17 Nisan 2008

Viaje al paradiso -- 3 -- Ginga

Yaşıtlarımın büyük bir kısmı gibi ben de bacak kadarlık zamanlarımı sokaklarda geçirdim. Alman kale, 9 aylık, gol atan kaleye, kukalı saklambaç, vs. vs. ne ararsanız var tabii ki. Ben Tugay’ı taklit edip, uzun pas atmaya ne kadar kastıysam, Pikachu’yu taklit eden çocuklara da o kadar üzülüyorum. Ya da emo takılıp, elde şarap ağızda sigara, bir şeye benzediklerini düşünen veletlere de, ben de saçımı en olmadık şekillere soktum da zamanında İtalyan topçulara özendiğimdendir, daha sonra Yeste’dir, Jan Polak’tır. Ancak, yaş ilerlediğinde ve internetle içli dışlı olmaya başladığımda, bütün çabalarıma rağmen kaçırdığım çok şey olduğunu farkettim. Özellikle alternatif kültürlerle ilgi duymaya başladığımda, beni en çok yaralayan şeylerden ikisi grafittilerle dolu bir sahada hiç maç yapmamış olmak, hatta doğru düzgün grafitti görmemekti.

Cenneti ziyaret edenler, mutlaka meşhur Arc de Triomf parkından haberdardır. Girişte resminin çekilmesini hakeden bir yapıyla karşılar ziyaretçilerini ve uçsuz bucaksızdır. Şarapçısı da orada takılır, keşi de ve tabii ki torbacısı da, şıkır şıkır kızlar da aynı yerde güneşlenir çimenlerde, zaman öldürmek için harika bir yerdir. O uçsuz bucaksız parkı sabırla takip ederseniz, pek çok şeyin kafamda daha da kesinleştiği yerle karşılaşırsınız, tam da tarif ettiğim gibi bir futbol sahası. Beton, minyatür kale ve dört bir yanı müthiş eserlerle dolu. Fotoğraf makinesiyle pek arası olmayan biriyim; ancak yanımda taşımadığıma en pişman olduğum günden bahsediyoruz, şu anda.

Takım kurmak çoğu zaman en çetrefilli işlerden biri oldu, hayatım boyunca. Ancak, bizim işimiz çok kolaydı. Eşit sayıda Brezilyalı ve Avrupalı mevcuttu, o anda. Şunu belirteyim, belki de inanılmaz bir tesadüf; ancak top ayağına yakışmayan bir Brezilyalı’yla tanışmadım, seyahatim boyunca. Hemen yanımdaki yatakta, yatarak 50 sektiren mi dersiniz, 1 metreden daha geniş olmayan koridorumuzda maç yapanlar mı, ayak tenisleri mi aman yarabbi. Konuya dönersek, yendik tabii ki Sambacıları, beton çocuğuyuz bir, omuz koyarız iki, abanırız üç, yağmur da kaymayız dört, ıslanınca suratımız asılmaz beş.

Yağmur başladı anlayacağınız gibi, saha terkedildi; ama daha dökememiştik kurtlarımızı. Üstü kapalı bir yer bulup, başladık düşürmemece oynamaya. Alman kaleyi tarif edebilmeyi çok isterdim; ama Ginga filminden fırlamış gibiydik, hepimiz. Uçkurlarının yönünü takip eden bir deste adam topu düşürmemeye çalışıyordu, işte. Arabaların altından yere yatarak top çıkarma, top yola kaçacakken elle çelip, durumu açıklama gibi ritüellerin hiçbirisine acımadık.

Bulunduğumuz alanın hemen yanındaki Dionysos isimli restoranı da defalarca rahatsız ettik. Tzatziki’lerini yiyen masum insanların ayaklarına sürekli top dolaştı, mekan sahibi ne zaman küfürlerle çıksa, “Kalimera” denildi. Kafalar taş tabii, cennetteyiz hâla.

Cennette maç da izlendi, top da tepildi. Metronun içinde pas yapacak kadar çocuğuz hâla, sokaktan geçen kızlara topu yuvarlayıp, “Chica, pas” diyecek kadar da piçiz, icabında. Arc de Triomf’un ıslak çimlerinde röveşataya her kalkışımda, ne kadar doğru bir yerde olduğumu tasdikleyip durdum, ıska geçtiğim her dömi volede de ne kadar güzel bir zamanda doğduğumu; ne eksik, ne fazla.

Daha bacak kadarken top oynadığımız otoparkın, kocaman bir hastane haline getirildiğini gün ve gün takip edebilmiştim, pencereden. Sonraları, apartmanın otoparkına transfer olduk, topumuzu kestiler. Pakistan yapımı, Nike markaydı, yeteri kadar ağlamamıştım. Birgün dizimi parçaladım, annemin gözü doldu tentürdiyot sürerken, ben gülüyordum, dün gibi hatırlıyorum. Eşşeklik etmişim, şimdi o günleri özlüyorum köpek gibi.

Hiç yorum yok: