
Benitez'in Valencia'sı Avrupa'nın en iyi iki-üç takımından biriyken Mohamed Sissoko da takımın bir nevi jokeriydi. Yine Benitez'le birlikte Liverpool'a geldi, Patrick Vieira olması beklentileriyle birlikte. Ayağı yumuşak her Arjantinli'nin Maradona, her uzun boylu Türk forvetin Hakan olması beklentisi gibi, uzun bacaklı siyah oyuncu da (hem de Fransız) Vieira beklentisi yarattı. Ne var ki Sissoko sahaya ağırlığını o denli koyabilen bir oyuncu olamadı; tabii Liverpool orta sahasındaki seçenek fazlalığının, Benitez rotasyonunun ve hepsinden önemlisi atlattığı önemli göz probleminin sebep olduğu duraklamanın da etkisi vardır. Şimdi Juventus'a geçmek üzere, henüz kesinleşmedi ama anlaşmaya çok yakın olunduğunu kendisi söylemiş. Juventus da orta sahaya adam arıyordu, tabii Vieira'nın eski takımında da aynı beklentiyle karşılanacaktır Mami. İyi olur onun için, Liverpool'da Alonso, Mascherano, Gerrard derken bir de Lucas türedi, düzenli oynaması imkansızdı. Bi de son olarak, elemana "Momo" diyolar aslında. Beşiktaş altyapısındaki Muhammed ATV'ye çıktığında Kazım Kanat bütün gece çocuğa "Mami" deyip durmuştu, bu satırların motivasyonu kendisi olmuştur, teşekkür ederim.
08 Ocak 2008
Bambaşka bir takım
İşin en heyecan verici -ve düşündürücü- kısmı, Stephen Jackson'ın şu anda ESPN gibi büyük bir sitede MVP adayı olarak gösterilmesi, hem de Duncan'ın Nash'in Dirk'ün oynadığı Batı Konferansı'nda. Baron ve Jackson arasında müthiş bir kankalık bağı var ve bu oyunlarına yansıyor. Dün akşam Spurs maça istediği tempoda başladı, İlk çeyrek 20 sayının altında tuttular rakibi, oyunu kontrol ettiler. Ama ikinci çeyrekte Monta Ellis'in başlattığı seriyle Spurs'ü kıstırdılar, ilk çeyrekte atamadıkları 20 sayıyı beş dakikada attılar, zaten bu tempoyu yakaladı mı Baron Davis'in penetrelerini kimse engelleyemiyor.
İkinci yarı ile birlikte Spurs tabii ki kendine geldi, yine de skoru kontrol edemediler, maçın son hücumunda müthiş çizilmiş ve uygulanmış bir setle Tony Parker sağ dipten el üstü üçlük kullandı, ve alışık olmadığımız biçimde soktu. Maç uzatmaya gidince yıllardır burun kıvırdığımız S-Jax'in zamanı başladı. "Son çeyrekte bir kaç şut kaçırmıştı ama ben ona sürekli atmaya devam et dedim, çünkü onun bu şutları sokabilecek olduğunu biliyorum" diye aktarıyor Baron bize durumu. Uzatmalarda 12 sayı attı Jackson ve eski takımını denize döktü, yanılmıyorsam Boykins'in 14 sayılık rekorunun da kıyısından döndü.
Small ball hadisesinin de bokunu çıkarmış durumdalar, rotasyona baktığımız zaman takımın üçüncü uzununun Stephen Jacko olduğunu görüyoruz. Geçen sene playofflarda Mavs karşısına en uzunun Al Harrington olduğu bir beşle çıkmışlar ve inanılmaz savunma yapmışlardı. O zaman Mavs'ın elenmesinin bir sürpriz olduğunu düşünüyordum ancak şimdi Jazz'a elenmelerinin bir sürpriz olduğunu düşünüyorum. Don Nelson'a bir şapka, henüz keşfedilmemiş oyuncuların yeteneklerini görmek bir uzmanlık işidir ancak bu sporun içinde yıllarını geçirmiş adamların ortaya koyamadıkları potansiyeli keşfetmek ve böyle bir kimya oluşturmak hiç bir koçun yapabileceği türden bir iş değil. Evet, bu takım tercih edilmemiş oyuncuların potansiyellerini zorladığı bir takım. İzlemek de bir zevk. Bu da onlar hakkında son girdi olmasın.
P.S.: B-Diddy'nin bir film fanı ve prodüktörü olduğunu biliyor muydunuz? İşte onun tüm zamanlarda 10 favori filmi:
1- The Godfather
2- Cidade de Deus
3- A Beautiful Mind
4- Friday
5- Menace to Society
6- American Gangster
7- Beverly Hills Cop
8- Pursuit of Happiness
9- Texas Chainsaw Massacre
(Couldn't watch it by myself, too scary - Hadi Lan!)
10- ET (When i was a kid, i wish he lived with me - Hahaha!)
07 Ocak 2008
06 Ocak 2008
Rafa'nın pili
Sonunda tenis sezonu açıldı, yavaş yavaş hareketlenmeler başladı Aussie Open'a doğru. Hindistan'da Chennai turnuvası vardı bu hafta, bir kaç enteresan iş yaşandı, Nadal merkezli.
Nadal'la Moya'nın birbirine ne kadar yakın olduğunu bilmeyen yoktur heralde. Nadal daha çocuk sayılabilecek yaşta o zamanların en popüler adamlarından birinin kanatlarının altına girmiş, şanslı ve yetenekli bir veletti. Hatta Andy Murray'le güzel bir hikayeleri vardır. Bir gençler turnuvası zamanında, Nadal'la Murray tanışırlar. Nadal, Murray'e kimle çalıştığını sorar, Murray annesiyle çalıştığını söyler ve aynı soruyu Nadal'a o sorar bu sefer. Nadal, "Carlos Moya." der. Murray de hatta ertesi gün annesini ikna eder ve Barcelona Tenis Akademisi'ne kaydolur. Her neyse, konudan konuya girdik, aklıma gelmişken anlatayım dedim.
Chennai'de yarı finalde eşleşti Moya ve Nadal. Birbirleriyle sayısız antreman yapmış iki adamın maçı her zaman keyifli olur. RG'da da yazın karşılaştılar aslında ama o maçı Nadal ezerek almıştı, işime yarayan bir örnek değil, o yüzden geçelim onu. Dün geceki yarı final maçı tam 3 saat 54 dakika sürdü. 6-7(3), 7-6(8), 7-6(1). Bu süre, son 15 yılın "best of 3" olarak oynanan en uzun maçı.
Finali soran olursa, Youzhny Nadal'ı 6-0, 6-1'le ve sadece 58 dakikada ezerek yendi. Bisepslerinin göözümüze soktuğu üzere, fiziksel olarak oldukça güçlü biri olmasına karşın, Wimbledon ve US Open'dan sonra burada da fiziksel sorunlar yüzünden problemler yaşaması ironik. Eyvallahı verdiğim nokta, genç yaştaki egosunu şişirmesi gereken bir konumda olmasına rağmen, eksikleri hakkında inanılmaz açık sözlü olabilmesi. Moya mı? Umarım bu sporu hiç bir zaman bırakmaz.
03 Ocak 2008
Yabancı sınırı kalksa...
Şu an ligin dışarıya pazarlaması en mümkün yabancı oyuncusu kimdir diye bir soru sorsam. En efektif ya da en iyi değil, büyük liglerden bir alıcıya en iyi fiyatla satılabilecek oyuncu... Farklı yanıtlar gelebilir, bence Bobo. Yok, Bobo'yu pazarlamayacağım. Sadece örneği olduğu bir konunun üzerine yürümekteyim.
Bobo'nun geldiği günü, Beşiktaş'ın o zamanki durumunu hatırlayalım. Lig yarışından çoktan kopulmuş, teknik direktör değişmiş, ara transferde büyük hedefler yok haliyle. Tigana'nın isteğiyle Gökhan Güleç takıma katılıyor, muhtemelen Trabzonlu Haluk Ulusoy'un ricasıyla Tomas Jun Trabzon'dan, Trabzon ondan kurtarılıyor ve yarım sezonluğuna kiralanıyor, bir de yanlış hatırlamıyorsam Aydın Karabulut aynı dönemde Hertha Berlin'den transfer edilmişti. En çok ilgi gören isim, aynı sezon Türkiye Kupası grup maçında Fener'e attığı golün de yardımı ve Tigana'nın istemiş olması nedeniyle Gökhan Güleç'ti. Aynı gün bir transfer haberi daha vardı Beşiktaş'a ayrılan sütunlarda; Corinthians'tan, Brezilya U-19 (ya da U-21) takımında da yer almış, Bobo adında 21 yaşında bir oyuncunun Zago'nun önerisiyle kiralandığı yazıyordu. O gün haliyle hiçbir Beşiktaş taraftarı heyecanlanmadı, ismi Ayı Yogi'deki bir karakterden fazlasını çağrıştırmıyordu genç Brezilyalı'nın. Gerisini ise biliyorsunuz. Bobo, o sezonun başında "Rıza'ya bile söylemeden" alınan Ailton'dan da, bir sonraki sezon sağlam paralarla kadroya katılan Nobre'den de, hatta bu ikisiyle aynı kefeye konulamayacak ve oynadığı tek sezonun ardından fiyatını katlayarak Lyon'a giden Carew'den de çok daha verimli oldu, Beşiktaş tarihinin en golcü yabancı oyuncusu sıfatını kazandı, bugün adaylığını koysa başkan seçilecek konuma geldi.
Son birkaç yıldır bomba transfer hevesiyle birçok ünlü oyuncunun peşine düşen, önemli paralar harcayan ve hemen hiçbirinde aradığını bulamayan Beşiktaş'ın en faydalı oyuncusunu sessiz sedasız, önemli beklentilere girmeden, "ya tutarsa" diyerek yaptığı bir transferden elde etmesi kenara bırakılacak bir tesadüf değil. Beşiktaş mevcut maddi olanaklarıyla bugün Avrupa'dan Bobo kalibresinde ve onun yaşında bir oyuncu alabilir mi dersiniz? 22 yaşında olup, Şampiyonlar Ligi'nde maç alan iki gol atan oyuncuları kaça bırakıyorlar? Kısa keselim, alamaz. Biraz potansiyel göstermiş hemen hiçbir gence kolay kolay uzanamaz. Uzanabildiği genç oyuncular da tartışılır, paranın bu oyunculara harcanmasının doğru olup olmadığı konuşulur. Holosko örneğindeki gibi... Ve can alıcı nokta; Holosko kadar piyasa yapmamış Bobo gibilerine de Beşiktaş (ya da Fener, ya da Galatasaray) yedi yabancı kontenjanından yer açamaz. Açar da, en fazla +1'i. O bile sorgulanır, açık konuşalım.
İşte en başta bu yüzden keşke yabancı sınırı kalksa diyorum. Kalksa ve kendi ülkesindeki takımında bile yedek oturan bir genç oyuncuya şans vermek için büyük hedefli takımların o büyük hedeflerden kopmuş olmaları gerekmese... Beşiktaş bir Bobo yakaladı, peki kaç tanesini kaçırdı? Galatasaray kaç Ribery kaçırdı? (Gerçeğini de kaçırdı gerçi bir şekilde) Zlatan Ibrahimovic ve Milan Baros sadece iki isim ve fenalık geçirmek için yeterli.